Gözümün  nuru  gönlümün  süruru  biricik  torunum  canın  Elif  Nur’um.

Biliyorum ki  bu  mektubu  şimdi  okuyamayacaksın. Ama  okuyacağın  günler  de çok  uzak  değil. İnşallah  seneye  başlarsın  sen  de  ‘’Ali  ata  bak’’  Demeye.  Ama  sanırım  şimdi  ‘’Ali  Ata  bak’’  değil  de ‘’Ela  ile  Lale,  el ele’’  Diye  yazdırıyorlar  ilk  olarak.

 Sonra?  Sonra da büyür  kocaman  bir  kız  olur  ve  ben  hayatta  olayım  veya  olmayayım  ‘’Aaa  benim  resmim bu’’  dersin  bu  mektubu  görünce…

Evet…Kocaman  bir  kız  olduğunda  artık  ‘’Aaa  benim yesmim’’  diyecek  halin  yok  elbette.  O  zaman  R harflerini  de  söylemeye  başlamış  olursun mutlaka  ve  ben  hayatta  olayım  ya  da  olmayayım  ‘’Acaba  dedem  ne  yazmış’’ Diye  merak  edersin  mutlaka  değil  mi?

Canım  Elif’im !

Sen  büyüyüp  koskocaman  bir  kız  olduğunda artık  ‘’mektup’’ kelimesi  de  dilimizden  tamamen  çıkmış  olur  ama olsun.  Sen  de  e- posta  olarak  okursun  o  zaman.

Sana  önce  bu  gün  şahit  olduğum  bir  olayı ve  hemen  arkasından  bir anımı  anlatacağım.

Bu  gün  belediye  otobüsüyle  Kadıköy’e  giderken otobüsümüz bir  durakta  durdu.  O  duraktan  her  zaman  bir  hayli  yolcu  binerdi  ki  bu  gün  de  aynı  şey oldu.  Ama  otobüse  binen  insanlar değildi  benim  ilgilendiğim  şey.  Ben  duraktaki  manzaranın seyrine  dalmıştım.

Duraktaki  oturacak  yerlerden birinde kuyruğu  kesik  bir  kedi  uzanıyordu.  Hemen  yanındaki  yere  de  yirmi  yaşlarında  bir  kız  geldi  oturdu  ve  kuyruğu  kesik  kediye  elini  uzattı.  Kedi,  kızın  kendisine  el  uzattığını  görünce  kafasını  uzattı  kıza.  Kız kedinin  kafasını  okşamaya  başladı. Ben  ‘’Allah  Allah… Bu  kedinin  kuyruğu  kesik. Bir  kedinin  kuyruğunu  kim  keser  ki?  Mutlaka  insanlardır.  Öyle  olduğu  halde  kedi  insanlardan  kaçacağına tam  tersine  kıza  sokuluyor’’ Diye  düşünüyordum.  Hatta kız kafasını okşamaya  başlayınca  kedi  geldi  kızın kucağına  oturdu.   Görsen sen  de  şaşardın.  Sanki  kırk  yıllık  dost  gibiydiler.  Şimdi  sorsam  sana  ‘’ Niçin  böyle  oldu?’’  Diye,  eminim  o  minicik  yüreğinle ‘’ Çünkü  kızın kendisini  sevdiğini  anladı’’  dersin.

Evet…henüz  ‘ ‘Sevginin  dili ’’  gibi  süslü cümleleri  kuramayacak  kadar  küçüksün  ama bir  kedinin  - kuyruğunu insanlar  kesmiş  olsa  bile- kendisine  dostluk  elini  uzatan  birinden  kaçmamasını  sevgi  denen  o  yüce  duyguya  bağlayacağın  kesin.

İşte  bir  kaç  saniye  süren  bu  manzara   çok  duygulandırdı beni.  Gözlerim  yaşardı  desem  yalan  olmaz  ama  gözlerimin  yaşarması  sadece  bu  sahne  sebebiyle  değildi. Sen  daha  dünyaya  gelmeden  önceki  yıllarda  yaşadığım  bir  olay  geldi  aklıma.

Sen  henüz  dünyaya  gelmemiştin.  Annen  bile  on  dört yaşında  ancak  vardı.  İşte  o  günlerde anneannenle  neredeyse  her  gün  kavga  ediyorduk.  Yok yok  korkma.  Öyle  sokaklarda  çocukların  yaptığı  gibi  tekme,  tokat,  yumruklu  bir  kavga  değildi. Hatta  öylesine  sessiz  kavga  ediyorduk  ki  komşularımız  bile  bizim  kavga  ettiğimizi  bilmiyor  ve  her  ortamda  anneannenle  beni  örnek  çift  olarak  gösteriyorlardı.  Çünkü  dışarıya  karşı  örnek  bir  aileydik.  El  alem  denen  o  bizim  hanemiz  dışındaki  insanlardan çok  çekinir,  aman  onlar  duymasın  diye  sessiz  sessiz  bağrışır  çığrışırdık da  her  şeyi duyan,  işiten  Allah’tan  hiç  mi  hiç  korkmazdık,  çekinmezdik.

Haaa.  Unutmadın  değil  mi  sana  Allah’ın  her  şey  duyduğunu,  işittiğini,  gördüğünü,  hatta  kalbimizden  geçenleri  bile  bildiğini  söylediğimi? Yok  unutmazsın.  Akıllı  kızsındır  sen.

Her  neyse..İşte  bu  yirmi beş  senelik  evliliğin  çatırdadığı  ve  her  gün  anneannenle  münakaşa  ettiğimiz  yıllarda  gerek  annen,  gerekse  dayıların artık  sevgi  ve  saygının  kalmadığı  bu  evde  durmak  istemiyorlar,  sabah  kendilerini  sokağa  bir  attılar mı  artık  gece  yarılarında  biz  uykudayken  eve  geliyorlardı. En  azından  dayıların  anne  baba  sevgisine  ihtiyaç  duyacak  yaşı  çoktan  aşmışlardı  ama  elbette  ki  huzur  herkesin  ihtiyaç  duyduğu  bir  şeydi  ve  işte  o,  bizim  hanemizde  yoktu.

Neden  mi  böyle  oluyordu?  İşte  onu  anlaman mümkün  değil.  O bakımdan  o  kısmı  geçiyorum.

Anneannenle  benim  aramdaki  sevgisizlik  ve  saygısızlık  annene  ve  dayılarına  da  bulaştı  ve  onlar da artık  birbirlerini  sevmez  oldular.  Ama  güzel  torunum  sevgisiz  yaşanmıyordu.

İşte  bu  sevgisizliğin  tüm  aileyi  boğduğu  günlerde bir  gün  evin  bahçesinde  minicik  bir  ses  duydum : ‘’Hevvv  hevvv  hevvv’’  Merakla  balkona  çıktığımda  ne  görsem  iyi?  Minnacık  ve  simsiyah  bir  köpek.  Aynen resimde  senin  ellerindeki  kedi  gibi  simsiyah  ve  ancak  senin  ellerindeki  o  kedi  büyüklüğünde, hatta  ondan  da  küçük,  oyuncak  köpek  gibi  bir  şey.  Kendi  minnacık  ama  kulakları  kocamandı. O kulaklar  yerleri  süpürüyordu  adeta.  Yukarıdaki  resimdeki  siyah  köpeğe  benzemekle  birlikte  tam  olarak o  değildi.

Minik köpek  cins  bir  köpekti  ve  belli  ki  tatil  için  Fethiye’ye  gelen  tatilciler  bir  müddet  sevmişler,  beslemişler  sonra  da  Antalya- Fethiye-  Dalaman  yolu yakınında  olan  bizim  evin  civarlarında bir  yerlerde  sokağa  salmışlardı.  Maalesef  bunu  hep  yapıyorlardı.

Her  neyse…

Dayıların  ve  annen  artık  sevecek,  sevgilerini  verebilecek  bir  canlı  bulmuşlardı. Günlerinin  çoğunu  artık  bu  ‘’Şapşal’’  adını  verdikleri  simsiyah,  minicik  köpekle  geçiriyorlardı. Ben  ne  zaman  anneannenle  münakaşaya  başlasam  annen  ve  dayıların  soluğu  bahçede  Şapşal’ın  yanında  alıyorlardı. İşin  garibi  ben  ve  anneannen  de  birbirimize  gösteremediğimiz sevgiyi  Şapşal’a  sunuyorduk.

Şapşal  gerçekten  de  şapşal  bir  köpekti  aslında.  Çünkü  biz  orta direk  bir  aileydik. Ona  ekmekten  başka  verebilecek  bir  şeyimiz  yoktu.  Oysa  başka  komşulara  gitseydi   çok  daha  iyi  yiyeceklerle, köpek  mamalarıyla  beslenebilirdi  ama  gitmedi. Gitmeyince  de  bizimle  birlikte  taze  fasulye,  salatalık,  domates, kabak  mücver,  hatta un  helvası bile  yemeye  alıştı.

Hani  güya  peygamberimizin  bir  hadisi  var  ya…Pardon  sen henüz  ‘’peygamberimiz,  hadis’’ gibi  kavramları  da  bilmezsin.  Hatta  kavram  ne  onu  da  bilmezsin  ama  anlayacağını sanıyorum  yine  de… Hani  denmiş  ya  güya  ‘’ Köpek  giren  eve melek  girmez’’  Diye, işte  biz  buna  aldırmadık.  Çünkü  zaten  bizimki  gibi  bir  evde  meleklerin  ne  işi  vardı  ki.  O  yüzden  Şapşal’ı  eve  de  alıyorduk.  En  azından  anneannenle  ben  ‘’Senin  yüzündennnn’’  Diye  kavgaya  başlayacağımızda  ‘’ Hevv  hevvv  hevvv’’  dediği  anda  münakaşayı  kesip  ‘’ ne  oldu oğlum,  acıktın  mı ?’’  diye  soruyor,  onunla  ilgileniyor  ve  kavgayı  o  dışarıda  olduğu  saatlere  erteliyorduk.

Şapşal,  kısa süre  içinde  evin  gözbebeği  oldu. Sadece  özürlü  bir  çocuk  olan  Yunus  dayın  sevemedi  Şapşal’ı.  Çünkü  oldum  olası  suratının kocaman kocaman  yalanmasından  hoşlanmazdı  Yunus  dayın.

‘’Köpek  giren  eve  melek  girmez’’  diyorlardı  ama  bizim  eve  köpeğin  bizzat  kendisi  melek  olarak  girmişti  adeta.  Çünkü    Şapşal’ın  evimize  girmesiyle  birlikte  sanki  birbirimize  olan  sevgi  ve  saygımız  daha  artmış,  daha  az  kavga  eder  olmuş  ve  hepsinden  önemlisi  birbirimizle  konuşmaya  da  başlamıştık.

O  minicik  köpek  bize  sevmenin,  dostluğun,  sadakatin  ne  olduğunu  öğretmişti  adeta. Bir  öğretmen  olarak  yıllarca  anlattığım  ama  aslında  kendimin  bile  anlamamış  olduğum  dostluk  ve  sadakat  kavramlarını  bir  köpek  sayesinde  öğrenmeye  başlamıştık  ailece… Geç  de  olsa…

Ama?

Ama  çok  uzun  sürmedi  bu  günlerimiz.

Bir  iki  ay  sonra  bir  gün  Cihangir  dayın  Fethiye  merkeze  gitmek  için  evden  çıktığında  Şapşal  daha  önce  yapmadığı  bir  şeyi  yaparak onun  peşine  düştü.  Ne  benim  ‘’Şapşal  hemen  eve  dön’’ diye  seslenmem  ne  de  Cihangir  dayının  ‘’  Şapşal,  gelme  peşimden.  Caddenin  karşısına  geçeceğim.  Araba çarpar  sana ‘’  demesine  aldırmadı. Cihangir dayın,  arkasından  gelmesin  diye  minik  bir  iki  de  taş  atmasına  rağmen  tin  tin  tin  arkasından  gitmeye  devam  etti.

Daha  sonrasını  ben  göremedim.  Gözden  kaybolduktan  sonra  beş  dakika  geçmemişti  ki  müthiş  bir  fren  sesi  duydum  ve  ‘’  Ey  Allah’ım.  Bu  insanlar  neden  bu yolda  bu kadar  hızlı  giderler  ki.  Yine  kim  bilir  nasıl  bir kaza  oldu’’  Diye  caddeye  fırladığımda  baktım  Cihangir  geliyor  ellerinde  kıpkızıl  kana  bulanmış  Şapşal  ile…

Bir  taraftan  ağlıyor  bir  taraftan  da  bana  izah  etmeye  çalışıyordu.:‘’Baba  vallahi  o  kadar  seslendim geri  git  diye ama dinlemedi  beni.  Birden  yola  fırlayınca  hızla  gelen  bir  araba  çarptı.’’

Şaşırmıştım.  Ne  diyeceğimi,  ne  yapabileceğimi  bilememenin  şaşkınlığı  ile  ilk  sorduğum  şey ‘’ Çarpan  kişi  ne  yaptı?’’  oldu.  Tabii  ki  sorunun cevabı  belliydi. Daha  önce  aynı  yolun  kenarına  bırakan  nasıl  ki  arkasına  bakmadan  gazladıysa  şimdi  de  çarpan  arkasına  bakmadan  gazlamıştı.

Bahçede  bir  çukur  açıp  gömdük  Şapşal’ı.  Şapşalı  gömmekle  birlikte  de  ailemizdeki  sevgiyi,  saygıyı,  hoşgörüyü bir kez daha  gömdük. Hem  de  bir  daha  gömdüğümüz  yerden  çıkarmamacasına.

Evet  can tanem  Elif  Nur’um.

Bu  mektubu  bu  gün  anlayamayacaksın belki  ama  anlayabileceğin  çağa geldiğinde  görecek  ve  anlayacaksın  ki önüne  iki dilim  kuru  ekmek  koyduğun,  hatta çoğu  kez  onu  bile  esirgediğin  tüm  hayvanlar, senelerce  emek  verdiğin,  sevgini  esirgemediğin,  uğruna  her  türlü  fedakarlığa  katlandığın  insanoğlundan  çok  daha  sadık  dostturlar  insana.  O  bakımdan  o  elindeki  kara kediyi  büyüdüğün  zaman  da  asla bırakma.

Bu yazıyı  okuduğun  zaman eğer  hayatta  olursam  sana  söz  bir  tane  de  minik, kara,  aynen  Şapşal  gibi  bir  köpek  alacağım  sana.  Yani  sadık  bir  dostun  daha olacak.  Yok  hayatta  olmazsam  o  zaman  sen  benim  ruhuma  bir  Fatiha  okumayı unutma tamam  mı?

Selam  ve  sevgilerimle  o  güzel  kara gözlerinden  öpüyorum.

                                                                                     03.11.2016-  DEDEN.

( Şapşal Öldü başlıklı yazı Sami Biber tarafından 3.11.2016 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu