Atlarımız vardı bir zamanlar kanlı canlı,
okşar gibi tımarını yaptığımız, kendimizden evvel doyurduğumuz. Atlarımızla,
duygusal bağımız vardı bir bakıma. Köpeğimiz, kedimiz, tavuklarımızla bir
avluda hepimiz.
Hz. Ali’nin Düldülü, Köroğlunun kır
atı, Kiziroğlu’nun alapaça’sı
”Bir atı var Ala Paça peh peh peh
Mecal vermez Kırat kaça hey hey hey”
dizesindeki gibi efsanelere, Dadaloğlunun; “Arab atlar yakın eder ırağı”
türkülere konu, Arap atları
Ve Yaşar Kemal’in anlatımıyla: “Atın boynuyla başı düz olmuştu. Koşan at
ilerilere ilerilere sünüyordu.” (Akça sazın ağaları:2) Sünen al atı, Nazım’ın;
“atları rüzgâr kanatlılar!” dizesinde sözünü ettiği “rüzgar kanatlı atlar nicoldu?
Soruma; kendine has, duru diliyle
Yaşar Kemal veriyor cevabı.
”O iyi insanlar, o güzel atlara binip
gittiler
Demirin tuncuna, insanın piçine
kaldık”
Her zaman olduğu gibi, haklısın ustam. Haklısın!..
James Watt, ilk Makineyi üretip
pazara sürdüğünde… Bu makine, on Beygir gücünde, diye pazarlamıştır.
James Watt, ilk makineyi
sattığında, on at ve bir nalbant
vurduğunu düşünmüş olabilir mi?
Hiç sanmıyorum.
”Kapitalizm; Önce atları vurur sonra
nalbantları.”
Zavallı atlar, şimdilerde iş
üretmek yerine yarış pistlerinde sahiplerine para kazandırmak için koşuyor. Ya
da sirklerde soytarılık yapıyorlar.
James Watt’tan, yani ilk buharlı
makineden, günümüze makineler öyle güçlendi, öyle çoğaldı ki ne at kaldı ne de
nalbant.
Tozlu yollar asfalt, asfalt yollarda arabalar, arabalar, arabalar…
Her sınıftan insanlar için, araba sahibi olmak
vazgeçilmez tutku haline geldi. Eli biraz para gören, borç- harç bir araba
ediniyor.
Arabayı alan, arabasına da iyi
bakıyor doğrusu. Sesi değişse sanayide, öksürse sanayide, tıksırsa sanayide.
Kendisi mi arabaya biniyor. Araba
mı kendisinin sırtında belli değil.
Oysa…
Hayat, size tahsis edilmiş sıfır km. bir
araba gibidir. Siz kullanır siz eskitirsiniz başkaları değil. Sigortası da
yoktur hani.
Ama
kapının önündeki arabaya bakmaktan, kendi beden arabamıza yani hayatımıza
sırtımızı dönüyoruz.
Öksürüyoruz. Üşütmüşüz canım, geçer.
Boynumuz tutulur. Ceryanda kalmışız, geçer. Mide bulantısı, istifra. Yediğimiz
bir şey dokunmuştur, geçer.
Geçer geçmesine de her rahatsızlık bir
hasar bırakır, bedenimizde.
Hayat, Kıskançtır. Siz ona sırtınızı
döndüğünüzde ya böğrünüze, ya bağrınıza ya da sırtınıza vurur.
Sonunda koşarsınız doktora
ama… Doktorun ağrıları azalmaktan başka da yapabileceği pek bir şey kalmamıştır.
İlaçlarla yaşamaya devam
edersiniz.
Geçte olsa anlarsınız ki;
Hayat, kelebek kadar narin, örselenmeyecek
kadar kıymetlidir.
İlaçlarla
da olsa yaşadığınıza sevinirsiniz.
Yaşayan yaşlanır.
Yaşıyorsanız, doğal olarak yaşlanırsınız.
Yaşlandıkça direnciniz azalır.
Hareketleriniz yavaşlar.
Yaşınız ilerledikçe, ağrılarınız çoğalır, kullandığınız ilaçlarınız
çeşitlenir.
”Bu gün nasılsınız ?” diyenlere, "İyiyim" dersinizde ihtimal, içinizden kendinize, kendi
gerçeğinizi
”Kervan geçmez, ıssız bölge gibiyim
Odamda münzevi, bilge gibiyim
Yatağa uzanmış, gölge gibiyim
Anlatılmaz gayrı, benim hallerim.”
Diye mırıldanır, yakınırsınız.
Yazımı şöyle sonlandırmak
istiyorum.
Bir hayatınız, iki seçeneğiniz
var.
Ya yaşarsınız ya da nasıl telef ettim diye şaşarsınız.
Tahir Eker