Aslını inkâr eden hangi
mazeret olabilir ki beyan etmekten kaçındığımız?
Hangi sözcüğü
yerleştirirsiniz yüreğin mabedine Tanrı’nın görmezden geleceği ve hangi isyanı
bastırabilirsiniz şu bilinmezlik yüklü mizacını yok saydığınız beşerin?
‘’Dilim döndüğünce
sevdim ve gözüne soka soka yansıttım.’’ Bir âşık iken yüreğin kelamını beyan
eden, hangi tutanakta saklıdır kim bilir aşkı nefer bilmişlerin gözyaşı?
Densiz günlerin
seyrindeyim ve kesilen ahkâmların da farkında.
Bir sureden ibaret
aslında döktüğüm gözyaşı ve bilinmezi teğet geçen bir yalana sığınanlara selam
olsun üstelik gözümün içine baka baka bir nefeste tükettikleri insanlığını
sorgulamayan her kim ise.
Gözden ırak hem de
nasıl ırak gönülden… Ne bir söylence ne de bir yalan bilakis gerçeğin ta
kendisi. Bu yüzden belki de emanet bir canı taşımak ve korumakla yükümlüyüz.
Üstelik birbirimize göstermemiz gereken saygının çok uzağında tüm
sevgisizliğimizin rüştünü ispatlamış iken…
Şikâyetim ne yersiz ne
de densiz ama maruzatım haddinden fazla. Kendimi geçtim hem de oldu bayağı
görmezden geldiklerim iken ayyuka çıkan ama bu gün rast geldiğim bir haberle,
kelimenin tam anlamıyla diken diken oldum.
Aslı astarı olmayan
günler yaşıyoruz ve keder taşıyoruz yürekte de haddi hesabı yok.
Sorun addedilen ne ise
sorumluyuz da yaşananlardan. Ne yaşadığımız mı ne yaşattığımız mı?
Neyin telaşıdır da
bunca ucube söylenceyi yükleniyoruz üstelik istikrarsız hayatları sığınak bilip
de yargılıyoruz birbirimizi?
Hep nefret saklı
söylencelerde ve tüm farkındalığımız iken kaybolan, fakında mıyız acaba
kaybettiklerimizin ya da birbirimizden çaldıklarımız hiç mi sızlatmıyor
vicdanlarımızı?
Soruların havada asıl
kaldığı ve cevapların asla var olmadığı bir dünya: Burnumuzun dibinde
yaşananlar yetmezmiş gibi birbirimize yaşattıklarımız ve yansıttıklarımız…
Girizgâhta asılı kalan
bir beyanat aslında günümü zehir eden: Yine bana dair ve yine bizlerden bir
parça yansıtmakla kendimi zorunlu hissettiğim ve dilimden düşmeyen onca şarkı,
içinde kaybolduğum ve asla geri gelmeyecek olan.
Israrcı söylemler,
zedeleyici sorgular ve hayatımızı çalan o sivri dilli mizaçlar. Afakî
alabildiğine ve gereğinden fazla sorgulayan yine de yenik düştüğüm ve
düşeceğim…
Bir sancı, bir kıyım ve
hayata yenik düşen gerçek dışı yaşamların özlemi ile dolup bir yandan içimizi
boşalttığımız haddinden fazla kırıcı ve yıkıcı, esef yüklü kimlikler ile
muhatap kılındığımız.
Göreceli ne çok beden
dili oysaki göstermelik olmamalı yansıttığımız ve mutsuzluğumuzu parselleyen
mutlu beyanatları ile hayata tutunan ama bir diğerinin hayatına müdahil olan…
İsraf ettiğimiz sadece
insanlığımız ve bir adım ötesi: Birbirimizden çaldıklarımız üstelik bile bile
ve geri durmaktansa biteviye yargıladığımız ama burnumuzdan kıl aldırmazken.
Resmigeçit yapan
üzünçler iken mutluluk kaynağı bir diğerinin neyi ne derece doğru ifade ettiğinden
ziyade duyduklarıma inanıp inanmamak arasında gidip geldiğimi söylemek hiç de
zor değil.
Bir nida belki bir
serzeniş belki de hiçliğin tezahüründe varlık addedilen: Yine bizden ve yine
çaldıklarımız ama çalarken hiç mi hiç gocunmadığımız.
Gündelik hayatların
telaşı ile bir yakadan diğerine savruluyoruz ve yeri geldi mi ne güzel
örseliyoruz. Kimi işiyle meşgul kimi ise bir diğeri ile sanırım fazlaca meraklı
ve düşüncecisiz üstelik yoldan çıkmışlığımızı asla görmeyip ama her nasılsa en
ufak detayı görmezden gelemediğimiz kim ise ve bir o kadar zararsız.
Çalıntı değil hiç
birimizin hayatı ve asla da paye vermek zorunda değiliz ama her nasılsa an
geliyor, vazgeçmeyi seçiyoruz. Vazgeçmek… Tehlikeli bir sözcük hatta edim ve
yine en büyük zararı kendimize verirken. Bir hayat belki de sürmekle sorumlu
olsak da an gelip, vazgeçmekle kendimizi tehdit ettiğimiz. Tehdit kelimesi bir
o kadar sakıncalı ve asla da durağan bir simge değil bilakis süregelen ve anbean
zarar arz eden…
Bir habere denk düştüm
sabahın geç bir saatinde. Önceleri sıradan bir haber gibi çalındı kulağıma:
İntihar etmeye kalkışan bir vatandaş ve sonunda ikna edilmiş her nasılsa ve bir
şekilde peyda olan iki kadın. İşte nirengi noktası da bu iki kadındı. Ve aklı
başından gitmiş ve son anda intihar düşüncesinden vazgeçen kişiyi öylesine
rencide etmişler ki: Dedikleri üç aşağı beş yukarı şu şekilde ifa edilmiş:
‘’Haydi, ne yapacaksan
yap.’’
Açılımı ise:’’Elini çabuk
tut, atlasana, trafiği niye oyalıyorsun?’’
Gerekçeleri ise;
trafiğin tıkanması üstelik gereksiz bir intihar vakasından dolayı.
Öyle ya sonuçta bir
yerlere yetişmeleri gerekiyor bir diğeri Azrail ile olan randevusuna sadık
kalmadığı için ve ne yazık ki son anda hayatına son veren kader kurbanı.
Ve gereken yapılıyor
olay sonrası. Olay mahkemeye intikal ediyor. Büyük ihtimalle kadınlar adalet
önüne çıkacak ve verecekler hesabını. Belki iki yıl belki beş sene ceza
alacaklar. O da büyük ihtimalle iyi halden para cezasına çevrilebilir.
Her şey muğlâk, demeyi
çok isterdim ama net olan bir şey var ki: Biz çoktan yitirmişiz insanlığımızı.
Kim bilir neyin derdi ağır gelmiş olacak ki olmaması gereken bir seçeneği
tercih etmiş. İşlenecek en büyük günaha çarptırmış kendisini ki bir kurtuluş
olarak gördüğü. Öylesine hassas bir an’a denk geliyor ki bu iki kadının olaya
müdahalesi ve pamuk ipliği ile bağlı olduğu hayattan son anda kayıp gidiyor.
Sorunlar ki çözümsüz
aslında çözümü geciktiren ya da yok eden yine bizleriz. Müşfik bir dokunuş ya
da bakış nelere kadirken sivri dilimiz ve haris egolarımızla birbirimize zarar
vermenin haricinde hiçbir şey yapmıyoruz. Yeri geliyor dillendiriyoruz
kötülüğümüzü ve nefsimizin zoruyla insanlığımızı ayaklar altına alıyoruz.
An geliyor, bir selamı
esirgiyoruz.
An geliyor, gıybete
müdahil olup, acımasızca yargılıyoruz üstelik tanıdığımız tanımadığımız kim
varsa.
Kimliğimizi
sorgulamadan ahkâm kesiyoruz birbirimizin hakkında.
Ansız rüzgârlarla anlık
hükümlerle ve şeytanın indinde köreliyoruz yetmedi köreltiyoruz.
Hesap vermeden hesap
soruyoruz üstelik hakkımız olmadan ama her nasılsa hesap gününün asla
gelmeyeceğini umup son sürat devam ediyoruz insanlık dışı hangi kimlik ise
büründüğümüz ve bir o kadar gurur duyduğumuz.
Anlamak çok zor ve de
anlatamadığımız ne çok anlamsızlık.
Ahkâm kesmek ne kolay
ya veremediğimiz hesapların bedelini kim ödeyecek?
Vebali çok ağır hele ki
insanlık dışı bir zaruret iken sahiplenip bir o kadar paye verdiğimiz.
Yolunuz düşerse
insanlığa, sorun bakalım; kaç kişi nasiplenmiş?
Zor olmasa gerek ama
her nasılsa zorluğundan ziyade mesuliyetini taşımak mı ağır geliyor
sorguladıklarımızdan ziyade sorgulamadığımız ne ise yine bize dair…