4.BÖLÜM
b)
Ahi
Evren İle Buluşma
1231 Kasım – KONYA
Anadolu mimarlarının
en önemli ahenk taşlarından birisi… Aksakallı, nur yüzlü, ellerinin çizgilerinden çilekeş hayatı okunabilirdi.
Her çizgi bir ömre bedeldi. Fakat dudaklarındaki gülümseme çileyi huzura, mutlu
sona dönüştürüyordu.
-
Hoş geldin Evlat! Selçuklu Sultanımız Alâeddin
Han Hazretlerini şereflendirdiniz! Sözleriyle karşılandık.
-
Kayseri Vilayetinin selamı ve muhabbetleri
üzerinizde olsun, dedim ve ellerinden öptüm.
-
Yolculuğunuz beka içerisinde geçti mi?
-
Allah’a çok şükür, heyeti sağ salim, kazasız
belasız getirdim efendim.
-
Sağ olasın Evlat ! Heyetini toparla, medreseye
yerleştir, dinlendir ve akşam namazından sonra Büyük Oda’da topla ve hazır et !
Allah razı olsun, Allah’a emanet ol Evlat !
-
Allah razı olsun Efendim, emriniz başım üstüne.
Henüz yirmili yaşlarda bıyıkları yeni yeni terleyen bir “yiğit”. Ahi Babamızı görünce ne yiğitlik kaldı ne de
delikanlılık. Hani Kırlangıç Dağında
gezerken menekşelerin verdiği heyecan var ya, o heyecanı onu görünce de
hissettim. Damarlarım bile heyecanlandı, kalbim sayısız saymaya başladı.
Ellerindeki çizgilerde, yüzündeki çizgilerde kendimi
gördüm. O yollarda adımlarımı gördüm. Büyük adımın yanında küçük küçük adımlar
ama yürekli cesur küçük adımlar…
Sana yazıyorum Ey Kader! Küçük de olsun sağlam adımlarımla yazıyorum.
İster oku, ister yaz, istersen baştan sil yeniden yaz! Adım Vuslat, sevgiye
giden yolda beni de yaz!
Diyarbakır heyeti eğitimini tamamlamış yurdun dört bir
yanına dağılmıştı. Medresenin misafir kısmı bize hazırlanmıştı.
Kayseri’den sonra en büyük şehre gelmiştim. Hem de baş
şehrimize. Konya, Konya… Selçuklu başşehri güzel Konya! Bozkırın gülü Konya! Çift
kartal başlı sancağımın yuvası Konya! Aksaray’dan sonra Konya’ya kadar olan
alan, dümdüz bir bozkırdı. Uçsuz bucaksız,
güneşi batmayan bir Konya…
Heyetimi topladım ve neler yapacağımızı detaylarıyla
anlattım. Arkadaşlarıma güvenim tamdı. Akşam ezanında toplanmak üzere anlaştık.
Yanıma birkaç arkadaş
alıp çarşıya çıktım. Çarşıyı pazarı, esnafı tanımaya çalışıyorduk. Bir
kıraathaneye oturduk. Hoş sohbete başladık.
-
Selamünaleyküm !
-
Ve aleykümselam, dediler.
-
Merhabalar ağalar !
Hep bir ağızdan;
-
Merhaba, dediler.
-
Kayseri’den bir kervan geldi, dediler. Sizler
misiniz?
-
Evet amca.
-
Hoş geldiniz.
-
Hoş bulduk.
-
Sefalar getirdiniz. Kayseri’den ne haber?
-
Sağ olasın amca, bizler Ahileriz. Medreseden
eğitim alacağız.
-
Çok güzel, dedi amca, Allah işinizi rast
getirsin. Allah muvaffak getirsin.
-
Sağ olasın amca, buradaki vaziyet nasıl?
-
Nasıl olsun evlat? Devletimizi kurduk, bir
düzene girdik, gayrimüslimlerle kaynaşmaya başladık derken dışarıdan gelen
şerler huzurumuzu bozmak, içerimize çomak sokmak istiyorlar. Yoksa Ahi Evren
Hazretlerinin Konya’ya gelişi bizleri bahtiyar etmiştir. Özellikle esnaf
kesiminde çok seviliyor. Birlik ve beraberlik oluşturulamaya çalışılıyor. Fakat
dediğim gibi dışarıdan gelenler huzuru bozmak istiyorlar.
-
İnşallah birlik beraberliğimiz daha da
güçlenecek. Allah’ın izniyle bu çorbada tuz biber değil, ana malzeme olacağız.
Sabır gerekiyor amca.
-
İnşallah evlat. Tek dileğimiz bu.
-
Birlik ve beraberliğimiz için elimizden geleni
yapacağımızdan emin olun. Bu toprakları kanımızla, canımızla aldık, halen
alıyoruz, gerekirse hepimiz bu yolda Allah yolunda canlarız.
-
Allah razı olsun evlat. Bizler anamızdan,
babamızdan, bizi yetiştiren ustalarımızdan, hocalarımızdan şunu gördük: “Allah’a
iman, millete can, sevdiklerine ise canan ol !”
{|{
İkindi ezanında arkadaşlarla medresenin mescidinde
toplandık. Namazımızı eda ettikten sonra bize ayrılan sohbet odasında hasbihal
etmeye başladık.
-
Ustam biraz halkın arasına girdik. Sanki bir
huzursuzluk var. Özellikle bizlere karşı bir nefret aşılanmaya çalışılıyor.
Halk tedirgin, öyle değil mi arkadaşlar ?
-
Evet ustam. Bizde de öyle bir intiba var.
-
Doğru söylersiniz arkadaşlar. Bu tespiti bizde
yaptık. Şu anda yapacağımız sakin bir ortamda Ahi Babamızla istişare etmek ve
durum değerlendirmesi yapmaktır. Yalnız akşama belki Sultanımızın huzuruna
çıkabiliriz, tedbirli ve hazır olalım. Akşam ezanından önce topluca Ahi Babamız
tarafından yemeğe davet edildik. Hem tanışma hem de kaynaşma yemeği olacak. Sofrada
Konya’nın meşhur tandır kebabı ve etli pidesi olduğu söylendi.
Sini sini sofralar kurulmuş... Et ile dağ kekiğin kokusu
öyle bütünleşmiş ki tandır kebabı aklımı aldı götürdü bir anda…
Kara talihi batık köyümü, ayak basmadığım adım kalmayan ve
yüreğimdeki ateşi söndüremeyen Kırlangıç Dağını, garip çilekeş anamın kokusunu
hatırlattı…
Et, tepsiye öyle
yayılmış, öyle lime lime olmuş ki lokum kıvamında… Ayran öyle köpürmüş, öyle
bulutlanmış ki boğazlardan geçmeden dinmeyecek öfkesi…
Marifetli eller hamuru öyle bir işlemiş ki nakkaşlara taş
çıkartır… Cıncık gibi etli pideler… Allah insanları bir lokma ekmeğe muhtaç
düşmekten korursun…
Bir lokma ekmeğin kıymetini çok iyi bilirim. Özellikle
dedelerimiz Orta Asya’dan çıkmamıza neden olan bir lokma ekmekti. Kıtlık,
yıllar almıştı… İnsanlarımız açlıktan kırılmıştı. Gülistanlıklar kara bozkıra
dönüşmüştü. Bir damla suya, bir dane buğdaya muhtaç kalmışlardı.
Allah’ım sen bizleri açlıkla terbiye etme!
Şimdi bazı zümreler saltanatı arkalarına alarak alın
terlerini akıtmadan, insanların saf duygularını yiyerek beslenmeye
çalışıyorlar… Hâlbuki Ahi Babamızın Ahiliği tanımlarken çok önemli bir tespiti
vardı;
“Tekke ve türbelerde
çöreklenip halkın kutsal duygularını sömüren, cahil halkın sırtından geçinen
asalak tarikatlardan farkı, Anadolu Türküne alın teri ile geçinme, başı dik,
kendine güven sağlayan, minnetsiz yaşama yeteneği kazandıran ruhtur.”
Bu tespit oldukça yerinde. Bizler yani Türkler dünya
kuruldu kurulalı, Türk Milleti olarak var oldu olalı başkalarının boyunduruğu
altında değil, kendi hür iradeleri ile yaşama fikrini benimsemişlerdir.
Özgürlük Türklerin karakterlerinde mihenk taşıdır. Onun için bugünkü
huzursuzluklar hür irademiz ile yaşamamızı istememeleri ve bizleri boyunduruk
altına alma çabalarıdır.
Ahi Baba muhtemelen büyüyen çıbanın kurutulması için
alınacak önlemler hakkında bizleri bilgilendirecektir.
{|{
-
Hepiniz ananızı, babanızı, kardeşinizi, ailenizi
kısaca sevdiklerinizi bırakıp kutsi bir görevi yürütmek için geldiniz.
Memleketinizde hepiniz ustalaşmış, mesleğinizin erbabı olmuşsunuz. Anadolu’muzun
Türkleşmesinde büyük bir aşama kaydedilmiş büyük bir bölümünde yerleşme
gerçekleşmiştir. Lakin her yeni bir devletin kurulmasında olumlu ve olumsuz
gelişmeler olması muhtemeldir. Önemli
olan en az sıkıntı ile bu süreci atlamamızdır. Her zaman iç ve dış mihraklar bu
süreçte engel olacaklardır. Sultanlığımızın asıl görevi devletin kurulması
rolünü üstlenmektir. Fakat Anadolu’ya yerleşme aşamasında birlik ve beraberliği
sadece Sultanlığımız değil esnaf ve zanaatkârlar zaviyesi olarak bizlere de çok
önemli görev düşüyor. Kendi birlik ve beraberliğimizi sağlamamızın yanında
özellikle halk ile içi içe olarak hem onlara önderlik, hem de her türlü maddi
ve manevi desteği vermek üzere yanlarında olmamız gerekiyor. Yani asıl
mesleğinizin yanında aynı zamanda idarecilik görevi de almış olacaksınız. Bu
nedenle burada bulunduğunuz sürece idarecilik, liderlik, yöneticilik
konularında eğitim alacaksınız. Hepinizi ayrı ayrı yerleşim yerlerine gönderileceksiniz
ve oralarda mülki amirlerin yanına yardımcı olarak atanacaksınız. Mülki amiri
olmayan yerlerde ise bizzat kendiniz bu kutsi görevi yürüteceksiniz. Bu konuda yetişmiş hocalardan ders
alacaksınız. İleriki derslerde yine beraber olacağız. Yardımcım Ahmet Hocam
size her konuda bilgilendirecektir. Allah hepinizi muvaffak eylesin, Allah yâr
ve yardımcınız olsun.
-
Âmin.
-
Ahmet Hocam, heyetin temsilcisiyle ders
bitiminde çalışma odamda buluşalım.
-
Peki Efendim.
{|{
-
Hoş geldin Evlat!
-
Hoş bulduk Efendim!
-
Hakkında çok olumlu görüşler geldi. Seni buraya
özellikle ben istedim. Adını duyunca çok etkilendim. İçimde ayrı bir kıpırtı
oluştu, evladıma duyduğum hissiyatı sende de hissettim. Cenabı Allah seni
yanımda olmanı, sana babalık, sana ustalık yapmamı istedi. Seni görünce de
evladıma kavuşmuş gibi heyecanlandım. 65 yaşıma giriyorum ve sanki ilk çocuğumun
doğumundaki sevinci yaşıyorum.
-
Sağ olun Efendim. Ben de babama kavuşmuş
gibiyim. Küçükken bir rüya görmüştüm. Rüyamda sizlerle Sultanın huzuruna
çıkmıştık ve yol arkadaşınız olmamı istemiştiniz. O günden beri hep
düşüncelerimde oldunuz. Sizle bir an önce tanışmayı arzulamıştım.
-
Meslektaş olduğunuzu da biliyorum. İyi bir
ustaymışsın.
-
Estağfurullah, sizin tırnağınız bile olamam.
-
Seni daha yakın tanımak istiyorum. Ömrüm olduğu
sürece seni yetiştirmek istiyorum. Hem mesleğinde seni ustaların ustası hem de
Sultanımızın en yakınında olmanı istiyorum. Eğer sen de razı isen.
-
Ricanız benim için emirdir efendim.
-
O zaman bugün dinlen, yarın bizim için yeni bir
milat başlıyor. Allah’ın izniyle yolumuzda emin adımlarla yürüyeceğiz. Allah yâr
ve yardımcımız olsun.
-
Âmin
-
Allah’a emanet ol Evlat!
-
Sağ olun Efendim, sizde.
{|{
Bozkırın kışı yoğun geçiyordu. Konya’ya sırt dayayan Toros
tepesinden eteklerine kadar bembeyaz kara büründü. Baharı bekliyorum menekşelerime
kavuşmak için…
Çok özledim. Birde Kırlangıç’a gidebilsem yüreğimin
ateşinin harını azaltabilirim belki. Ama çok zor! Bir fırsat bulabilsem, varıp
anama sarılsam…
Özlemler dağlarla yarışır oldu… Anamı özledim, babamı
özledim, kardeşlerimi özledim, ailemi özledim, köyümü özledim, arkadaşlarımı
özledim, menekşelerimi özledim… özledim de özledim…
Tandırımızı özledim, üstünde pişen yufkamı özledim, kınalı
kuzularımı özledim, kuzularımın sütünü, etini, yağını, yoğurdunu özledim…
özledim de özledim…
Dağdaki yılanları, kertenkeleleri, kaplumbağaları, havada
uçan kartalı, şahini, leyleği özledim… özledim de özledim…
Menekşelerimi, sümbülleri, nergisleri, kardelenleri, çiğdemleri…
Burcu burcu kokan kekiği, lavantayı, papatyayı özledim… özledim de özledim…
Şimdilik sandıklara kilitleyeceğim özlemleri… Zamanı geldi
miydi hepsini teker teker özgürlüklerine kavuşturacağım.
Konya’ya geldikten sonra tandırda yanan ateşin merkezine doğru
daha da yakınlaştığımı hissettim. Beni yakan ateşin yakınlarda olduğundan
eminim. Ne zaman karşı karşıya geleceğiz bilemiyorum. Bir de karşılaştığımızda
ne halde olacağımı…
{|{
Konya’da ikinci kışı geçirdik. Baharın çiçekleri kendini
göstermeye başladı. Meram Bağları burcu burcu kokuyor, o kokular Saray’a kadar yayılıyordu.
Eğitimimiz hızlı fakat sıkıntılı geçiyordu. Siyasi sıkıntı
bize de yansıyordu. Özellikle “Ahiler” üzerinde bir baskı oluşuyor, halk
arasında nefret duyguları aşılanıyordu.
Ahi Babamız;
-
Her ne olursa olsun, her kim karşı çıkarsa
çıksın, yolumuz Allah yolu, davamız Ahi yoludur. Son nefesi darağacında vermek
pahasına… diyordu.
Bu anlayışı biz kendimize yol eyledik. Her türlü sıkıntının
üstesinden gelmek için birliğimiz üzerine ant içtik.
Arkadaşlarımız en ince ayrıntıyı kaçırmadan eğitimini
alıyorlardı. Üzerimizdeki yükün, ağırlığın farkındayız.
Birbirimizin eksiğini gediğini tamamlayarak bir an önce
kutsal görevimizi ifa etmek istiyoruz. Çünkü her geçen gün bizim aleyhimize
çalışıyordu. Yurt çapında ne kadar hızlı dağılıp görevimizi icra edersek hem
siyasi otoritede sözüm devam edecek hem de iç ve dış mihraklarının seslerini
kesebiliriz belki.
Allah büyüktür.
Baş müderrisimiz Ahmet Hocamızın bu eğitimde çok büyük rolü
oluyor. Her günbatımında bizleri denetliyor, öğrendiklerimizi tekrar ettiriyor,
pekiştirmemizi sağlıyordu.
Haftada bir akşam da Ahi Babamız geniş kapsamlı
değerlendirme toplantısı yapıyordu. İkinci toplantı sonunda beni evine davet
etti.
-
Evlat artık sende benim oğlumsun. Fatima Hatun
anan, Musa senin abin, Sinan’da kardeşindir, dedi.
Bu söz beni oldukça bahtiyar etti. Emin ellerdeydim ve bana
çok değer veriliyordu. Ona göre, ben onun veliahdıydım. Normal eğitim dışında
beni yanına çağırıyor, eksikliklerimi tamamlıyordu.
Bana;
-
Evlat, Anadolu’nun Türk Yurdu olmasında
hepimizin üzerinde çok büyük görevler düşmektedir. Soyu sopu Türk olan kişi, bu görevi boynuna kılıçta vurulsa da son
damlasına kadar yürütmektedir. Erkeği, kadını, çoluk çocuğuyla bu kutsal görevi
üstlenmektedir. Bu topraklar Türk Toprağı olacak ve sonsuza dek Türk Toprağı
olarak kalacaktır. Sen, ben ve bizler kan ile sulanan bu toprakları Kelime-i
Şehadet’ in altında korumaya yemin ettik. Bu yemini tutmak bize farzdır.
Namusumuzdur, şerefimizdir, onurumuzdur. Günlerimiz sıkıntılı geçiyor. Maalesef
içte ve dışta bulunan mihraklar Türklerin Anadolu’ya yerleşmesini istememekle
birlikte milletimizi parçalamak ve çirkin oyunlarına alet etmek istiyorlar. Nefes
aldığım sürece buna müsaade etmeyeceğim. Nefesim kesilirse bu görevi sizler
yürüteceksiniz. Bir an önce yetişip Anadolu’nun ücra köşelerinde görev almanızı
istiyorum. Senden de özel isteklerim olacak. Çünkü sende kendimi görüyorum. Senin
güçlü bir yapıya kavuşmanı, düşmanların gözlerinde senden duyulan korkuyu
görmek istiyorum. Sağlığım el verdikçe hep yanında bir baba, bir usta, bir dost
olacağım… diyordu.
-
Size her daim bir evlat, bir kalfa, bir yiğit
olarak karşınızda ve yanınızda bulunmaktan şeref ve onur duyarım. Verdiğiniz
kutsal görevi de canım pahasına, darağacında sallanmak pahasına, Allah’ın
adıyla yerine getireceğimden şüpheniz olmasın Efendim.
Sırtımı
sıvazladı,
-Senden emin olmasam sen şu anda burada olmazdın, dedi.
-
Sağ olun efendim!
-
Bu arada akşam Fatima Annen seni bekliyor. Sinan
kardeşin de özlemiş, seni soruyor. Artık sen de ailedensin. Ailenle irtibatını
koparma, ipimize sımsıkı sarıl Evlat!
-
Başüstüne Efendim.
Ahi Babamın iki oğlu var; büyük oğlu Musa, küçüğü Sinan.
Sinan benden on yaş küçük. (Ahi) Musa Abi ise benden yirmi üç yaş büyük. Fatima
Anne ise Evhadüddin Hamid Kirmani’nin kızı ve Baciyan-i Rumi teşkilatının da
kurucusu…
Musa Ağabey babasının yolunda yürüyor, debbağ… Ustalığını
en iyi, en güzel şekilde yürütüyor. Konya Debbağ Zaviyesinin de başkanı. Sinan
kardeşim on bir yaşında. Benim küçüklüğüme benziyor. Hırslı, azimli, inançlı;
Ahilik yolunda bir “yiğit” adayı.
Saray Bahçesi içerisinde, Sultan tarafından Ahi Babamızın
ailesine tahsis edilmiş bir konak var.Boş olduğum vakitlerde konağa, ziyaretlerine
gidiyorum. Sağ olsunlar, beni evlatları olarak gördükleri için her türlü maddi
ve manevi destekği esirgemiyorlar. Memleket, anne baba, aile hasretini
aratmıyorlardı.
Sinan beni görünce boynuma atlar, bir ağabey – kardeş
edasında güreşirdik. Çok akıllı, yaşına göre bilgisi fazla. O da bizim gibi
debbağ ustası olmak istiyor. Eğitimlerde yanıma gelip benden feyiz alıyor. Mümkün
olsa benden hiç ayrılmayacak… Siyasi havanın bozulması onu da rahatsız ediyor.
Çünkü saltanata yakınlık çoğu zaman isyanlarda, bozulmalarda ters etki ediyor.
Aile fertleri olarak hepimiz bu durumun farkındayız. Hava
bulutlandı mıydı kenetleniyoruz. Kirli yağmurların, aside olmuş fırtınaların
aramıza girmesine izin vermiyoruz.
-
Vuslat Ağam, bugün bana köyünden bahseder misin?
-
Tabi ki Sinan!
-
Ama Kırlangıç Dağındaki menekşeleri unutma!
Nasıl unuturum. Hayatımı toz duman eden, biyolojik yapımı
bozan menekşeleri nasıl unuturum?
Sinan, Kayseri’de doğmuş fakat yaşının küçük olması
nedeniyle hatırlamıyor. Konya da bir bozkır şehri fakat başkent olduğu için o
yalın halini göstermemekte. Ben anlattıkça sanki hayatının bir kısmını
Kabadurak’ta geçirmiş gibi hayal ediyor. Hatıralarım ona masal ve hikâye tadı
veriyor.
Doğumumdan bugüne kadar olan süreci hatırladıkça
hikâyelerde kendimi buluyorum.
-
Tan vakti Kırlangıç’ın tepesindeyim… Köyümüzün
üstünde hafiften sis bulutu. Ağgöl sanki altına ateş atmış kazan misali buhar
kaynatıyordu. Ramazan ile Mehmet Ali sırtını kayanın yosunsuz tarafına dayamış
kestiriyorlardı. Yılanlar kış uykusundan yeni uyanmışlardı. Bu sebeple derileri
yağsız ve en iyi işlenebilir halde oluyordu. Özellikle Bozyılan’ın derisi öyle
motifli ki kemer de yapsan, kuşakta yapsan kapanın elinde kalır. Ama ben satmak
için değil dostlarıma bir hatıra vermek için avlardım.
-
Şiitt… Ramazan,
Mehmet Ali! Kıpırdamayın!
Sabahın
çiğ taneleri öyle bir desen oluşturmuş ki derisinde, motiflerle birleşince
muazzam bir tablo çiziyordu.
Ucu
çatallı değneği yılanın sürmüş olduğu hafif nemli izi takip ederek birden
üstüne boğa misali çullandım. Bir elim kafasına, bir elim ise kuyruğunda iki
karış yukarı mesafe de tutuverdim.
-
Uyuyun oğlum uyuyun! Mandalar Ağgöl’e ulaştı, sizleri
bekler… Bakın bakalım kime hediyem olsun…
Şansım
yaver gitmişti bu sefer. Tek başıma yakalamıştım soyka yılanı… İlk başta bir
heyecan veya bir korku vardı ama önüme birden çıkınca, bir de arkadaşlarımın o
anda ayakta olmamaları beni cesaretlendirmişti.
-
Başını ezdikten sonra kellesini kesip attım.
Şöyle uzun bir kayanın üzerine sırttan yatırdım. Elimle karnından aşağı hafiften
hafiften ovalayarak derinin yumuşamasını sağladım. Bizim manda sürüsü, yaptığım
hareketlere hayretle bakıyorlardı. Gece bilediğim çakımı boyun kısmından
açtığım açı ile aşağı doğru bir çizgi halinde inerek deriyi açtım. Bağırsak
kısmını ve sakatatlarını çıkarttım birkaç adım ilerisine attım. Kokusuna şimdi
ovadaki şahinler kopar gelirler. Yanımda her zaman bir kese tuz bulunurdu.
Derinin iç yüzünü temizlikten sonra boydan tuzu serptim. İki parmağım ile
hafiften okşaya okşaya gezindim. Kısa bir süre sonra dış yüzeyi dışta olacak
şekilde büklüm haline getirdim. Artık elimde ham bir Boz Yılan derisi vardı.
-
Vuslat ağam, babamdan izin alsak da bir gün biz de
burada yılan avlasak olur mu?
-
Neden olmasın ! Meram Bağlarının yukarılarında
kayalık alanlarda yılanlar olduğunu duydum. Yalnız müsait bir zaman gerekiyor.
Babamızdan da izin alırsak bir gün birkaç arkadaş alırız yanımıza; hem yılan
avlarız, hem de -köyümün topraklarındaki gibi olmaz ama- en azından biraz
hasreti başımızdan savuştururuz.
Sinan’ın içine bir heyecan dolmuş olmalıydı. Bir an önce o
söz verdiğimiz zamanı bekliyordu. Büyük bir neşe içinde benden müsaade aldı ve
bu güzel hayali rüyalarında süslemek istiyordu.
Bana tahsis ettikleri bir oda vardı. Küçük fakat şirin bir
oda idi. Ailenin efradı olarak göründüğüm için rahatlıkla konağa girip
çıkıyordum. Ama konağa girip çıktıkça özlemlerim kabarıyordu.
Açmayın benim hasret kokan yüreğimi !
Bir başlarsam Kabadurak’ın tozlu yollarından, kendimi
kaybederim Kırlangıçtaki menekşelerde.
Ooof of of.
{|{