MEZHEPLER NASIL VE NEDEN ORTAYA ÇIKTI? MUTLAKA GEREKLİ MİDİR?-- 2. BÖLÜM -
Mezheplerin ortaya çıkışında en önemli sebep dini değil siyasidir. İlk bölümde isimlerini yazdığım mezheplerin neredeyse tamamı yepyeni bir siyasi oluşum oluşturmak üzere bir araya gelen insanların bu mücadeleye dini de katması neticesinde ortaya çıkmıştır. Zaman içinde siyasi mücadele kazanılsa da kaybedilse de unutulmuş ama ortaya çıkan inanç nesilden nesile aktarılararak - adına her ne kadar mezhep desek de- artık yepyeni bir din haline gelmiştir.
Şimdi gelelim diğer sebeplere:
B) Hz. Ömerle birlikte İslam devletinin sınırları genişlemeye başlamıştır. Bu genişlemeyle birlikte de pek çok toplum eski dinlerini terk ederek yeni bir din olan İslamiyete girmiştir. Girmesine girmiştir ama eski gelenek- göreneklerini tamamen terk etmek de istememiştir. Hatta bu konuda bazen ağır baskılara uğramış olmalarına rağmen gelenekler terk edilmemiş, bunlardan pek çoğu günümüze kadar yaşatılmıştır. Hemen aklıma gelen bir iki örnek vereyim: İslamda Hıdırellez Bayramı diye bir bayram yoktur mesela. Ama Türkler Hıdırellez diye bir bayram kutlarlar. Nevruz bayramı da yoktur İslamda ama Bu bayramı da kutlar Müslüman Türkler... İslamda çalgı çalarak ibadet yoktur ama Alevi kardeşlerimiz saz çalarak samah dönerler.
Bu arada şunu da belirtelim '' İslam'da yoktur '' Dememe fazla takılmayın. Zira bazı Aleviler için tam tersine saz çalıp samah dönmek İslamın ta kendisidir. Anlamını bilmediğimiz bir Kur'anı, anlamını ve özünü kavramadan okumaktansa Türkçe ve hikmetli sözler içeren türkülerle samah dönmek insanı Allah'a daha çok yaklaştırmaktadır.
İslamda insanı sarhoş eden her türlü içki yasaktır. Ama Aleviler içki içer. Kendilerine '' İçki haram değil mi'' Diye sorduğunuzda ise '' Biz içmeyiz. Dem çekeriz '' derler.
Kısaca Mezheplerin doğmasında bir diğer sebep de yeni bir din olarak İslamiyete geçen toplulukların, eski din ve geleneklerinde var olanları bu yeni dinle harmanlamasıdır.
C) Menfaat da mezheplerin doğmasında oldukça önemli bir faktördür. Bazı kişiler kendilerine menfaat sağlamak için hadisler uydurmuşlardır. Uydurdukları hadislerle etraflarına bir sürü insan toplayan pek çok mezhep kurucusu mezhebine bağlı insanların kendisine sunduğu pek çok hizmetten ve nimetten olabildiğince yararlanmış, hatta bu insanların kralı, hükümdarı, daha da ileri giderek tanrısı olmuştur. ( Örneğin Hasan Sabbah...Hatta Osmanlı Devletinde halifelik Osmanlı Hanedanı uhdesine geçirdikten sonra kendilerine ''Zıllullah-ı fil Arzeyn'' yani ''Yer yüzünde ve gök yüzünde Allah'ın gölgesi'' Diyen padişahlarımız bile...Ayrı bir mezhep ihdas etmeseler de... )
D) Ve bilgisizlik: Okuma yazma bilen insanların sayısının parmakla gösterilecek kadar az olduğu dönemlerde insanlar kendilerine anlatılan her şeye inanmaya hazır durumdadırlar. Bu konuda en güzel örnek henüz peygamberimiz hayata gözlerini yummadan ortaya çıkan yalancı peygamberlerdir. Düşünün ki bazı Müslümanlar henüz paygamberimiz hayatta olmasına ve kendisinden sonra bir peygamber gelmeyeceğini açıkça ifade etmesine rağmen bu yalancı peygamberlerin gösterdikleri bir takım hokkabazlıklara kanarak onların arkasına takılmışlardır.
Bilgiye ulaşmanın bu kadar kolay olduğu bir dönemde bile pek çok insan '' Bir saat bir evliyanın huzurunda bulunmak, 1000 rekat nafile namaz kılmaktan daha hayırlıdır'' Gibi buram buram şirk kokan bir söze inanıp Bir şeyhin yüzünü görebilmek için saatlerce ayakta, onun evinin balkonuna çıkıp kendisini müritlerine göstermesini bekliyorsa, bir başka şeyh için müridleri '' Gavs'a tabi ol cehennemi düşünme. Gavs elimizden tutup bizi cennete götürecek'' diyorsa, bundan yüzlerce sene önce yaşayan insanların halini düşünün bir de...
Evet, sorular ve cevaplarla devam edelim.
Mezhep ve tarikat aynı şey midir, yoksa farklı şeyler midir?
Tamamen farklı şeyler olmakla birlikte iç içedirler.
Burada şimdi oturup uzun uzadıya tarikatın ne olduğunu anlatmayacağım. Ancak hemen şunu belirteyim: Tarikatların yaklaşık olarak hiç birinin devletle hiç bir zaman sorunu olmadığı gibi, devletin de hiç bir zaman tarikatlarla bir sorunu olmamıştır. Kısacası tarikatlar her zaman için önemli bir dini ve siyasi güç oldukları halde yönetimi ele geçirme gayesi gütmemişler, ( Arasıra bazı çatlamalar olsa da ) gerek devlet gerekse tarikatlar '' Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın'' Demişlerdir. [Ta ki Atatürk dönemine kadar ( Tabii ki Türkiye açısından söylüyorum ) ] Buna karşılık mezhepler böyle değildir. Mezheplerin her zaman devletle sorunu olmuştur. Yeni bir tarikatın ortaya çıkmasına göz yuman, hatta pek çok tarikatı maddi ve manevi açıdan destekleyen, daha da ileri giderek bir tarikatın mensubu olan hükümdar ve diğer devlet yöneticileri, söz konusu yeni bir mezhep olduğunda, ya da mevcut inançların dışında bir takım inançları öne sürenler olduğunda asmaktan, kesmekten, derilerini yüzmekten geri kalmamışlardır. ( Sebatay Sevi'den Şeyh Bedrettin'e, Hallac-ı Mansur'dan Pir Sultan Abdal'a kadar durum budur )
Devletin mesela '' Eline, diline beline hakim ol'' Diyen Hacı Bektaş Veli ile hiç bir sorunu olmazken '' Yolumuz Hacı Bektaş Veli yoludur'' Dedikten sonra '' Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan '' Diyen Pir Sultan Abdal ile çok sorunu olmuştur. Aynı şekilde Haci Bektaş'ın devletle bir sorunu yokken Pir Sultan Abdal'ın çok sorunu olmuştur. Hacı Bektaş Veli hiç bir Müslüman tarafından '' Hain '' olarak görülmemişken, Pir Sultan Abdal'a bugün bile '' Hain'' Diyenlerin sayısı bir hayli fazladır.
Tarikatlar ve mezhepler iç içedir demiştim. Onu da kısaca açıklayayım. Mezhepler hiç bir zaman bir tarikata ihtiyaç duymamışlardır. Ama Tarikatlar her zaman bir mezhebe ihtiyaç duymuşlardır. Mesela Anadolud'aki Hanefilik ya da Şafilik mezhebi hiç bir zaman Nakşibendilik, Rufailik, Kadirilik, Mevlevilik gibi tarikatlara ihtiyaç duymazken adını saydığım tarikatlar '' Bana ne lan mezhepten. Ben işime bakarım'' diyememişler, mutlaka bir mezhebe ( Anadolu için Hanefi ve Şafi ) mensup olma zorunluluğu hissetmişlerdir. Daha da özetleyecek olursak, tarikatsız bir mezhep söz konusudur ama mezhepsiz bir tarikat kesinlikle söz konusu değildir. ( Bu Hrıstiyanlıkta da böyledir ) Mezhepler, tarikatlardan yüzlerce sene önce vardı. Yani mezhepler, tarikatlar olmadan da varlıklarını devam ettirebilirler ama tarikatlar mezhepsiz bir şekilde varlıklarını sürdüremezler.
Bir Rufai, Kadiri, Nakşibendi, Mevlevi, Melami, Bektaşi mutlaka Hanefi, Şafi, Maliki , Hanbeli veya Caferi olmak zorundadır ama Hiç bir Hanefi, Şafi, Maliki, Hanbeli, Caferi mutlak surette Rufai, Kadiri, Nakşibendi, Mevlevi, Melami, Bektaşi olmak zorunda değildir.
Bugün bile mezhepsizlik çok büyük bir günahtır (!) Hatta mezhepsiz olmak demek kafir olmak demektir (!) Bugün bile '' Ulan mezhepsiz!'' en büyük hakaret ve hatta küfür ifadesidir.
Peki bir Müslüman mezhepsiz olabilir mi?
Bu sorunun cevabını yazı dizisinin sonlarına doğru vermeye çalışacağım.
Şimdi gelelim Mezheplerin doğmasına:
İlk Mezhebin Hz. Osman döneminin sonlarında ortaya çıktığını söylemiştim. O halde oradan başlayıp devam edelim.
Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer dönemlerinde de Müslümanlar arasında zaman zaman doğrudan doğruya dini olmayan konularda ihtilaf çıkmış ama bu ihtilaflar hep meşveret ile ( yani toplanıp konuşmak, deliller ortaya koymak ve çoğunluğun aldığı karara uymak ) çözülmüştü. Hatta ölümünden sonra Peygamberimizin nereye gömülmesi gerektiği bile tartışma konusu olmuş ve Hz. Ebubekir'in '' Peygamberler, öldükleri yere defnedilirler '' sözü genel kabul görmüştü sonunda.
Hz. Ömer Dönemi, genelde fetihlerin yapıldığı bir dönem olduğundan ve herkes yeni fetihlere odaklandığından öyle dikkate değer ihtilaflar söz konusu olmadı. Ancak Hz. Osman döneminde ihtilaflar birden şiddetli bir hal almaya başladı.
Bu dönemde de İslam Devletinin fetihleri devam ediyor, elde edilen her yeni toprak Müslümanlar nazarında sevinçle karşılanıyordu. Ele geçirilen topraklar, elde edilen ganimet iyiydi, hoştu, güzeldi ama zaferlerin kahramanları hep Ümeyyeoğullarıydı ( Yani bizim söylemimizle Emeviler ) Ordu komutanları, valiler genelde hep Ümeyyeoğullarındandı. Ümeyyeoğulları ise özellikle de kazanılan bu zaferlerden sonra gurura kapılarak artık kendilerinden olmayanlara '' Mevali'' ( Yani köle ) demeye , halka kötü davanmaya, Ümeyyeoğullarından olmayanları aşağılamaya başlamışlardı.
İşte bu durum, İslamiyet öncesinde zaten var olan ama Peygamberimiz, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer dönemlerinde artık son verilmiş Ümeyyeoğulları- Haşimoğulları çekişmesini yeniden alevlendirdi. Her an büyük bir iç karışıklık patlak verebilirdi.
İşte her an çok büyük bir fırtınanın kopması beklendiği bu dönemde anası zenci, babası Yahudi olan Abdullah bin Sebe adlı biri Hz. Ali ve Ehl-i Beyt'e aşırı sevgi ile işe başlayıp daha sonra Hz. Ali'nin Uluhiyetini ( Yani ilah olduğunu ) iddia eden bir mezheple ortaya çıktı. Bu mezhebi ilginçtir ki Mısır ve Elcezire'de hayli taraftar da buldu. ( İslamiyete girmeden önce Yahudi dininde olan Abdullah b. Sebe, H ıristiyan Dinini de iyi bildiğinden, uluhiyetin bir insanda tecellisi (incarnation) kabul ediyor ve bu sebeple uluhiyyetin Hz. Ali'de tecelli ettiğini söylüyor ve bu fikri cahil Araplar arasında yayıyordu. )
Yani İslam dünyasındaki ilk mezhep, Abdullah bin Sebe tarafından ortaya çıkarıldı ( Sebeiyye ) ki Şiiliğin menşeinin aslında buradan başladığı, dolayısıyla ilk mezhebin zannedildiği gibi Sünnilerin hak mezhep dedikleri Hanefilik, Şafilik, Hanbelilik ya da Malikilik'den herhangi bir olmadığı söylenebilir..
Ancak İslam dünyasındaki ayrılıkların ve bir sürü mezhebin ortaya çıkmasının en önemli sebebi Hz. Osman'ın şehit edilmesinden başlayıp Hz. Hüseyin'in Kerbela'da şehit edilmesiyle devam eden süreçte yaşanan çok üzücü ve akıl almaz olaylar olduğu kesindir.
Hz. Osman'ın öldürülmesi mezhepler tarihi açısından kırılma noktasıdır.
DEVAM EDECEK.