Bazen cesareti kırılabilmekte insanın
ya da kırılganlığını tehir edip kırabilmekte, üzebilmekte de sonra karşı
taraftan yansıyan ambiyansı tedarikli bir im ile süsleyip bu sefer kendi mezarını
kazabilmekte peşine takıldığı hüznün, kesif sessizliğine çare olarak.
Satır aralarında ölüm gözetlerken
parmaklarımı ben sadece yalnızlığın ve payesizliğimin saltanatını sürüyorum:
biraz ondan biraz bundan belki de klasik bir yalnızlığı makul seviyeye çekip
açık görüşüne odaklandığım gönül hapsimin hazin duvarlarına konuşuyorum.
İklimler kadar tedirginim belki de
beşinci mevsimiyim hayatın, miladımı gömüp gömmemek arasında kararsız ve
ellerimden kayıp gidenleri sabit gözlerle izleyip alabildiğine huzur giyinirken
gecenin bu sırıtkan saatlerinde.
Gönül gözümü kör bellediğim koca bir
ömrün ardından hücre hapsimi evrene mal ettiğim bir güdü ile yaşamayı da arz
etmişken Tanrı.
Soluklandığım minvalde belki de
soyutlandığımdan bihaber yaşamışım bunca sene ve nöbeti devralan kalp gözüm
bile somurtuk kaç zamandır.
Tahayyül ettiklerim asla
sınırsızmışım gibi bir çağrışım yapmadı bu güne kadar üstelik ben kesin
çizgilerle ayırdığım gönül arazimde, ufkum el verdiğince düş görüyorum sanırım
belleğimin rahmi yine kuluçkada.
Sandıklarımdan bihaber olsam keşke o
zaman ne paranoya gelişecek ne de deli fikirler hücum edecek aklımın
piramitlerine.
Bakir bir arazi masa başına oturduğum
her yazıya intikal eden düşünce ve duygularımla aralıksız nöbete durma istemim.
Hissettikçe çoğalıyorum sonra da ruhum garip iklimler telaffuz ediyor sanırım
başım her dara düştüğünde ölümü arzuluyorum üstelik ne sevgilinin kollarında ne
de öksüzlüğümü göz ardı edip bu da sevme özürlü doğayı men etme isteğim yine
varlığımdan dokundukça bilinmeze, yüzüme gözüme bulaştırdığım.
Sevdikçe irkilen insanlar tanıyorum.
Sevgi terennümleri çoğalıyor
sanırsınız ki hayat süt liman ve kimse kimseden nefret etmiyor. Hedef
tahtasında biriken söz öbeklerine bakıyorum bir de içimin sessizliğinde coşan
İlahi Aşkıma ve O dinliyor ben duvarlara konuşan bir azize mertebesinde
konuşuyorum sanki yalıtılan ben değilmişim gibi.
Çok insanla çevrili etrafım ve
yorgunluğum katlansa da vazgeçemediklerim. Zira sadece iki seçenek var önümde
uzanan:
Ya ölümüne sevip ölesiye içeceğim
hayat pınarını ya da içimin tekne kazıntısı sonsuzluğunda öleceğim kalp
ağrısından.
Akan çatı misali, evimde ve yüreğimde
hoşnutluk yükleyip nasıl oluyor da bunca neme dayanıyorum, misali ve ürkünç sesler
çalındıkça kulağıma sadece yoruyorum iyiliğe bile bile üstelik.
İnsan bile bile kaçar mı kendinden?
Hem de nasıl.
Ya kendinden çok sevmeyi nasıl
becerir?
Duygu uzmanı kimliğimde
bağırabildiğim kadar soluklanıyorum bu sefer: bazen yavaş bazen hızlı belki de
akdimi feshedip düşmeliyim peşine tüm ölü yazarların.
Yeni yeni tanıdıklarım ve onlarla
konuşma fırsatı bulamadığım için içimdeki hüzne bandığım sayısız mektup.
Bazen Didem Madak’ı anıp son
zamanlarda Tezer Özlü ile eşleştiğim.
Yaşayan çok insan var ve nice yazar
lakin ölüm cazip kılıyor onların kimliklerini ve yazmaya doyamadığım cümleler
aksediyor yüreğimden ne de olsa ölüler asla üzüntü kaynağı değildir biz
fanilerin hicaba ve nefrete çalım ve demir attığı sahici zindanlarımızda hala
nasıl oluyor da vicdan denen olgudan hala dem vurabilmekteyken.
Kırıldığım kadar kırmadığım ama
kırılmış yüreğin naşını da henüz defnetmediğim.
Zaman da bir garip geçiyor: bazen
sabahın körü bazen geceden kalan bir hüzün balyasını sırtlayıp iklimleri ve
ayları karıştırdığım.
Sevdikçe sevesim var madem
işkillenmeden sevdiklerime nasıl kıyarım sonra da kapatırım ağzımın fermuarını
ve içimdeki tıkışıklığı alabildiğine boca ederim yanı başımda kim varsa ya da
uzağımda ya da mezarda kemikleri titrerken, ben hayatı ve nefreti boykot
etmenin verdiği rahatlıkla düşerim peşine tüm sevdiklerimin üstelik beni sevip
sevmemelerine aldırmadan sıkı sıkı sarılırım Yaratıcıya ne de olsa O’nun
sessizliği her daim nüktedan bir var oluş belgesidir benim için.
Ateist olanlara bakıyorum da ya da
Allah’ını inkâr edip… hayır, hayır, bariz bir reddediş değil üstelik bile bile
de değil ya da fark ettirmeden onların tek bir sözcüklerinden çıkıp da yola ve
inkar ettikleri o dikdörtgen sanırsınız ki üçgenlerin açılarından nemalanıp
dünya eksenine atıfta bulunan çok da izafi bir varlıkları var.
Belki bir dövme belki ruhani gölgelerini
kayıp ettiklerinden bihaber lakin yansıttıkları o kötü koku darmaduman
edebilmekte sizi hele ki köhne bir evin küf kokan duvarlarına kat kat boya
çekip de akılları sıra çeki düzen verdikleri o görüntüsel tablo belki de için için
nakşeden nefretini güzellik kisvesine büründürüp diğer yandaşlarıyla ortak dil geliştirdikleri.
Sözüm ona içli dışlılar sevgi ile lakin bir araya geldiklerinde onları bir
arada tutan yedikleri ölü etine lezzet katan kahkahaları hani ölüyü bile
güldüren cinsten ya da mezarından çıkaran.
Bir parantez açıp diğer bir imleci de
konuya dâhil edip sanırım solgun yüreğimin yapraklarını koparıp da ardı ardına
yapıştırıyorum yüreğimin serildiği rahleye her ne kadar insanların kayıtsızlığı
bana zulmetse de.
Aslında sevi dilinde katmerli bir yok
oluş şarkısı eşlik edebilmekte zaman zaman: ölümüne sevdiklerimden hoyrat bir rüzgâra
kapıldığım sonra da kepenklerimi kapatmak gibi bir savunma mekanizması
geliştirmeden üstüne üstük yönümü saptırmamak adına hayatıma kaldığım yerden
devam edebildiğim ne de olsa yaraları sağaltan yine sevgi yine inanç
birlikteliği.
Derdi tasayı yüklenip yüklü bir de
gönül borcuna girdinizse, siz, siz olun ve asla paye vermeyin ruhunuzdaki
çöküntüye ve asla da ifşa etmeyin ölgün sıradanlığınızı hem belli mi olur
ansızın sizin de yolunuz düşer mutluluğa üstelik beklentisiz haznenizde
birikenleri yine yürek tozunuza bulayıp armağan ederken evrene hele ki o
enerjinin tılsımı ile yeniden doğmayı da görev edinmişken…
Sevgiler.