Allah yerine çıkarı olduğuna kul oluyor, her değişen yöneticinin olmazsa olmazı olarak silik bir kişilik görünümünde, hayatını menfaatler çerçevesinde rahatça geçirdiğine inanıyor ve böyle yaşamakta sakınca da görmüyordu. Ancak, bu kişiler emekli olduğunda kimse sevmediği için çabucak unutuluyor, adı bile anılmıyordu. Yaşlılıkları, sevgisiz ve perişan hastalıklar içinde yalnız kalarak, kısa sürede dünyaya-cennetine veda ediyordu.

 

Rab bilmediği Rabbine kavuşuyordu…

 

Toplumun her kesiminde buna benzer maddesel zincirler vardı. Eğer kişi, makam sahibi değilse, zengin olmamışsa, ancak, ahlaklı ve edebiyle yaşasa küçümsenmekten, hatta “adam olsaydın zengin olurdun, bir baltaya sap olurdun!” diye yakınlarınca alçaltılıyordu. Kısacası övgüler, makama, zenginliğe, şöhrete erişenlerin hakkıydı.

 

Çocuk eğitimine başlarken, övgülerde o makam, şöhret ve zenginliklere özendirme yapılıyor. Eğitim ve beceri bu tür kişilerin yeteneklerini kazanmaya yönelik oluyordu. Dini bayramlar, Ramazan ve cuma gibi özel günlerde olsa da bu göstermelik bir din yaşamını körüklüyor, hani yapmazsak ayıp olur şeklinde bir paylaşıma dönüşüyordu.

 

Oysa makam sahibi, zengin ve şöhret olmanın cazip ve övgü yolu zamanın içinde vazgeçilmez oluyordu. Hani dini yaşamak para mı ediyor ki… Öyleyse ona niçin çok zaman harcanmalıydı ki?

 

Kıl beşi kurtar başı,

Kır kırabildiğince fındıkları,

Yaşlandığında tövbe edersin

Alırsın cennet maaşı

 

Gibi öylesi laubali din inancı ortaya çıkıyordu. Ölüye üç gün ağlanıyor, hatta taziye için gidilen yemeklerde nasıl para kazanılacağı, nasıl şöhret yolu açılacağı kahkahalarla ballandırılıyordu. Ölümden ders almak yerine, adeta dünyalık için toplanılan şans kapısı oluyordu bu tür yemekler. Çocuğun dünyasını kurtardığına inananlar, ahiretini batırdıklarının farkında değillerdi. İnsan makamın, şöhretin ve zenginliğin peşinde koşarken, ona övgü yağdırırken ölüm gerçeğini nasıl düşünebilirdi ki…

 

 

Bu insanlar için dünya bir cennetti, o cennetini nasıl terk ederdi ve bu düşünceyle ölümden nasıl korkmazdı ki…

 

Karanlığın en kara lekesiydi dünyaya övgü. O övgü, birine kul olmaya götürüyordu. Kimi översen onun kulu olmaktı bunun adı. Allah'a övgü yağdıran kulun, dünyayla ne işi olurdu ki…

 

Oysa safi kullukta, makam, zenginlik ve şöhret eliyle düşünmeden itilir, aşkı övgüyle yalnız Allah'a yapardı. Kalbinde dünya olmaz bu ise yokluk-dünyadan yaşarken vazgeçmek demekti ve safı bir sevgiyle ve tam manasıyla Allah'ı severdi.

Ölüm onun için sevgiliye kavuşmak olduğundan ölümü çokça anar, toprağa sarılır ve al beni içine, kavuşayım aşkımı derdi.

 

Yokluk içinde yaşayan fakirin nasıl bir dünya yükü olurdu ki… Kuş gibi uçardı bu yüzden. İçinde dünya olmadığı için cehennem derdi yaşadığı şu âlemden bir an önce göçmeyi-ölmeyi arzulardı! Her manzara günah olduğu için ondan kaçarken yanardı sabırla… Günahtan ve dünyadan kopmak lazımdı bu yüzden. O karanlığın bu lekesini silmek için çalışmalıydı. Allah dışındaki her övgüsünü terk etmeliydi. Her sahiplendiğine emanet gözüyle bakmalıydı. Aynaları kırmalı ve doğallığa-kırlara koşmalıydı. O bir tek övgüye sahip olanı keşfetmeli ve onun dışındaki her övgüyü terk etmeliydi. 

 

Saffet Kuramaz

( Övgüye Sadece Rabbim Layıktır başlıklı yazı safdeha tarafından 5/11/2016 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu