----------------------------ADALET
“Yerlerde
ve göklerde ne varsa hepsini kendi katından bir lütuf olmak üzere size muhassas
kılmıştır (Sizin kullanmanız için emrinize vermiştir.). Elbette burada düşünen
toplumlar için ibretler vardır.” Kuran /
Casiye Suresi 13. ayet
“Allah O’dur ki arzı (yeryüzü)
size durulacak yer, göğü de bina yaptı. Sizi şekillendirdi, şeklinizi de güzel
yaptı ve sizi güzel rızıklarla besledi. İşte Rabbiniz Allah budur. Bütün âlemleri
yaratan Allah ne yücedir. Kuran / Mü’min
suresi 64. ayet
Bu ayetleri nasıl okumalı?
Bu ayetlerde ne devlet ne de
belirlenmiş sınırlar vardır. Ne köşk ne de saray vardır. Ne de kişiye özel
mallar, zenginlikler vardır. Nasıl ki güneşin aydınlığına ayın şavkına, havanın
kullanımına sınır çizilmemiş, hiç kimseye, hiçbir zümreye mülkiyet hakkı
verilmemişse, yeryüzüne ve yerin altındakilere de hiçbir sınır, hiçbir
kısıtlama, hiçbir engel konmaması lazım gelir.
Bana göre Allah, (mealen) “Bu ayetlerimi doğru okumayıp, başkalarının
zararına mal edinenlere sesleniyorum: Ben sizleri doğumda eşit yarattım.
Öldüğünüzde de eşitleyeceğim” diyor. Bu anlamda, Allah, “İhtiyacınızdan fazlasını ihtiyacı olanlara verin.” (Kuran /
ilgili ayetler) demektedir.
Öyle ise ilahî adalet neden
gerçekleşmez?
Bunu da Giordano Bruno (İtalyan
filozof 1548- 1600), "Allah, iradesini hâkim kılmak için yeryüzündeki iyi
insanları kullanır. Yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hâkim
kılmak için Allah'ı kullanırlar.” diyerek ne doğru bir tespit yapmıştır.
Bruno, yukarıdaki sözleri ve
benzeri düşünceleri, özellikle sonsuz evren gerçeğini açıkladığı için kilise
tarafından Roma’da yakılarak katledilmiştir.
Bruno’nun
söylediği kötü insanlar, (Feodalizmde kölelerin ve toprağı işleyenlerin iradesi
olamayacağına göre) kendi iradesini
dayatanlar, toprak sahipleri yani egemenler ve onların belirlediği
yöneticilerdir ki bunlar, kendi çıkarlarının ve kurdukları düzenin bekası için
Allah’ı da kullanarak kendi adaletsizliklerini İlahî adalet diye dayatırlar. Bu
amaçla, yasalar yaparlar. Kendi yaptıkları yasalar, kendileri içindir. Herhalde
toprak sahiplerinin topraklarını işleyen çiftçiler ve atlarından ve itlerinden
daha aşağı görülen köleler için değildir.
1789 Fransız Devrimi’yle başlayan
feodalizmin tasviyesi ve burjuva devletlerinin kurulma süreci, Birinci Paylaşım
Savaşı (1918) sonrasına kadar sürmüştür. Burjuva ulus devletlerde yurttaşlık
bilinci oluşmaya başlamış, yurttaşlar da yasalar önünde görece eşitlik elde
edip gerek kendi aralarında gerekse devleti temsil edenlerle hatta bizzat
devletle yaşadıkları sorunlara burjuvazinin mahkemelerinde çözüm aranmışlardır.
Bu uzun süreçte insanlık ayıbı olan kölelik de farklı devletlerde farklı
zamanlarda kaldırılmıştır.
Örneğin Osmanlı’da, kölelik Tanzimat
Fermanı doğrultusunda (1847) kaldırılmış olmasına rağmen köle ticareti devam
ediyordu. Köle ticareti Cumhuriyet’ten sonra tamamen sona ermiş, 1949’da Birleşmiş
Milletler kararıyla da tüm dünyada yasaklanmıştır.
Ulus devletlerde yurttaşların yasalar
karşısında eşit sayılması, köleler ve toprağı işleyenler için büyük bir
kazanımdır. Geriye dönülmez bir devrimdir.
Aşağıdaki yaşanmış öykü, neden geriye dönülmez olduğunu anlatmaktadır
bize.
Olay, Prusya (Almanya) Kralı 2. Frederich ile Değirmenci Sans-Souci
arasında yaşanır.
1750 yılında Purusy (Almanya) kralı
2. Frederich Berlin yakınlarında Potsdam ormanlarında gezinirken bir değirmenin
bulunduğu alanda durur. Orayı çok beğenir ve yazlık sarayını orada yapmaya
karar verir.
Yanındaki görevlilere değirmenin de olduğu alanı satın almak istediğini söyler.
Kralın adamları değirmenci ile
görüşür. Kralın toprağını satın almak istediğini söylerler. Değirmenci, “toprağım
satılık değil” der. Kralın adamları durumu krala anlatırlar. Kral “Değirmenciyi
bana getirin, ben görüşeceğim” der.
Değirmenciyi getirirler. Kral ile aralarında
şöyle bir diyalog gelişir:
Kral 2. Frederich: “Beyefendi, yanlış
anladınız herhalde, ben satın almak istiyorum orayı, kaça satarsınız?”
Değirmenci: “Yanlış anlamadım,
efendim. Adamlarınıza da söyledim. Değirmenim satılık değil,”
Kral 2. Frederick: “beyefendi inat
etmeyin. Paranızı fazlasıyla vereceğim.”
Değirmenci direnir: “ Sen koskoca
kralsın. Paran çok… Sarayını başka bir yere yap. Değirmen bizim aile ocağımız…”
Frederich ayağa fırlar, “Sen benim
kral olduğumu bilmiyor musun?” der.
Değirmenci, “Sizin kral olduğunuzu
biliyorum ama ben de bu değirmenin sahibi Sans-Souci'yim,” diye karşılık verir.
Kral öfke ile “zorla alırım, bakalım
ne yapacaksın?” der.
Değirmenci Sans-Souci, sakin bir dille, o
herkesin bildiği tarihî sözü söyler.
“
Sen kralsın ama Berlin’de hâkimler var!”
Değirmencinin bu sözü üzerine
Kral, değirmenciye sözünü geçiremeyeceğini anlar. Değirmenci gönderilir.
Değirmenci gittikten sonra Kral Frederickh, adamlarına, “Hiçbir güç, hiçbir siyaset, hiçbir iktidar, kral bile olsa adaletten
üstün değildir.” demiştir.
Kral, değirmeni alamaz ama sarayını, Sans-Souci Sarayı adı ile değirmene komşu yaptırır.
Tabii ki bu olayı var eden sebepler, sanayi devrimi ve sanayi devrimini yaratan
toplumsal dinamikler (aydınlar, işçiler köylülük vs.) ile feodalizmi tasfiye
etme sürecine giren burjuvazi arasındaki çatışmalar ve uzlaşmalar sonrasında
elde edilen haklardır, diyerek konumuza dönelim.
Adalet zaten ilahîdir ama dünya
içindir ve mekânı dünyadır. Ne var ki adalet günümüzde egemenlerin hukukuyla
ifade edilmektedir. Bu yanlıştır. Hukukla uğraşanlar, adaleti, egemenlerin
çıkardığı yasalar çöplüğünde boşuna aramaktadırlar. Yasaların çöplüğünde,
bulabilirlerse ancak egemenlerin adaletini bulabilirler. Oysa asıl adalet insanın
vicdanındadır. Vicdansızın, zalimin, hırsızın adaleti, belki kendi hayrınadır ama
hem dünyanın hem de insan olanın zararınadır.
“İnsanın, insanlaşma yolunda rehberi,
vicdandır.”
Eğer dinî vaazlar, öğretiler, ibadetler
yol gösterici olsaydı bu kadar sapık, bu kadar hırsız, bu kadar iki ayaklı
mahlûk arasında utançla yaşamak zorunda olmazdık.
Eğer insanoğlu yukarıdaki ayetleri
doğru okusaydı ve adaleti egemen kılsaydı Ortadoğu’da insanlar birbirini
boğazlar mıydı ve Afrika açlıktan kırılır mıydı? Ve Allah, insanoğlunu
cehennemle korkutur muydu? Sapkınlık ve sapıklık yapmasınlar diye cennetinde
huriler, gılmanlar vaat eder miydi?
Günümüzde bizim gibi sözde
parlamenter demokrasi ile yönetilen ülkelerde, adaleti adalet saraylarına,
demokrasiyi de parlamento binalarında söz düellosuna indirgeyerek parlamentodaki
partiler günü kurtarırken egemenler yani sermaye, ülkenin yer altı yer üstü
zenginliklerini hatta bin yıllardan gelen insani ve toplumsal değerleri hızla
tüketmektedirler.
Toplumlar, insani değerler açısından
hızlı bir çöküşün, çürümenin şaşkınlığını yaşamaktadır,
Faşizmin egemen olduğu korku imparatorluklarında
ise adalet, güçlünün elinde tutsaktır.
“Adalet sarayda tutsaktır şimdi
Kılıcı kırılmış, aksaktır şimdi
Hak hukuk beklemek, yasaktır şimdi
Hakkı derdest edip bağlayan kimdir?”
“İyi olmak kolaydır, zor olan adil
olmaktır.” Victor Hugo (Fransız yazar)
“Adalet mülkün temelidir.” Hz. Ömer (Arap,
İslam halifesi)
“Adalet, tabiat düzenine uymaktır.”
Hilmi Ziya Ülken (Türk sosyolog, yazar)
“Adaletin
olmadığı yerde ahlak da yoktur.” Montaigne (Fransız yazar)
“Kuvvete dayanmayan adalet aciz,
adalete dayanmayan kuvvet zalimdir.” B. Pascal (Fransız matematikçi düşünür)
Önemsediğim bu sözleri de
paylaştıktan sonra, yazımı şöyle sonlandırayım.
“Faşizm yalan ile kandıramadıklarını, korku
ile sindirir.
Korkularını yenemeyen toplumlar
faşizmin kurbanlarıdır.”
----------------------------------------------------------- Tahir Eker 17.2.2020