Muhatabım olmayan bir başkaldırı hepi
topu aslında gözlerimi alamadığım o mavi tavan ve işte başlıyor düzensizliğin
temaşası az sonra özgürlüğünü ilan edecek lades diyen çılgın metafor.
Neyden ibaretiz kim bilir ve ruhumuzu
emanet ettiğimiz hepten mi yaşlı ve yasaklı bir ön yargı?
Ve işte tabular yıkıldı ve şehir de
sonra da küçülen gözlerinde ölümün bir sefere tanıklık ettik ruhun uçuşa
geçtiği ve asla bir x-rey cihazından geçmesinin gerekli olmadığı.
Sorular var asılsız sorular ve asal
cevapları var aslında asalet yüklü bir ferman padişahın kavuğunda yuva yapan
kuşlar gibi sefil ve çaresiziz her birimiz.
Ölüm var ölümsüzlüğe inat.
Bir de yaygara koparan tanrılar var başucumuzdaki
lambanın tepesine yapışmış ölü sineklerden gözünü alamadığımız düş kırıklıkları
var.
Mütemadiyen öten cazgır kuşlardan
bize uçuşan nidalar var sıkıcı kelamın aslında bir özür olmadığı ve asla aşkla
bağdaşmayan yansımaları var ölümsüzlüğün izini süren hangi kâhinse, hayata
binaen uzun yaşamanın sırrını keşfetmeye yakın üzünç başakları var.
Lades demenin coşkusu belki de
aslında tımar edilesi bir beden kaybolması an meselesi bir rüzgâr.
Sanrı cumhuriyetinde suskun
gölgelerle kuşatılmışız ve az sonramız tahakküm altında.
Sular seller gibi imalar aşkın
lütfüne yanaşan vapurlar gibi rüzgârı ıskaladığımız ve yangının meşrebinde
uçuşan bültenler var sunumu yasak sevmesi yasak sınırlarda tutsak kalmışlığın
cefası var.
Yorgun rakamların neye denk düştüğü
belki de rakımı kayıp bir şehrin kuytularında yaşayan güvercinlerdir kuzey rüzgârına
çemkiren ve asılsız iddialardır hayatların çürüğe çıktığı.
Şimdi mevsim ilkbahar ya da yaz.
Yaza yaza varmayı ertelediğimiz bir
kış mı yoksa ve o nüktedan fısıltı ile kundakladığımız mutluluk belki de
kundağından kaçırılan bir bebek annesine muhtaç bir o kadar uzak.
Mevsimin feri kaçtı işte gölgeler de
artık uzamıyor ve nereye dokunsam kırılıyor içimdeki cam tezgâh ve üzerinde
yorgun yılların kareleri.
Kareler.
Dikdörtgen yüzlü bir duvarda hangi
kareye düştüğünü unutan bir bebek belki de ve o çalıntı hayatı ile hoyrat bir
şekilde büyütülüyor.
Yorgun mevsim.
Yarılanmış ömürler şühedası bir
vaveyla.
Aşkın kuralarda kaybettiği ve yönünü
yitiren yaygaracı tavşan tıpkı Alice Harikalar diyarının fonundaki pofuduk
gölgeler.
Çocuk olmanın bedeli mi yoksa belki
de mavinin teninde iri bir damla ve süt liman kuytular ne de olsa şehir boşaldı
ve sona erdi o uğultu.
Kaybolan resimde saklıydı oysa
maruzatlarım bir de unutulmaya yüz tutmuş şafağın çatı katında.
Ve akan gözyaşları.
Esir düşmüşlüğümüzü unuttuğumuz özgür
rüyalarımız.
Sancılı bir ölümde sanrı yüklü ömrün
de gölgesinde yeşeren bir sevinç gibi her irkildiğimizde tozutan yürek sesi.
Dik yokuşun kaç açılı bir eğilime
sebebiyet verdiği mi yoksa yorgunluğun müsebbibi?
Ve işte yarış başladı.
Aklanan kara gölgeler.
Lak lak düşkünü imgeler.
Soruları çalınmış bir sınavda
gözetmen olmanın verdiği hoşluk ve de gurur ile cevaplarını saklı tuttuğum
maruzatımda kayıtlı şıklar.
Geçişe kapalı köprü gibi belki de
köprülerin bombalandığı bir aşk hikâyesi gibi.
Kibirli.
Acıya yatkın.
Mazoşist varlığın tutsağı ne çok
gölge kıyıma uğramış oysaki mevsim de çalıntı aşklar da.
Ve şimdi ellerimizi uzatıp ant
içiyoruz en yüksek frekansta en düşük voltajla mimlediğimiz o ampulü kırmak
sonra da bağrımıza basmak.
Gücümüze gidiyor lakin ve doya doya
ağlayamamanın verdiği sıkıntı ile karanlıkta tuttuğumuz nöbetlerin ardı arkası
kesilmiyor.
Sona geldik madem.
Sonrasızlığın da artık mucidi iken
eksen.
Başı da kayıptı madem masalın.
Hiçliğe merhaba, sevgili evren ve
içimizdeki dev ekranda geçen o alt yazı ile sonlandırıyoruz günü de ömrü de.
Hayatla aramıza sokulan nifak kadar
da tutsağıyız acıların bir o kadar acı çekmekten zevk alan melun bedenler.
Ruhlarımız hepten kıskaçta.
Neden o zaman bunca izdiham ve
mücadele taş çatlasa bir asrı bulacak yaşımız…
Efkârın iniltisinde taziyelerimi
sunuyorum tüm içtenliğimle kutsanmışlığa da gölge düşmeden kalabalığa
karışıyorum yeniden ve son kez.