Maviden mısralar bahşetti Rabbim…
İçine gizlendiğim kovuk ve saklı
tebessümler edindiğim bir muhtıra ve işte vardığım o kuşluk vakti.
Hazanın tozları üstümde.
Hüznün sırdaşı kalemse sürmekte izini
huzurun.
Dirayetim ve kefen bezimden yağan bir
yağmur gibi oysaki yaşamak için var nedenlerim ve bağdaş kurduğum o koltuk.
Semaverde demlenen çay bense semazeni
olmuşken demli duyguların ve tek içimlik değil hiçbiri ne de olsa ömürlüktür
benim acılarım ve sözcüklerim.
Pervanesi olduğum duygular…
Öyle kolay değil hani duyumsadığım ve
duyduğumdan öte içimde yanıp sönen İlahi bir Işık iken gözlerimi kamaştıran
İlahi Aşkın varlığı.
Hutbelerde saklı gizem.
Gizimde saklı kendime ettiğim sitem.
Ve sinem.
Ah, sinemde yaşayan bir kuş gibi
başını b/ağladım acılardan derlediğim bir günce ve yola koyulduğum, kimi insan
ise yoldan çıkan bense çoktan çıkarmışken kendimi gözden önceki ömrümde.
Defalarca doğup öldüm ben ve annem
önce öptü kaderimi sonra doğurdu beni tabiri caizse Süreya’nın sirayet ettiği
şiirlerde.
Yokluğuma talip ve de tabibiyim de
varlığımın.
Gönlümde uçuşan sureler ve Rabbim tek
sırdaşım.
Üzerine uzandığım ranzam asla sahip
olmadığım.
Ve ekinler biçtiğim ektiğimse dünüm
ve edindiğim bilgiler öğrenci olmaya doyamadığım bir hayatın da ikbali iken o
kesif sessizlikte bile kulak misafiri olduğum iç sesimden artık mustarip
değilim ve işte kalp gözümle yaşıyor ve seviyorum ben.
Ne hancıyım ne yolcu.
Bir kapıdan girdim ve kovuldum arka
kapısından hayatın bu sefer bacadan daldım ben yeni ömrüme sükûnet dilediğim
her izlek her zaman aralığında varsa yoksa doldurduğum o boşluk ve sineme yağan
kar ve işte yıldızlardan dilediğim mehtabın beni sevmesi aslında yürekteki
yakamozdan ördüğüm cümleler elbet huzuruna çıkmak adına acele ettiğim Rabbim
iken tek koruyucum ve sırdaşım.
Gün bitti.
Ah, ömür bitti.
Aslında başındaydım ben hikâyenin.
Ve asla bir hikâye kahramanı olduğumu
fark etmedim önceki hayatımda.
Sınandığım.
Sindiğim ve içimdeki siren sesi.
Simam ve siması tanıdık duygulardan
yeni benler ördüğüm ve biz olmanın imkân dâhilinde olmadığı tek kişilik
savaşımda siperde saklanıp da usulca severken.
Usulen sevenlerden olmadım olmam da
asla.
Üslubum bazen sert olsa da içimdeki
huysuz çocuktan sormayın sakın beni ne de ahvalimden çünkü ben kurşun
ağırlığında acılarla seken bir kurşun askerim ve beynimin de emir eri iken ve
işte karargâhımda bir ileri bir geri gidip geliyorum ve bahtıma değil tahtıma
da talip olan kimse şaşkınlıkla izliyorum çevremi.
Kıstasımsa.
Kısasa kısas diyenleri de aklım
almazken.
Ve işte gecenin kısık gülüşü.
Belki de sofrada serili tabak tabak
dolusu kısır kimine göre kısır döngü bense şeffaf duygularımla bazen gizin de
izini sürdüğüm bir hazan düşüyüm.
Hüznüme de düşkün ne de olsa
mutluluğum uzun sürmüyor tam kahkahalar atarken içimdeki çocuk ve işte mutluluğun
diyetini ödediğim bir aralık.
Gölgem.
İçimi böldüğüm gönyem.
Güya sevenler.
Gökte saklı tüm yıldızları
sahiplenmek isterken.
Anladım ki mehtaba öykünüyorum ve
yıldız kimliğimi değil aydınlık kılan yüreğimi seviyorum.
Mehtap da benim yıldız da.
Gül de benim karanfil de…
Talip olduğum sonsuzluğun sayacında
takılı bir ibare ya da ibreyim ve işte bitti derken yeniden başlıyorum
hikâyeme.
Zemherilerde açan çiçek de benim
çölde açan da.
Kapanansa yaralarım en çok da ben
iken yaralarımdan mesul ne de olsa severken yaralandım ben ve şimdilerde
yamalıyorum göğsümdeki siperliği ve gözümü kararttım artık yaşar ve severken ve
işte pimini de çektim duygularımın artık saklayacak hiçbir yaram yok çünkü
baştan aşağı bir yarayım ben yâd ettiğim rahmetle ve sevgiyle ve özlemle…