Kavruldu çekirdek
Kavruldu buğday
Kavruldu toprak
Kavruldu güneşe bakan ay
Bir tek insan aşkla kavrulmadı
Acıyı göre göre savrulmadı
Öleceğini bile bile durulmadı
İşlediği günahları say, say…
...
Temmuz denince deniz, kumsalda yaksın isteriz güneş. Teni yakmayla, güzel görünmeyle meşgul oluruz. Hiç görmeyiz fakiri fukarayı, yetimin gözyaşını, savaşta ölen insanların çığlıklarını, iltica etmek için botları batırılan mültecileri… Yanmayız onlar için, vicdan kapısını kapatırız. İşimiz, gücümüz eğlenmektir, her neyse. Hatta Koronada bile, çalarız davulları mesafe gözetmeksizin halay çekeriz, hatta asker uğurlarız. Ölüm aramızda kol gezer, buna inanmayız.
Deprem ne zaman gelir ki haydi bilemeyiz… Birden patalayan yanardağa önlem alamayız. Ölüm gelse, ölme desek yaşamaya döndüremeyiz de… O kadar insan ölürken bu duyarsızlığımızı, bu vurdumduymazlığımızı anlamak mümkün değil. Hani bu insanların ar perdesi bozulmuş, desen ki, bak Kur’an var, dosdoğru yol var, vazgeç kendi nefsin için bu felekten gün çalmalara… Hani sen mi dedin bunu, “Keyfimizi neden kaçırırsın ki…” sesini duyar gibiyim. Bunu yaşayıp yaşamamanda bana ne faydası var ki… Sonuçta kendi hayrına. İyiyi anlatırız ama inandıramayız.
Zengin hep kazanır. Hani hiç ticaret yapmadan altın, döviz yükselir, ne kazançlar elde eder. Gözü bu ani yükseliştedir. Hani devlet buna bir el atsa, düştükçe malınında değeri azalsa, siyasilere küfreder. Bu kişilere zekatı nasıl anlatacaksınız ki? Hiç çalışmadan kazandığı paranın bir kısmını vermek ona zülüm yapmak gibidir. Oysa parasında fakirin hakkı vardır. O varlığı veren Rabbimdir ve ondan birazını fakirlere vermekte büyük sınavdır. Rabbim cömertçe ona bu varlığı verir ama o şükürle çok az bir kısmını 1/40’ını veremez. Veren Allah’ada ibadetiyle teşekkür etmez. O kazanmıştır, ona kimse yardım etmemiştir… Bu nasıl bir gaflettir, zaman gelir anlarda ama ölüm gibi iş iştende geçer.
Herkes anlatıyor, reklamını yapıyor nimetlerin. Fiyatı çok yükselse, bundan da şikayet etse, almaya da devam ediyor. Yenilmezse hiç insan yaşar mı? Ancak, reklamlarda hiç fakirler gözetilmez. Oysa herkesin evinde televizyonu var, reklamı da izliyorlar. Ebeveynler Bilal-i Habeş gibi bağrına taş basılsa sesleri çıkmasına çıkmaz ama ya çocuklar. Onlara bunları almamayı nasıl açıklayabilirler ki. Reklamlar onlara işkence olur. Kapitalist bir toplumda bu gerçekler doğaldır işte. Kazanan kazanır, ezilende ezilir.
Oysa İman sahibi kişiler, kapitalist olamazlar. Mallarından seve seve Allah rızası için verirler… Şu anki toplumda bu öylesi bir hayal ki, maalesef. Fakirle zengin arasında berzah var. Ölmeden berzahı görüyor fakirler. Fakir doymazsa, aç kalırsa toplumda nasıl bir adaletten bahsedebiliriz ki… Fakir vasıfsız işçi olsa, inşaatta çalışsa, kim bilir sigortası bile olmaz. Devlet bunu önlemeye çalışıyor ama ne kadar yüzde yüz yapabilir ki?
Çanakkale geçilmez diye övünürken Montrö anlaşması ile geçildi boğazlar çoktan. Biz Müslümanız deyip övünürken, fakire zekat vermeyerek çoktan o övüncü rezil kepaze ettik ya… Hep şekille uğraşıp duruyoruz. Ağzı lokması dolduruyor ama iman kalbe girmiyor. Dışında süslü, püslü bir insan içinde virüsün çürüttüğü vicdan yaşıyor. Evet, Müslümanın çoğunluğu bile kalben samimi değil, her ne kadar alnı secdeye değse bile… Bu yüzden Mevla hacca bile evine çağırmıyor. Korona gibi bir sınav başımızdan gitmiyor. Çünkü onu yenmeye sabır yok, onu yenmeyi gönülden istemiyoruz sanki.. Yani vur patlasın çal oynasın… Kumarhaneler dolsun… Gizli eğlenceler düzenlensin… Maskesiz sokaklarda gezilsin. Hani yakışıklı ölsün desinler değil mi?
Saffet Kuramaz