Bin dokuz yüz yetmiş iki yılının ilkbaharı. Yazın gelmesine çok az kalmışdı. Okul bitiyordu nihayet. Diplomayı alabilmem, Almanca ve Psikoloji derslerinden hocalarımın kanaat notlarıyla biraz torpil geçmelerine bağlıydı, ikisinden de tam da sınıfta kalmakla sınıfı geçmek sınırındaydım.
Almanca öğretmenimiz Seyyare hanımdı. Otuzlu yaşlarda, çirkin bir kadındı. Pek geçinemezdik.
Bu kadıncağızın Kimya mühendisliği okuyan, yirmili yaşlarda çok yakışıklı bir kocası vardı. Kimi kimsesi olmayan gencin, kendini okutturmak için bu evliliği yaptığı, okulunu bitirince Seyyare hanımdan boşanacağı söylenirdi. Dedikodu denilen şey, böyle bir şey işte…
Bir keresinde bu dedikoduyu benim çıkarttığımı ileri sürerek bana çattığında, tepki gösterince beni idareye şikayet etmişti de müdür muavini hocalarım Ateşoğlu ile Nazmi beyin odasına çekilmiştim. Seyyare hanım, “Sen hiç merak etme hocanım, biz onu öyle bir döveceğiz ki, sana bir daha en küçük bir terbiyesizlik yapamayacak,” denilerek yollandıktan sonra beni bir kenarda oturtmuşlar, “len oğlum, o oğlanın bununla burs niyetine evlendiğini bilmeyen mi var? Şurda okulların kapanmasına bir ay kalmadı, bu manyak karıyla itişerek kendini sınıfta bıraktırmaya mı çalışıyorsun,” türünden bolca nasihat etmişlerdi. Sınıf arkadaşım Suzan çıka gelerek, “hocam, Mert arkadaşımızın hiçbir suçu yok, durduk yerde sorun çıkartan Seyyare hanımdı,” diyecek olmuş, ne yazık ki, kızcağız, “sen Mert’in avukatı mısın,” diye tokatlanarak geri yollanmıştı. Okul sonrasında hakkında hiçbir bilgiye ulaşamadığım Suzan arkadaşımın dilerim mutlu bir yaşamı vardır.
Almancadan kritik durumu olan herkes kurtarma sözlüsüne kaldırılırken, bu şansın tanınmadığı bir tek kişi vardı; o da direkt ikmale bırakılmıştı.
Seyyare hanım gibi gaddar biri olmayan Perihan hanım, psikolojiden kritik durumu olan on üç kişiye bir şans daha tanımak üzere ‘önümüzdeki hafta dördüncü bir yazılı sınav yapacağını’ söyleyince, o bir haftalık sürede Allah biliyor ya, lise öğrenimim süresince çalışmadığım kadar çok psikoloji çalışmıştım. Zaten pek kalın olmayan o psikoloji kitabını ilk sayfasından son sayfasına kadar ‘kuran-ı Kerim’ ezberler gibi ezberleyip yutmuştum. İstediği her şeyi sorabilir; evvelalla her soruyu noktasıyla, virgülüyle cevaplarım,” diye böbürlene böbürlene girdiğim yazılı sınavda sorulan sorular bu gün de aklımda: Soru 1- Bu yıl hangi derslerinize hangi öğretmenler girdi; ad ve soyadları? Soru 2- Okulumuzun müstahdemlerinden üçünün adı soyadı?… İyi ama, bunlar kitapta yazılı bilgiler değildi ki! Sanırım, öğretmenimiz kendince dalgasını geçiyordu.
Öğretmenlerimizden adını bilmediğim hiç birisi yoktu. Ya soyadlarını bilmediğim? Bu soruya uflaya puflaya verebildiğim tam cevap üç adetti; geriye kalan on iki dersin öğretmeninin soyadlarını bilmiyordum. İyi mi?... Ya müstahdemlerden üçünün adı soyadı? Soruya verdiğim cevap aynen şöyle oldu: “birisinin adı Ali mi, Veli mi, neydi; ama, soyadını hatırlayamadım. Ondan başka müstahdemimiz var mı ki? Hep o adamcağızı görüyorum da iş yaparken…” Öyle ya, öğretmenlerimizin soyadları neyse de, bana neydi müstahdemlerin adından soyadından? Kağıdı teslim ederken, “hocam bu sınav ciddi miydi?” diye sormadan edemedim.
"Tabiiki ciddi" dedi, öğretmenimiz. "Yaşamınız boyunca bir çok insanla karşılaşacaksınız. Hepsi bir birinden farklı insanlar, ama hepsi sizin ilginiz ve dikkatinizi hak eden insanlar, onlara sadece gülümsemeniz ve 'Merhaba' demeniz gerekse bile...
Bu sınavı hayatım boyunca unutmadım ve çalışma hayatım boyunca daima, hem amirlerimin, hem çalışma arkadaşlarımın, hem de yardımcı hizmetlilerin adlarıyla soyadlarını birlikte ezberlemeyi huy edindim.
O yıl ki psikoloji ve Almanca derslerimi ise, yaz tatilim zehir edilerek bütünleme sınavlarında vermek zorunda bırakıldım. Canım sağ olsun!...