Korunaklı bir dünyanın müridi illa ki
sevgi bir de dokunulmazlığı sevginin ve ceketimin önünü ilikliyorum elbette
ayağımda yüksek topuklu ayakkabılarım lakin çamura batmış şekilde değil yeni
oldukları ayağımda çamurdan bir bulamaç eşlik etmekte ve geç kalma ihtimalini
bertaraf etmek adına üstelik düşme tehlikesi ile restleşirken kan ter içinde
varıyorum ilk görev yerimin kapısına.
Görev aşığı bir mizansende saklı ve
de kayıtlıyım işte üstelik kendimi bildim bileli.
Hangi görev verildiyse şahsıma:
evvela iyi ve terbiyeli bir kız çocuğu, evlat başlığı altında sevginin
doyumsuzluğunda üstelik evin ilk ve tek kız çocuğu derken eklenen yeni bir
unvan: öğrenci kimliğime âşık olduğum akabinde canım sınıf öğretmenimi yüreğime
yerleştirdiğim derken sınıf arkadaşlarım ve toplum nezdinde güzel vasıflarla
donanmak adına görev aşığı kimliğim.
Süreç ilerlerken eklenen yeni
sıfatlar nihayetinde donanımlı bir üniversite öğrencisi akabinde mükemmel bir
çalışan ve görev yaptığım bankada koşulsuz sahiplendiğim işim ve iş planım
elbette yükümlülüğüm ve sorumluluğum günbegün artarken.
Gizli özne olmadığım zamanlar ve jet
hızıyla kariyer basamaklarını tam çıkacakken…
Gerisi elbette gelecekti lakin
hayallerim eşlik etti görev aşkıma ve içinde bulunduğum şartlar her ne kadar
mükemmel ve maddi anlamda müstesna rakamlarla süslenmişken maaş bordrom ve işte
küçük kıyamet koptuğunda aklımın başımdan gittiği ne de olsa İşletme çıkışlı
bir bankacı olmakla şereflendirilmişken aklıma ektiğim umut tohumları…
Her şey pembe idi işte ve gök de
pembe ve yürüdüğüm yolda adeta kırmızı bir halı sermişti evren ve Tanrı ve
yorulduğum yere illa ki köprü kuruluyordu.
Hangi yıl ya da neyin yıl dönümüydü
ki? Ve ben mikado çöpleriyle oynadığım günlere geri gidip yeni bir oyun sahası
yarattım kendime ve evet, ben dünyaya bankacı olmak için gelmemiştim.
Sayısını hatırlamadığım sayısız bankaya
yine sayısız engel aşıp ışınlanıyordum ne de olsa bankacılığın altın çağıydı ve
yabancı dilimle diplomamla bayağı sükse yapıyordum sınıf arkadaşlarım gibi ve
asla da gocunmuyordum iş arayışımdan ve her nasılsa aklımdaki tek düşünce;
mükemmel bir iş ortamında mükemmel iş arkadaşlarımla oluşturacağım eşsiz
dostluklar ve…
Gerisi hem vardı hem de yoktu ne de
olsa plazalarda hüküm süren kimliğim ile örtüşmüyordu duygularım ve ben her ne
kadar işime aşık olsam da mutluluk denen sarkaç aleyhime çalışıyordu.
Disiplinliydim.
Aşırı meşakkatli.
Ve yüksek rakamların telaffuz
edildiği bir saha hani altın bileziğimle bayağı da başarılı olacağım su
götürmez bir gerçekti ama ihmal ettiğim ruhumun huzursuzluğu idi asla da çok
çalışmanın yeterli olmadığı ve gayretimle sebat edip de derken mevsimler
değişti derken insanlar değişti ve çalıştığım nice bankada değişen adıydı
çalıştığım yerin ve farklı insan kaynaklarının onayından geçerken kendimden
geçtiğimi yeni fark etmiştim.
Uzatmıyorum ama insan sevgimle uyuşan
bir ortamın sahibesi değildim hem öğrenmeyi seviyordum hem de öğretmeyi lakin
bana tanınan hak; beyaz yakalı bir çalışan olup asla yargılamamaktı düzeni.
Düzene ters düşmesem de huzursuzluğum ivme yaptı ve nihayetinde kocaman bir
nokta koydum: bu, ben olamazdım ve ben o plazaya ait değildim ne de diplomamın
hakkını vereceğim bir işte de mutlu olamayacağımı anlamıştım.
Yirmili ve otuzlu yaşlar üstelik
sınırsız hayallerim ve maddi beklentimi ve kariyer planlarını kenara attım
elbette insan kaynaklarına sunduğum istifa dilekçemle ve sordu bana yetkili
hatta yetkililer: ’Neden?’’
Özgürlüğümü ilan etmekti tek gerekçem
ve özgürce uçacağım okul koridorlarında vatanına, milletine hayırlı bir öğretmen
olmak.
Azımsanan hayallerim beni en yüksek
tepeye ve de rakıma taşımıştı ve ben öğretmen olmak adına yeniden döndüm
amfilere.
Süreç ilerlerken ve bana öğretmen
hakkı tanınmışken bir an evvel işe girişmeliydim ve ücretli öğretmen olarak
çalışacağım okulda buldum kendimi.
Canım İstanbul’umun merkeze uzak bir
ilçesi ve oldukça fazla ders açığının olduğu: hem İngilizce hem matematik ve
işte bana tanınan yeni bir şans gerçi atanma şansımı yitirmiştim ama-ne de olsa
birkaç ay gecikme ile MEB’na baş vurmuş ve evraklarım geri dönmüştü-öğretmenlik
yapmam da çok mümkündü sonuçta formasyon almıştım ve tüm bilgimi ve sevgimi
sunmak için bana bir şans vermişti okul müdürü.
Adı dün gibi hatırımda ve kim bilir
hangi cennet köşesinde çalışıyor ilk görev yaptığımın okulun müdürü?
Babacan bir ses tonuyla nasıl da
sahip çıkardı öğretmen arkadaşlarına ve sık sık uyarırdı beni:
‘’Gülüm Hocam, bu kadar acele
etmenize gerek yok hem daha ders zili de çalmadı.’’
Ya da:
‘’Bari teneffüste dinlenin hocam.’’
Çocuklarımı çok seviyordum ve şehrin
ortasında bir köy okulu havasında Feride olma şansı vermişti bana Yaratan ve
ben neredeyse cepten para ödüyordum: hem ulaşım hem yemek hem de okula elimden
geleni yaparken hayatımın da en güzel zamanlarını yaşıyordum.
Neredeyse tüm okulun yabancı dil
dersine giriyordum ve hayatımda gördüğüm en şirin en insan canlısı insanlardı
her gün yeniden aşık olduğum mesleğim ve öğrencilerim ve öğretmen arkadaşlarım.
Ve soruyorlardı bana neler yaptığımı
ve ben anlatıyordum büyük bir iştahla ve şaşırdıklarını asla saklamıyorlardı ne
de olsa popüler bir mesleği kapı dışarı etmiş kendimi eğitime adamıştım gerçi
kadrolu öğretmen olarak çalışma hakkımı yitirmiştim ama…
Ne fark ederdi ki?
Çok şey fark ederdi ve ben bunu çok
geç anlayacaktım.
Hiçbir sosyal güvencem yoktu ve ben
tabiri caizse bir hayalin peşinden gidiyordum.
En güzelini vermek boynumun borcuydu
ve ben her gün yeniden doğuyordum ve her gün mesleğimden aldığım tat daha da
artıyordu.
Şaşkın mizacımla ve çocuk sevgimle ve
öğretmenlik mesleğinin güzellikleri ile denizler gibi kabarıp t/aşıyordum
zorlukları.
Şarkılardan tutun da öykülere kadar
hatta girdiğim matematik dersinde oyun eşliğinde onlara matematiği
sevdirmişken.
Paylaşmak istediğim o kadar çok şey
vardı ki babamla: hani, ömrünün kırk yılını öğretmen olarak geçiren edebiyat
öğretmeni bir babanın kızı lakin ona ancak dualarımda ve rüyalarımda ulaşıp
anlatıyordum ve ondan bir geri dönüm alamadığım için kendimi elimden gelince
yetiştirmeye ve mesleğimin hakkını vermeye çalışıyordum.
İstanbul’da yaşadığım halde okula
gidip gelmek bayağı yorucuydu ve ne çok vasıtaya biniyordum sabah karanlığında
uyanıp yollara düştüğüm.
Ne fark ederdi ki?
Hem ben öğrencilik hayatım boyunca
ders çalışmak için her sabah erkenden uyanıp da derslerimi hatmederken…
Öğrenmekti sevdam şimdi de öğretmek.
Artık ben bir öğretmendim üstelik
geleceğimi düşünmeden mesleğimden ödün verip yeni bir mesleğe aşkla soyunduğum.
Çocuklarımla çok mutluyduk ve asla da
eski iş arkadaşlarımı aklıma getirmiyordum ve hesabıma düzenli yatmayan bir
maaşı da mademki reddetmiştim iyi de ne önemi vardı ben aşkla çalışırken ve
hayata da sıkı sıkı tutunmuşken.
Rabbimin bana açtığı bir kapıydı
gerçi aklım başıma çok geç gelecekti ama.
Aylar su gibi geçti zaman aktı
gözlerimden ve uyku da aksa gözlerimden içim ferahtı ve vicdanım çok rahat.
Ama içi rahat olmayan biri varsa o da
annemdi çünkü ben gözü açık bir düş görüyordum ve tek açılımım görev aşkıyla
asla da geleceğime yatırım yapmadan çalışmaktı ne de olsa sosyal güvence denen
olgunun önemini henüz fark edememiştim ta ki okul müdürüm üzgün bir ses tonuyla
beni odasına çağırmışken:
Ve mutlu bir şekilde girdim odasına
ve başladım son olanları anlatmaya artık hangi öğrencimse kendimce yardım
gayretimle ona bir dünya vermem gerektiğini kabullenmişken iyi de tek başıma
kaç öğrenciye yeterdi gücüm elbette maddi anlamda ama manevi yönden elimden
gelenin fazlasını yapıyordum ve yapacaktım da lakin:
‘’Hocam, üzgünüm çok üzgün.’’
Yoksa öğrencilerimden birine bir şey
mi olmuştu?
Hani, geçen hafta kolunu kıran Murat
yoksa Sema mıydı annesinin rahatsızlığından dolayı devamsızlık yapan?
Belki de sınıflardaki ihtiyaçlardı
okul bütçesini zorlayan…
‘’Herkes ve her şey yolunda, değil mi
hocam?’’
‘’Pek değil.’’
Devamı vardı bu konuşmanın üstelik
müdürün tedirgin sesinde balyoz gibi indi başıma cümleler:
‘’İngilizce öğretmeni atandı
okulumuza ve ne yazık ki; derslere sizin yerinize o girecek ve biliyorum
hevesinizi ve nasıl mutlu olduğunuzu. Ben, ben…’’
Aslında bu, beklediğim bir şeydi ama
aklımdan da uzaklaştırdığım hem ne hakkım vardı ki hak iddia etmeye? Ne de olsa
kadrosuz çalışıyordum bir nevi gönüllü öğretmen olarak tüm okulu tavaf
ediyordum neredeyse.
Gerisini getirmek çok zor oldu: hem
benim için hem de öğrencilerim adına çünkü mükemmel bir bağ geliştirmiştik ve o
son günüm okulda kâh güldük kâh ağladık her sınıfımla ve her bir öğrencimle.
Kendi aralarında bir tiyatro oyunu
organize ettiler üstelik saatler içerisinde rollerini de ezberleyip sınıfın
ortasında muhteşem bir tiyatro oyunu sergilediler ve halay çektiğimiz dün gibi
aklımda ve tüm o şarkılar hem benim öğrettiklerim hem de onların söylediği
türküler gözyaşları içerisinde.
Hayatımda gerçek sevgiyi ilk kez
tattığım canım okulum benim ve ismi hala yüreğimde ve zihnimde kazılı:
Şehit Er Yıldıray Biroğlu İlköğretim
Okulu.
Cümbür cemaat de uğurladılar beni o
gün son kez otobüs durağına kadar ama aklım ve ruhum asla bana geri dönmedi.
Sonrasında sayısız devlet okulunda
ücretli olarak İngilizce derslerine girdim elbette kadrolu öğretmen atanana
dek.
Nihayetinde özel sektörde çalıştım
ama ben o tadı asla alamadım çünkü ben bu dünyaya yanlış zamanda gelmiştim ve
de yanlış bir konumda bulunuyordum.
Ait olduğum yer illa ki çok uzaklarda
bir köy okuluydu ve babamın mesleğini deneylemek benim için hiç de kolay olmadı
belki de zor değildi ve anlamıştım öğretmenliğin nasıl meşakkatli bir iş
olduğunu. İşten öte bir gönül işçiliği idi ve yüreğin sarkacına eşlik eden
sevgi ibaresi ile öğretmenlerin hakkının asla ödemeyeceğini anlamıştım ve
babama ve tüm öğretmenlere duyduğum saygı ve sevgi dağları aştı ve ben
sınırlarımı aşıp bir hayalimi kısa süreliğine de olsa yaşamıştım.
Öğretmenler gününüz kutlu olsun,
sevgili öğretmenlerim ve ben de bu güzelliği kısa süreliğine de olsa yaşadığım
için mutluyum bir o kadar buruk.
Sevgilerimle sevgili öğrencilerim,
sizleri asla unutmayacağım.