Dolmalı mı sayfalar dolusu yazarken? Yazmaktan kasıt nedir, ders mi? öğreti mi? anı paylaşmak mıdır? Roman gibi, hayattan bir kesit… Kimine hayat verir, kimine ibret… Okuyan sıkılmasın diye kısarız, radyonun sesini kısar gibi…Hani kimsenin vaktini de çalmamalı, doldurmamalı dolma yemeği yapar gibi sarmaları-dolmanın içine baksan aynı, dışına baksan aynı!
Yazmalı ama ne? Beyaz bir sayfanın üzerinde uçuşan küçük sinek gibi harfler, ısırırsa kaşıntı yapmasın diye kaçarız ya. Hani insan da her şeyi biliyor, yazıp da bunları hatırlatmanın ne gereği var ki? Sinek işte, üstümüze konsun, yahut gözümüzün önünde dolaşmasın isteriz. Hani çağırmadım ki nerden geldiniz diyecek oluruz ama anlamaz da! İnsan denen, okuyucu eline alır bir sineklik dar eder bu gezintisini… Sen misin kaşıyan vur üstüne! Harfler dağılır, kağıt yırtılır, pencereyi açıp da onun gelmesine sebep olana küfür edilir. Bir de kirlenir işte nalları diktiği yer.
Kur’an yazılmış, içinde öyle güzel şeyler var ki… Hani biri açsa, okusa! Nerden çıktın ulan, deyiverir susan… Yazmak, sanat… İnsan anlar ancak, şehide sancak, vatan aşkına bayrak olur. Tutan okudu mu, peşinden sürüklenir bir millet! Yok olur gider düşman, birden zillet! Herkes anlar bayraksız ve sancaksız olmaz vatan. Onu korumak gerekir. İşte Kur’an da aynen bu öğüt gibi, kalpleri vatan kabul edip yaşayın diyor bir ömür. Kimse kalbin budur ihtiyacı diye merak etmiyor, kalbini ihmal ediyor. Düşüyor sancak ve bayrak-ayaklar altına!
Yaradan yazmış, şair yazmış, yazar yazmış, gazeteci yazmış… Yazan ne çok ya! İçinde bir tutam ekmek çöplükte ve çeşmesinden akan su akar boşu boşuna. Sayfaya düşmemiş nice ağıtlarını hatırlar bebekken. Ağladıkça annesi arar sebebini… Evladına su arayan Hacer gibi! Yazılan ağlatmalı mı ya, yoksa? Ya annelerimiz ölmüşse, bize bu yazıyı okumazsa? İçinde ki mührü kim çözecek ki…Sultan hüküm vermiş, insan yaşasın diye ayetleri sayfalara nakşetmiş… Yağmur olmuş, seli seyrederken verdiği zarara insan isyan etmiş; deprem olmuş her sallanışta yıkılan binalar altında kalan ve üstüne çöken ağırlığın celladı olduğunu anladığında, toz toprağa karışmış yeri yazdığı sayfa sanmış-her dokunuşta tozları canına okumuş… Nefes aldırmamış. Bir mesaj vermek, ne çektiğini bilsinler istemiş. Artçı sarsıntılar üzerini hemen örtmüş. Her yazılanı eleştiren bir kaç kişi gibi. Keşke resmini çeken biri olsaydı da, eleştiren değilde bunu yaşamaya müsait insanlar okusaydı dedirten bir sonla bitseydi, son kelimeler! Bu notu gören, mutlaka ders alırdı. Çünkü, gerçek bir eserdi o yazılan… Yazdığını olmayacaktı savunan!
Yazmak, yazan için bir vakit öldürme sanatı mı yoksa! Hani şiiri kısa ya okuyorlar, yazıya bakıyorlar uzunsa okumaya değer bulmuyorlar. Keşke o yazıları çok okuyan olsa, keşke her yangında, her depremde, her tayfunda silinmese yok olup da ölürken doğa. Yok olurken yazılan eser. Her ağaçta, her akan nehirde, her patlayan yanardağda, hatta doğan güneş ve ay da…Güneş ve ay dedimde, hep aynı yerden, hep aynı zamanda doğuyor ve batıyor ama kapı gibi yalama olmuyor insan zihninde… İnsan bakıyor ve onları okuyor aslında ama şifa olmuyor kalplere! Mecburlar onlar, yazmaya mecburlar…Bir de böyleleri var işte.
Keşke beyaz sayfa kararırken, üstünde tüten ateş insanların kalplerine kor olsa. Anlasa… Olmasa gözleri görmeyen bir yarasa! Okuyan çok olsa… Dünya kitabı, ömür hatibi, onunla yıkanıp keselense, sürekli deşelense… Her nesil kendi zamanına göre kurgulasa, keşke…
Anlaşılan yazacak çok şey var, keşke okuyan olsa!
Saffet Kuramaz