1. 2. BÖLÜM
BATIK KÖYÜM: KABADURAK
1217
Nisan – KABADURAK
Deve katarının fincan seslerini duyar oldum.
Taa uzaktan geliyordu.
-
Şıngır,
şıngır, şıngır…
Doğu
Höyük’te ateş yakıldı. Gökyüzüne doğru kervancıların doğudan getirdikleri
masallar rengârenk bir tablo oluşturuyordu.
Kervan
gitgide yaklaşıyordu.
Babam
yorgundu ama hana gitmemiz için yalvarıyordum.
Dünya
ile dış bağlantımız kervanlardı. Köyümüz İpekyolu üzerindeydi. Onun için
doğudan, Horasan’dan, Bağdat’tan, Halep’ten batıya giden kervanlar Kayseri’den
sonra bizim köyden batıya giderdi, yani Kırşehri’ye, Aksaray’a, Konya’ya…
Kervancılar
köyümüzün hanında misafir olurdu.
Benim
en büyük arzum, kervancılar gibi diyar diyar dolaşıp, gezdiğim yerler hakkında
bilgi toplayıp, kitap haline getirmekti. Onun için her kervan gelişinde
heyecanımı bastıramazdım. Uzakta da olsam, höyükteki ateşi görür görmez içimde
de bir ateş parlardı.
Bilemezdim
o ateş bir gün beni yanmaktan beter edeceğini.
Tuttum
babamın elinden… Köyümüzün hanına doğru gidiyoruz.
Develerin
sesleri bir başka geliyordu kulağıma. Sanki hepsinin de bana anlatacak ayrı
ayrı heyecan verici hikâyeleri vardı.
Gözlerine
bakardım, onların yorgunluklarının yanında yaşadıklarını hissedince bir başka
olurdum.
Evet,
kararlıydım, ben de bir gezgin olacaktım.
Bu
kervanda dericiler vardı. Özellikle Kayseri’den Konya’ya işlenmiş deri
götürüyorlardı.
Güneş
Seyfe Gölünün üzerinden kaybolmuştu, hava açıktı, yıldızlar ortaya çıkmıştı;
çok güzel bir gece yaşanacağını söylüyorlardı.
Seyfullah
Hocamızın sesi ovada yankılamaya başladı. Köyümüz Kırlangıç Dağı ve Kızılcadağ
arasında kaldığından ezan sesi civar köylerde bile duyuluyordu.
Babamla
beraber abdest alıp yatsı namazını kılmak için hanın yanındaki camiye girdik.
Kervancılar doldurmuştu camimizi. Huşu içerisinde yatsı namazını eda ettik.
Bu
arada ben Vuslat… Babam koymuş adımı. Gençliğinde çok sevdiği biri varmış. Bir
türlü kavuşamamışlar. Aileler, töreler, âdetler engel olmuş. Vuslat sevgiye
giden yol demekmiş. Babam da hep bir gün sevdiğine kavuşacağı günü
hatırlatırcasına ilk evladına Vuslat adını koymuş.
Babam…
Hep yollarda sevdiğini ararmış. Annemle evlenmiş ama vuslat onu hep ateş içinde
yakmıştır.
İki
anneden yedi kardeşiz. En büyüğü benim.
Köyümüz
Seyfe Ovasının doğusunda kalır. Karın
çok yağdığı yıllarda eriyen kar suları ile Seyfe’nin suları köyümüze kadar
ulaşırmış.
(Bugün köyümüzün batık veya hayalet
bir ören olarak anılışının sebebini belki böyle bir selin yıkımı olabileceğine
inanıyorum.)
Medresemiz
yoktu köyümüzde ama kervancılardan aldığımız derslerle okur-yazar oranımız
civar köylere göre yüksekti. Hayat mektebi dediğimiz kültürümüz de bu sayede
yüksekti. Gezginlerden, kervancılardan çok hikâyeler, destanlar duyuyorduk.
Hem
tarımcılık hem de hayvancılık geçim kaynağımızdı. Ağgöl’den Kırlangıcın
eteklerine kadar olan alanda davarlarımızı ve sığırlarımızı güderdik. Ağgöl’ün
etrafındaki otlakların bolluğu hayvancılıkta bereket veriyordu.
{|{
Babamla
hanın sohbet odasına girdik.
Bibimgil
halı dokurdu. Onların dokuduğu minder halıları nerde görsem tanırım. Dokumada
kullandığı motiflerde dağlarımızda yetişen menekşeleri, sümbülleri, laleleri
işlerdi. Bibimin kızları sabah işlerini toparlar toplamaz halı tezgâhlarının
olduğu atölyede dokumaya başlardı.
Halı
tezgâhların sesi ahenk içerisinde bülbüllerle yarışırdı. İlmek ilmek aşkı
dokurlardı. Menekşeleri dile getirirler, Ferhatları, Şirinleri, Tahirleri,
Zühreleri dokurlardı.
Bibim,
kardeşinin ilk oğlu olmam sebebiyle beni çok severdi.
-Kardeşimin
kuzusu, derdi
Küçükken
bibim ayaklarının arasına alırdı beni, beraber halı dokurduk. Bana ilmek atmayı
öğretti. Yani handaki halı minderin işçiliğinde benim de tuzum vardır.
AŞK KİLİMİM
Sevgimin
nakışlı, desenli, simli, oyalı işlememsin,
Nasırlı
ellerimle işlediğim nazlı sevgilimsin,
Sen ilmek
ilmek aşk dokuduğum kilimimsin,
Kilime aşkı
yazarım veya kalemimle seni dokurum.
Motifin tüm
aşk hallerini kalbine işlerim,
İşlemekle
kalmam, kem gözlere şişlerim,
Ellerimle
dokuduğum, kıyamadığım elişlerim,
Elişlerime
aşkı yazarım veya kalemimle seni dokurum.
Yazmak veya
dokumak, aşka biçilmiş kaftan,
Aşka mahkûm
olan yararlanır mı aftan,
Yeter ki bu
kör âşığı yoluna eyle kaptan,
Meşk ile
aşkı yazarım veya kalemimle dokurum.
(ALİ ÖZDEMİR 13.01.2011 – 19:19)
Kayseri’den
gelen kervancıların yanına oturduk. Babam selam verdikten sonra hal hatırlarını
sordu.
-Nerden
geliyorsunuz kardeş? Nereye gidersiniz?
-Kayseriliyiz kardeş. İşlenmiş deri yükümüz
var. Konya’ya götürürüz.
-Allah
yolunuz açık etsin. Kolaylıklar versin, dedi babam.
-Eyvallah
hemşerim.
Kervancıdan
biraz yaşlı olan amca :
-
Kayseri
çok değişti, hemşerim, dedi.
-
Nasıl
bir değişim? dedi babam.
-
Aslen
Azerbaycan’ın Hoy Kasabasından çıkma bir zat geldi Kayseri’ye. Büyük âimlerden
Fahreddin-i Razi’den dinî ve ilmî dersler almış. Hoca Ahmet Yesevî
Hazretlerinin talebelerinden Kur’an, Fıkıh, Sünnet, Tefsir ve bilumum ilmî
konularda eğitim almış. Kayseri’ye gelmeden önce tasavvuf merkezi olan Bağdat’a
uğramış. Evliyalardan Evhadüddin Hamid Kirmani ile tanışmış; sonra da
onun talebesi ve damadı olmuş. Abbasi Halifesinin kurmuş olduğu ve yiğitlik
manası gelen “Fütüvvet” teşkilatına girmiş. Fütüvvet dinî ve meslekî bir birlik
imiş… Sadreddin-i Konevi Hazretlerinin
daveti üzerine Anadolu’ya yani Kayseri’ye gelmiş. Amacı Anadolu’nun
Türkleştirilmesinde katkıda bulunmakmış. Ona sultanın emri ile Kayseri’de bir
sanayi sitesi kurması, esnaf ve zanaatkârları bir çatıda toplama görevi verilmiş.
Şimdilerde Kayseri’de Kaleiçi’nde Anadolu’nun ilk Esnaf ve Zanaatkârların toplu
olarak toplandığı bir site kuruldu. Esnaf ve Zanaatkârlar arasında birlik beraberlik
oluşturuldu. Yardımlaşma (imece), kaliteli zanaatkârlık, çırak – kalfa – usta
üçlemesinden oluşan ve adına “Ahilik” denilen, kardeşlik manasına gelen Esnaf
ve Zanaatkârlık Teşkilatını oluşturdu. Hanımı Fatîma Ana, Anadolu kadınlarını
da bir araya toplamak amacı ile “Baciyan-i Rum” teşkilatını kurdu. Hem Allah
yolunda kulluk etmeyi hem de Allah rızası için çalışmayı öğretiyorlar. Sultanımız
çok bahtiyar. Özellikle Anadolu’nun Türkleştirilmesi esnasında dinî inançları
ve yardımlaşmayı ön planda alarak Türklerin birbirlerine daha yakın ve derin
bağlar ile bağlanmasını sağlıyorlar. Tüm Anadolu’ya bu teşkilatın yayılması
için Sultanımızın fermanı ile genç, imanlı “Ahi”ler yetiştiriliyor ve
fethedilen topraklara gönderiliyor. Allah onlardan razı olsun. Allah’ın sevdiği
kullarıymış. Bu getirdiğimizi işlenmiş derileri bizzat kendisi işlemiş ve
işlenmeye hazır getirmiştir. Yani anlayacağınız hem ulema hem de debbağ. O; “Cenab-ı
Allah, tekkesine kapanmış, dünyadan elini eteğini çekmiş, sofuluğu emretmiyor”, diyor. “Allah’ın
rızasını almak için hayatını kazanmak için diyar diyar dolaşmak, sanat ve
zanaatları öğrenerek, öğrendiklerini de insanoğluna öğretmek gerekiyor.”, diyor.
Asıl adı Nasir üd-din
EbüI-Hakäyik Mahmud El Hoy. Herkesin
korkup kaçtığı Evren denen büyük bir yılanın onu görünce sakinleşmesi ve itaat
etmesi dolayısıyla "Evren" diye anılmış, “Ahi”liğinde dolayı da
lakabı “Ahi Evren” diye söylenmektedir.
Kervancı amcanın söyledikleri
beni derinden etkilemişti. Sanki anlatılan olaylar içerisinde kendimi adapte
ederek birebir yaşadım. Öyle hoşuma gitti ki anlatılanlar bin defa dinlesem
hayır demezdim.
Babam
;
-
Bize müsaade, Malum
köy yeri, sabah namazı ile kalkıp işe duracağız. Yüreğinize ve dilinize sağlık,
dedi.
-
Müsaade sizin,
dediler.
Kervancı amcaya,
-
Allah razı
olsun amca, beni derinden etkilediniz, dedim.
Ellerinden
öptüm, o da beni alnımdan öptü.
{|{
O gece hiç
uyuyamadım.
Simasını hiç görmediğim nur yüzlü, aksakallı bir zat beni çağırıyordu. Ellerini
uzatıyor ve benim onunla gelmemi istiyordu. Ellerini tuttum, uzun bir yola
düştük.
Benimle hiç konuşmadı. Sadece yüzüme bakarak, “Şimdi konuşma, gidince
göreceksin!” der gibi bir ifade ile gözleriyle konuştu.
Uzun bir yolun ardından yine hiç görmediğim büyük bir şehre girdik.
Muhteşem bir sarayın kapısından içeri girerek Sultanın huzuruna çıktık. Anadolu
Selçuklu Sultanı I. Alâeddin Keykubat’ın huzurundaydık. Bizi görünce ayağa
kalktı ve şu cümleleri söyledi;
-
Ey Ahi Evren
Hazretleri, senden istediğim bir görev var.
-
Haşmetli
Sultanım, isteğiniz emirdir, buyurun.
-
Konya’ya
gelmeni, Ahilik Teşkilatını buradan yürütmeni, Anadolu geneline genç, dürüst,
çalışkan ve imanlı “Ahi”ler yetiştirmeni diliyorum. Allah’ın rızası seninle
olsun. Allah yolunu açık eylesin…
-
Ferman
Sultanımdır, dedik ve yola düştük.
Hayatımı etkileyecek Ahi Evren Hazretleri ile teşrif olmuştum. Bana,
-
Ey Oğul, ben
Allah’ın rızası için bir yola çıktım, bana eşlik eder misin? dedi ve kayboldu.
Arkasından, “Gitme!” diye bağırırken
uyandım. Annem ve babam korkarak yanıma geldiler ve ne olduğunu sordular. Rüyamı
anlattım, kalbim halen heyecanla çarpıyordu. Babam da heyecanlandı. Hâlbuki
halen çocuktum, henüz ergen bile değildim. Ama babam bana;
-
Oğlum çok
hayırlı bir rüya görmüşsün. Cenab-ı Allah sana bir kapı açacak. O kapı senin
hayatını değiştirecek. Allah’ın rızasını alarak Ahi Evren Hazretlerinin yolunda
gideceksin, Hayrolsun, dedi.
Ne olduğunu anlayamıyordum. Yaşımın küçüklüğünden dolayı pek yorum
yapamadım ve besmele çekerek yeniden uykuya daldım.
{|{
Dedemin ince soğuk sesiyle uyandım;
-
Marröööt! Ne
yatarsınız, öğlen oldu, güneş tepeye çıktı. Kalkın !
Hâlbuki güneş yeni doğmuş, sabahın çiğiyle birleşmiş, ova üzerinde hafif
sisli bir tablo oluşturmuştur. Komşularımızın davarları evimizin yanından
zillerini çala çala gidiyordu.
Elimi, yüzümü bile yıkamadan üstüme göyneği giydim ve ahıra gittim. Kapıyı
açar açmaz davarlar üstüme doğru gelmeye başladı. Onlar da bir an önce doğa ile
buluşmak, güneşin en güzel düşümü olan sabah saatlerinde Ağgöl’ün çayırında otlanmaya
ve öğlen sıcağında Kırlangıç’ın eteğinde dinlenmek için sabırsızlanıyorlardı.
-
Brüüüüü
brüüüüü, de haaa, de haaa…
En önde kuyruğu oldukça iri ve yağlı olan, karaman cinsi, başkomutan
edasında “kınalı aslan” dediğim ve benimle arası çok iyi olan koyunum baş
tutarak komşularımızın davarlarına yetişmek için carı carı koşturuyorlardı. Arkalarından
ben de koşuyordum. Köyün doğu çıkışına kadar eşlik ettim ve çoban Hasan Abiye
teslim ettim.
Hasan ağabey teyzemin oğluydu. “Hasanko” derlerdi. Bizim ve birkaç
köylümüzün davarlarını güderdi. Bazen beni de yanına alır, beraber çobanlık
yapardık; hoşuma giderdi. Özellikle Kırlangıcın eteğinde çeşit çeşit otları,
çiçekleri görmek, tanımak beni çok mutlu ederdi.
Bugün dedem, amcamlar ve babamla beraber bağ bellemeye gideceğiz. Evimizin
aşağı yukarı yarım fersah doğusunda sekiz evleklik bağımız var. Geçen hafta
babam budamasını yapmıştı. Çubuklarda tomurcuklanmaya başlamış, bellenme zamanı
gelmişti.
Bağımızın “öküz karası” dediğimiz çok tatlı ve kurutmalık üzümü çıkardı. Kırık
leblebi ile kuru üzüm çok hoş, boş zamanlarda bize eğlence olurdu.
Koşarak eve vardım. Dedem bir an önce kahvaltının yapılıp işe koyulmamızı
isterdi. Anamın eteğine yapıştım. Hemen anladı. Yumurtalı dürüm istiyordum, çok
severdim.
Anam bir taraftan çayı hazırlıyor, yengem ise kuru yufkaları sulayıp
sofraya yetiştirmeye çalışıyordu. Deri peyniri, pekmez, sızgıt, yağda yumurta soframızın sultanıydı. Hepsi de
kendi mamulümüzdür. Ama ben yufka ekmeğinin arasında bol tereyağında pişmiş
yumurtalı dürüme bayılırdım. Her sabah olsa, her sabah yerim. Dirseklerimden yağı
aka aka, hele yufkanın kokusu, yumurtanın tazeliği…
Anamın zorlamasıyla bir tas kaynamış şekerli süt içtim.
Dedem yola düşmüş bile… Söylene söylene gidiyordu… Onun için çiftliğin işi
görülsün yeter…
Osman amcam, arkasında Mustafa amcam ve babam, belleri sırtlamışlar; ortalarında
ben, bağa doğru hızlı adımlarla gidiyoruz.
Yengem çıkının içine öğlen atıştırmalık dürümler yapmış benim elime
tutuşturmuştu. Amcamda ise iki testi, içinde dağdan gelen çeşmenin suyuyla
yapılmış çalkamaçlar.
Osman amcam,
-
Gardaşım
babamın çenesi bitmez, bugün çıkabilir miyiz?
-
Abi bugün
bitmez, kendimizi boşuna harap etmeyelim. Allah izin verirse yarın ikindine
belleriz, dedi babam.
-
Abi öyle
yapalım, dedi Mustafa amcam.
-
O zaman babamı
da ikna edelim gardaşım, dedi Osman amcam.
-
Tamam abi, ben
razı ederim, dedi babam.
Üç kuşak girdik bağa, bu senenin rızkını almak için. Ya Allah dedik, bağa
bellenmeye başlandı. Henüz bıyıklarım terlememiş, Osman amcam hep öyle derdi
bana.
Köyümüzden dışarı hiç çıkmadım.
Gece gördüğüm rüyanın etkisindeydim. Hiç görmediğim bir zat ile ancak
rüyalarda olabilecek Yüce bir buluşma ve yine rüyalarda yapabileceğim Yüce bir
vazife…
Bir gün olur yola düşer miyim? Kutsal bir yolda yolculuk eder miyim?
{|{