5.BÖLÜM
DENİZLİ’NİN YOLLARI
b)
İlk
Ateş
1245 Ağustos – DENİZLİ
Denizli horozlarının ötmeye başlamasıyla yola koyulduk.
Kınıklı Köyü Kaleiçi’nden iki fersah güneye düşüyormuş. Öğlenden önce köye
varırız inşallah. Kınıklı köyünde hayvan pazarı ve mezbaha mevcutmuş. Canlı
hayvanlar ve alacağımız ham deriler üzerinde ders nitelikli bilgi vereceğim. Yanımda
Sinan ve atölyemde yetiştirdiğim yiğitlerim var.
Söyleyin bana! Ahi Babamızın sözlerine katılmamak mümkün mü?
“Cenab-ı Allah,
tekkesine kapanmış, dünyadan elini eteğini çekmiş, sofuluğu emretmiyor, Allah’ın rızasını almak
için hayatını kazanmak için diyar diyar dolaşmak ve her sanat ve zanaatı
öğrenerek, öğrendiklerini de insanoğluna öğretmek gerekiyor.”…
Bizim felsefemiz de budur. Amacımız tekkeleri bilim ve ilim
yuvası yapmaktır. Karanlıklara teslim etmek değildir. Karanlıkların güçlerine
piyon olmamaktır. Eğer biz bu toprakları, kanımızın son damlasına kadar
kazıyarak aldıysak yine bu toprakları kanımızın son damlasına kadar korumasını
da biliriz.
Ey Ulu Hakanlar, Ulu Kağanlar, Ulu Hanlar! Türk’ün gücünü
düşmana Çin Seddi çektirerek durdurulamayacağını göstermiş olan bir milletin
torunları olarak; değil Anadolu topraklarına set çekmek bir karış kanlı
toprağımıza göz diken soysuzu köpek leşinden beter yapacağımıza dair Türk’ün
kutsal şerefi ve namusu üzerine yemin ederiz!
{|{
Köy, hafif eğimli bir yamaçta,
yeşillikler içerisinde, bahçeler içerisinde, gül kokuları arasında… Bu arada yüreğime bir sızı girdi. İnce,
sürekli bir sızı… Bir taşa oturmaya çalıştım.
-
Vuslat Ağam! Hayırdır ne oldu sana? Dur bir
kolunu ver bana, şöyle ağırdan oturuver!
-
Tamam Sinan’ım. Biraz kollarımı, bileklerimden
beri hafif hafif ovuver. Kalbime bir sızı girdi. Anlayamadım.
-
Böyle iyi oluyor mu? Başka yapacağım bir şey var
mı ağam?
-
Sağ ol Sinan’ım. Faydası oldu. Biraz dinlenelim,
sonra yola devam ederiz.
“Geçmiş
olsun ustam!” dedi yiğitlerim. “Sağ olun yiğitlerim.” dedim onlara.
Sanki köyden bir işaret, bir emare geldi ve kalbime
saplanıvermişti; o an anlayamadım. Bu
yaşıma kadar vücudumda herhangi bir azamda bir ağrı, sızı olmamıştı.Fakat
özellikle Kırlangıç’ın menekşeleri beni mest ederdi. Onları görmezsem yüreğim
sızlardı. Eğer özlediysem onları gece de olsa dağlara gider özlemimi
giderirdim. Bugünkü sızı farklıydı. Bende ağır bir hasar bıraktı. Hayırdır
inşallah diyelim hayrolsun… Bilemedim neyim olduğunu…
Biraz dinlendikten sonra köye girdik ve ilk önce muhtarla
tanıştık. Muhtar, Salih Ağa imiş; elli küsur yaşında, hafif kırlaşmış saçı ve
sakalı ile bizi hoş karşıladı. Konağına davet etti. Bize soğuk yayık ayranı
ikram ettiler. Misafirperverlikte kusur etmediler. Sonra muhtar Salih Ağa ile
beraber ilk önce hayvan pazarına gittik. Denizli’nin civar kazalar ve
köylerinden getirilen büyükbaş ve küçükbaş hayvanların alıcılarıyla
buluştukları yerdi. Pazarın ucu bucağı görünmüyordu. Her çeşitten, her cinsten
büyükbaş ve küçükbaş hayvanlar mevcuttu.
Talebelerime en iyi derinin hangi hayvandan çıkacağını,
hayvanın nasıl beslenmesi gerektiğini, kısacası ham deri önümüze gelmeden önce canlı
deride bulunması gereken özellikleri canlı canlı anlattım. Talebelerim pür
dikkat dinlediler. Kalbimdeki sızı nedeniyle de kısa ve öz anlattım. Çünkü daha
mezbahaya gideceğiz ve hayvanların kesimine tanık olacağız.
İkindi ezanı ile çalışmamız bitmişti. Mezbahadan iki eşek
yükü ham deri aldık. Onları atölyede kullanacağım. Muhtar Salih Ağa konağına
davet etti ve tandırda et yaptırdığını söyledi. Kıramadım. Yalnız akşam olmadan
yola düşmemiz gerekiyor. Tekrar Muhtar Salih Ağanın konağı vardık.
{|{
“Bilemezdim
o ateş bir gün beni yanmaktan beter edeceğini.”
Bahçedeki testiden su içmek için çardağın köşesine varırken
birden göz göze geliverdik. Anlatılmaz, yaşanır denilir normalde ama ben
anlatacağım. Gözlerindeki ateş şimşek gibi yakıverdi. Allah’ım beni ateşte
yakma için mi yarattın? Artık acılara dayanamıyorum. Sana dua ederken hep;
Ey güneşi doğudan doğurup batıdan batıran…
Ey ovaları büklüm büklüm büküp dağları
yaratan…
Ey milyonlarca canlının, “bana kulluk
ediyorlar” diye geçmiş günahlarını affeden…
Ey Er-Rahmân, (Esirgeyici)
Ey Er-Rahîm, (Bağışlayıcı)
Ey El-Gaffâr, (Mağrifeti pek çok)
Ey El-Vehhâb (Her türlü nimeti devamlı
bağışlayan)
Ey El-Kerîm, (Lütfu ve keremi çok bol,
çok geniş)
Ey Es-Sâmed, (İhtiyaçları ve sıkıntıları
gideren tek merci)
Ey El-Evvel, (İlk)
Ey El-Ahir, (Son)
Ey doksan dokuz güzel ismi kendinde toplayan
“Esmâü’l-Hüsnâ”
Bir garip kulundum. Ellerim sadece senin rızan için, sadece senin için semaya kalkar, sadece sana
kulluk eder… Beni dünyanın en güzeli ile mi imtihan ediyorsun? Allah’ım
insanları yaratırken neden herkesi aynı renkte, aynı şekilde, aynı güzellikte
yaratmadın? Allah’ım beni sabır ile mi ölçüyorsun! Dayanacak gücüm kalmadı! Ellerim,
ayaklarım boşaldı… Bugüne kadar gördüklerim, duyduklarım, yaşadıklarım hepsi
hikâye oldu… Bugün beni yeniden yarattın. Dünyayı başa çevirip bana ateşin ilk
buluşmasını mı göstermek istedin? Yoksa bana aşkı nasıl yarattığını mı
göstermek istedin? Allah’ım ben bir garip kulunum! Bana kaldıramayacağımdan
fazla yük yükleme!
Gözler menekşeleri kıskandıracak gözler… Dünyadaki tüm
menekşeleri topla böyle bir rengi oluşturamazlar… Dünyadaki tüm çiçekleri bir
araya getir böyle göz yok Allah’ım…
-
Ağam bu testinin suyu daha soğuk!
Vücudumda
ne kadar aza varsa hepsi çözülüverdi. İliklerim boşaldı. Acaba ölürken bu kadar
acı çeker miyim?
Ey on sekiz bin âlemin Yaratıcısı! Sana hep Peygamberimizin
duası ile niyaz ederdim;"Allah'ım sevgini ve seni sevenin sevgisini
ve seni sevmeye beni yaklaştıranın sevgisini bana nasip et." Yoksa
dualarımı makamında kabul mü ettin ?
Ey gözleri bin güzele bedel olan dilber! Ey bir bakışı ile
bin defa öldüren dilber! Ey on sekiz bin âlemde bir tane olan dilber! Ey uğruna
değil bir gün değil bin yıl kölesi olunacak dilber! Ey uğruna âlemdeki tüm gülleri
yollarına serilecek dilber! Ey uğruna âlemdeki tüm bülbülleri yoluna serenat
yaptıran dilber! Ey uğruna bir kere doğulup bin kere kurban olunacak dilber! Ey
Aslıları, Züleyhaları, Zühreleri, Şirinleri bir celsede silen dilber! Allah
kendi yüzünü insanların en sevdiklerinin yüzünde gösterirken, ey Allah’ın güzelliğini
kendinde gösteren dilber!
Acaba ölsem bu kadar
acıyı çeker miyim?
Ey gönül! Ey kalbim! Ey derdi binken sonsuz dertler eklenen
yüreğim! Ey garibim! Ey Allah’ın en garip kulu! Sen bana Allah’ın kutsal
emanetisin. Sana haksızlık yaptım. Sana acıların en acısı ile tattırdım… Keşke
bende olmayaydın, ah kalbim!
{|{
Eve varıncaya kadar kendime
gelemedim. İyi olmayışımı Sinan ile talebelerim yolda geçirdiğim kalp
rahatsızlığına bağlamışlar. Anladım ki o anki sıkıntı, onunla karşılaşacağıma
dair bir işaretti.
Ne diyeyim sana… Adını da öğrenemedim. Taaa Kırşehri’nin
Kabadurak Köyü neresi Denizli’nin Kınıklı Köyü neresi…
Allah’ım yoksa yazgımı burada mı
yazdın? Sana inanmayan taş kesilsin Allah’ım! Sen nelere kadirsin!
Kırlangıç’ın menekşeleri beni bu
kadar sarsmamıştı. Yüreğimdeki ateş artık son seviyede… Hiçbir ilaç yarama
derman olmaz bundan böyle. Ne tabipler gelsin ne tabipler gitsin artık. Yarama
derman olmayan tabip benden kırk fersah uzak dursun.
Uykular haram oldu… Günler
geceler geçmez oldu. Zamana karşı durmam lazım. Zaman bitmesin, geçmesin, yelkovanlar
akrepleri kovalamasın…
Şimdiden onu bir daha görmek
için planlar, programlar yapmaya başladım. Nasıl gitsem, ne zaman gitsem, nasıl
izin alsam, kiminle gitsem, ne bahaneler uydursam?…
Kimle dertleşsem bilemiyorum.
Sinan benim en iyi dert ortağımdı. Onunla birbirimize her şeyimizi
paylaşıyorduk. Ama henüz ikimizin de başında sevda rüzgârı esmemişti. Ona nasıl
söyleyecektim. Çocuklaştım iyicene.
Yaramaz bir çocuk oldum.
Onu göreli henüz bir gün bile
tamamlanmamıştı. Ama bana yüzyıl gibi geçmişti. Akşam Sinan’a açmam lazım.
Onunla dertleşmem, ondan yardım almam lazım.
Akşam yemeğinden sonra Sinan’a
konağın bahçesinde konuşmak isteğimi söyledim. Beni hiçbir zaman kırmazdı.
Hemen olur dedi. Yemekten sonra bahçede buluştuk.
-
Sinan bugün seninle bir şeyler paylaşacağım ama
aramızda kalacak.
-
Olur mu ağam? Söylemesini istemediğin kelimeleri bugüne kadar başkasının ağzından
duydun ağam! ????
-
Estağfurullah Sinan. Yine de temin edeyim de,
çünkü benim özelim. Sadece seninle paylaşmak istedim.
-
Tamam ağam.
-
Sinan, ben karasevdaya tutuldum.
-
Sen ne söylersin ağam?
-
Maalesef Sinan. Dünden beri gözlerime uyku
girmedi. Bugünkü halimi görmedin mi, atölyede kendimi doğru dürüst derse bile
veremedim.
-
Fark ettim ağam. Ben de “neyin var” diye
soracaktım!
-
Dün gittiğimiz Kınıklı Köyü var ya?
-
Evet!
-
Köyde Muhtarın konağında misafir olmuştuk ya?
-
Evet ağam!
-
İşte orda gördüm onu!
-
Kimi ağam?
-
Onu işte anlasana!
-
Kimi ağam?
-
Beni yakanı!
-
Seni kim yaktı ağam ?
-
Bahçede gördüğüm güzel, beni yakan…
-
Ne diyorsun ağam, yoksa vuruldun mu?
-
Ne vurulması Sinan, bin parçaya bölündüm…
-
Eyvah eyvah… Ağam sen karasevdaya tutulmuşsun…
-
Ya ben ne dedim Sinan?
-
Eyvah ki eyvah…
-
Hem de nasıl eyvah…
-
Bundan sonra n’olacak?
-
Ben de bilmiyorum. Bana fikir ver, bana yardım
et !
-
Nasıl yardım edeyim Ağam?
-
Bilmiyorum Sinan bana yardımcı ol!
-
Peki ağam. Önce sakin olalım. Sonra ne
yapacağımıza karar verelim.
-
Doğru söylüyorsun Sinan. Ama ben bu gece nasıl
uyacağım?
-
He heh heh! Ağam âşık olmuş…
-
Sinan!
-
Tamam Ağam…
-
Sabah olsun, hayrolsun… Gece bir fikir buluruz…
Yarın onu tekrar görmem gerekiyor.
-
Doğru söylersin ağam.
-
Sabah ola hayrola…
{|{
O gece nasıl sabahladığımı bir
Allah bilir bir de odanın döşemeleri… Sabaha
kadar üzerlerinde dolaşa dolaşa hepsinin uzunluğunu, odada kaç tane olduklarını,
ezberleye ezberleye hatmettim. Ama
planımı da yaptım. Öğlen arası komşumuzun atıyla yanıma Sinan’ı da alıp
gideceğim. Bahanem de aldığımız derilerden bazılarının çürümeye başlamış olması
olacaktı. Hayvanlarda hastalık olup olmadığını kontrol ettireceğiz. Ahi
Babamdan izin almıştım. Sinan’la da anlaştık. Tek atla öğlen arası köye gidip
geleceğiz…
Zaman geçmez oldu. Rüzgârın
aldığı yel yanağımdan öyle yavaş, pamuk yumuşaklığında geçiyordu ki sanki
benimle konuşur gibiydi… Ata
binmemizle yola çıkmamız bir oldu.
-
Ağam ağır olsak, biraz ağır gitsek olmaz mı?
-
Yok Sinan, zamandan önce güzelimi görmem lazım!
-
Zamanla yarışabilir misin ağam?
-
Bak bakalım nasıl yarışıyorum!
Atın yelesine sağa sola dalgalanma fırsatı bile vermiyordum. Soluğumu alıyordum geriye vermeden yenisini
alıyordum. Zamana karşı koymam, zamanı yenmem lazım.
Köy, görüş mesafeme giriverdi. Belki normal yolculuktan iki
kat daha hızla giderek yol mesafesini yarı yarıya indirmiştim. Şöyle bir arkama
baktığımda kaldırdığım duman kesik kesikti. Yoldaki tozlar hızıma öyle yavaş
kalmışlar ki yarıdan fazlası kalkmadan yerlerine oturmuştu. Neyse Muhtarın
bahçesine girmeden önce yavaşladım. Bahçenin uzun yüksek duvarından bakmak zor
oluyordu. Oldukça yüksekmiş, bir sarmaşıklar daha da uzatmış. Attan ağır bir şekilde inerek dış bahçenin
tahta kapısını çaldım.
-
Sinan onu görünce olur ya kendimi kaybedersem,
dilim filan tutulursa beni arkadan çimdikle olur mu?
-
Tamam ağam, hem yanındayım hem de arkanda!
-
Sağ ol…
Kapı
ağırdan açılıverdi.
-
Buyrun Ağam. Muhtar Babam evde değil ama
diyeceğiniz varsa söyleyeyim.
Tutulup
kalmıştım. Orta yerde kalıverdim. Sinan’ın beni uyarması ile biraz kendime
geldim.
-
Şeyyy… Bizler önceki gün gelmiştik. Hatırlar
mısınız, şehirden talebeleri getirmiştim. Bizi misafir etmiştiniz.
-
Hatırlamaz mıyım ağam. Muhtar Babam yok. Öğlen
namazını camide kılıp gelecek. İsterseniz köy odasında sizleri misafir edeyim.
Babama da haber salayım. Olur mu?
Bir şey diyemedim. Kafamı
salladım sadece. Bizi bahçedeki köyün misafirlerine ayrılan köy odasına
götürdü. Allah’ım o ne gözler, bir ömre bedel! Allah’ım o ne kaşlardı öyle,
kalem gibi! Allah’ım zülüfler, yüreğime dalga dalga akıyor. Allah’ım, kelimeler
dökülürken kalbimi yakarak geçiyor. Allah’ım o ne endam öyle! Boyuna bosuna
kurban!
Bizleri köy odasına götürdü.
-
Ustam ayran mı içersiniz yoksa soğuk su mu?
Gözlerine baktım baktım, daldım deryalara… Uçsuz bucaksız
deryalara… Kaybettin beni deryalarda. Nasıl dönerim? Kaybolmaz mıyım? Elini
uzatır mısın, çeksen beni, götürsen beni, Kırlangıcın menekşeleri arasına
götürsen beni…
-
Şey ayran olursa memnun kalırız, dedi Sinan…
-
Ağam tutuldun yine, diye seslendi yüreğime
Sinan.
-
Şeeyy ayran alalım, eğer zahmet olmazsa! Bu
arada ismini bağışlar mısın ?
-
Ne zahmeti Ustam ! Adım Menekşe
Menek…şe…şe…şe…şe…
Menekşe…şe…şe…şe…
Kulağım kapandı birden… Duymaz oldum. Uğultular beynimde
zonkluyordu. Sanki Menekşe der gibiydi…
Menekşe mi?
Menekşe mi?
Menekşe mi?
{|{
İyiden iyiye dünyanın en güzel
duygusu olan “AŞK” beni tesiri altına almıştı. Aşk insanın başını döndürürmüş
ya ne baş kaldı, ne de göz…
Atölyede ve konakta hâlimi fazla
belirtmemeye çalışsam da aşk beni benden aldı. Ne doğru dürüst konuşabiliyorum
ne de günlük hayatımı idame ettirebiliyorum. Sarhoş misaliyim. Gecem gündüzüme
karıştı.
Dudaklarımdan çıkan tek kelime, “MENEKŞE”… Demek ki boşu
boşuna Kırlangıcın menekşelerine âşık olmamışım. Onlar da boşu boşuna bana âşık
olmamışlar… Ama şimdi ne olacak? Menekşe’nin gözleri mor menekşe… Ben ise tüm
menekşelere âşıktım. Birini sevmesem hepsi bana küserdi. Hepsine ayrı ayrı
şefkat gösterirdim. Birini unutsam hepsi birden boyunlarını bükerlerdi.
Ben şimdi ne yapacağım? Allah’ım sen bana yardım et! Beni
çaresiz bırakma! Beni çaresizlikler içerisinde elimi kolumu çaresiz bırakma! Allah’ım
benim aklıma sahip olmam için bana dayanma gücü ver! Sabır ver! Sabır ver!
Sabır ver!...
Konaktakiler bende bir tuhaflık olduğunu farkına varmışlar,
Sinan’ın ağzını arıyorlarmış. Sinan ise sözüne sadık bir kardeşim olarak sır
vermiyormuş. Ahi Babam bir akşam beni yanına çağırdı.
-
Evladım birkaç gündür sende bir değişiklik
görüyorum. Biliyorum köy hasreti, ana baba hasreti seni tutsak almıştır. Yıllardır
bu hasretlik devam ederken hiç böyle olmamıştın. Allah izin verirse baharı
çıkartırsak hep beraber Kırşehri’ne gideceğimizi söylemiştim sana. Ama bu halin
beni üzüyor. Bilmediğim başka bir şey varsa anlat oğulum. Derdini söylemeyen
derman bulamaz.
-
Estağfurullah Efendim. Herhangi bir sorunum yok
belki buraya alışamadık, yer değişikliğinden olabilir.
-
Pek öyle görmedim ama. Neyse bir sıkıntın varsa
beraber çözelim evlat.
-
Peki efendim. Teşekkür ederim, ilginiz ve
alakanız için.
Odama
girerken Fatîma Ana beni kapıda durdurdu.
-
Evladım ben senin anan sayılırım. Ahi Babana
açılamamış olabilirsin ama ben sende bir haller olduğunu fark ettim ve izlenimlerime
göre sen bir dilbere âşık olmuşsun.
-
Fatîma Ana!
-
Yok oğul, derdini söylemeyen derman bulamaz. Ben
anayım ve evladımda ne haller olduğunun farkına varırım.
-
Gözünden hiçbir şey kaçmıyor demek ki!
-
Söyle bakalım kim bu aklını başından alan?
-
Şeeey, Kınıklı köyünde. Muhtarın kızı…
-
Sevindim… Ben de oğlumuzun mürüvvetini ne zaman
göreceğiz diye hayıflanıyordum.
-
Biliyorsun ana, yolumuzda engeller çıktı,
ummadığımız işkencelere, hareketlere maruz kaldık.