Ruhumun ufalandığını hissediyorum bir
yandan da büyüyorum en çok da gözümde büyüttüğüm insanların bir anda bir tek
noktaya tekabül ettiklerine tanıklık etmemle yüreğimdeki sayaç da yavaştan
irtifa kaybediyor.
Yanlışa düştüğümü hissettiren kim
varsa: önümde ve arkamda ve sağımda ve solumda derken doğrularımın neden değer
görmediğini çözemezken dizlerimin çözüldüğünü hissediyorum ve bir de ne
göreyim?
Yazmaya başlamamın üstünden on sene
bile geçmezken yazdığım yüzlerce şiirin binlerce dizesinin benim için hiçbir
anlam içermediğine kanaat getirmenin sonrasında yüksek sesle bağırmak istiyorum
ve feryadım Sağır Sultan’ın kulağına dahi ulaşıyor.
Uzlaşmam gereken çok insan var.
Ya da…
Uzlaşmaktan vazgeçip tüm dünya ile
ansızın fark ediyorum kiminle uzlaşı sağlamam gerektiğini elbet benden başka
hiç kimse benim bana yaptığından fazlasını yapamaz ve işte buna vakıf olmamın
ertesinde huzura eriyorum üstelik maneviyatın verdiği huzura yakın bir rakımda
kabullenmem gereken tek insan elbet kendimle yüzleşmeme vesile olan yüzlerce
insan.
Analitik bir zekaya sahip olmamın da
bir adım sonrası: sözel anlamdaki maharetimi küçümsediğim bir ömrün fiyasko ile
sonlanmasının ardından rest çektiğim içimdeki hazine ve beynimde depolanan onca
bilgi üstelik mesleğime hatta mesleklerime ihanet etmemin ertesinde içine
düştüğüm o kocaman boşluk ve yüreğimi hoş tutan neyse artık kendimi
kandırmaktan öteye gidemediğim.
Sözcükler ve rakamlar en çok da
sonsuzluk duygusuna sahip olmamla yazma güdümün git gide artan bir ivme ile
bana kazandırdığı elbet dışarıdan görünenden öte kaybettiklerim en çok da
mahremiyetimin yittiğine vakıf olup kalemimden nefret edebilmenin mümkün olduğu
oysaki nefret edebildiğim kalemimle aştığım onca şeyi dile getirmemin de imkan
dahilinde olmadığı.
Gözlerimi ovuşturuyorum ve yüreğim
sıkışıyor ve ruhum daralıyor zihnimdeki onca depolanmış bilgi ve de anı ve
yazdığım yüzlerce deneme ve hikayenin şokunu üstünden atamadığım bir o kadar
yetinmediğim elbet bana iyi gelen yazma ediminin bir yandan da insanlara
verdiği rahatsızlık ile bunca mücbir sebebi saymamın da imkansız olduğu.
Kendimle ilgili her detay asla dile
gelmezken.
Hikayelerimin kahramanları ile de
fazla benzerlik taşımazken.
Şiir konusunda kendimi yeteneksiz
bulmamın ertesinde kim ise şiirlerimden hoşnut olan ve her kimse şiirlerimi
yerin dibine batırmasının bir adım sonrası eleştirinin hakarete dönüştüğü ve
içimde kırılan o fay hattı.
Şair olduğumu asla iddia etmedim
üstelik gelin görün ki kazandığım o farkındalık şiire delalet aslında hayatın
geneli üstelik kendimi bildim bileli duyumsadığım her şeyin bir şiir kıvamında
olduğunu fark etmemin henüz üç dört seneyi bulduğu…
Aldığım ilk şiir kitabı: Orhan Veli
ve hiçbir şiirini okumayıp o sıralarda da yaşadığım platonik aşkın ertesinde
gecenin geç saatlerinde karaladığım üç beş şiir ve şair olma lüksümün
olmadığına vakıf olmamın ertesinde düştüğüm dar boğaz neticesi elimde olan tüm
kitapları sahaflara götürüp satmamın bana neye mal olduğunu yeni yeni idrak
ettiğim.
Ve hayatımda ilk okuduğum şiir kitabı
Cemal Süreya’nın kalemi ile tanışıklığımın bana şiiri sevdirdiği ve o güne
kadar karaladığım onlarca şiirin ne kadar vasat olduğunu görüp bir yandan da
içimde büyüyen şiir aşkının beni bu günkü noktaya taşıdığı…
Lise yıllarım en asi olduğum çağ gibi
addedilse de dünyanın en uslu kız çocuğu olma unvanını kimseye kaptırmadığım ve
sevgili okulumda geçen koca yedi yılın bana cenneti hatırlattığı lakin öylesine
disiplinli bir okulu ben nasıl cennet havasında teneffüs ettimse artık elbet
otoriter babamdan kaçtığım bir saha gibi düşündüğüm ve kaçışı okuluma gidip
öğrenci olmakta bulduğum…
İşin garibi; formamızın üstüne başka
renkte bir kazak ya da hırka giymek bile disiplin çağrışımı yaptırsa da inatla
giydiğim renk renk kazaklarım ve uzun saçlarımı açık bırakma hakkımın dahi
olmadığı…
Düşünün artık: evdeki disiplin
okuldakini geçmişken hani nerede ise günün yirmi dört saatini okulda geçirmeye
razı olmuş sefil kimliğimle rest çektiğim otorite aslında içimde şekillenmiş
bir oto kontrol ile kendini gösterip beni ömürlük zincirlemişken o baskı
duygusu ve kimse kalmasa bile an itibari ile bana bir şeyleri dikte eden ya da
özgürlüğümü çalan benim bana yaptığım eziyeti de ben bir meziyet olarak
telaffuz etmemin üstüne dilediğinizi düşünebilirsiniz.
Göz rengimi bile resti çekmişken
elbet lens kullanma gibi bir alışkanlığım olmasa bile güneşe bakmayı sevip
gözlerimin yeşil tonunu almasını bile mutluluk olarak görürken.
Saçlarımdaki doğallık ve kızıl
saçımdaki parıltılar bile beni dünyanın en güzel kızı yaparken.
Ekleyeceğim çok şey var elbet
kendimle olan mücadelemde ilk sırayı alan kilo kontrolü ve bunun için tüm
ömrümü heba edeceğimin farkında olmadan lise sona kadar bayağı bir kiloyu
eritip üniversiteye çiroz lakabı ile dahil olduğum.
Sıfatlar elbet insanların canı
istediğince kondurduğu.
Dişlek olmak misal.
Ya da gözlük kullanıp biraz da
çalışkan oldunuz mu isminizin başına eklenen o tamlama: ‘’inek’’ tabir edilen
ya da babanızın mütevazi dükkanına gidip gelen sınıf arkadaşlarım bu sefer tüm
ömrünü öğretmenliğe adamış asil bir babanın kızı olup da densiz sınıf
arkadaşlarımın bu sefer babamı farklı sıfatlarla tanımlamaları.
Her şey hatta herkes size muhalif
iken ve içinizdeki o trafik lambası sürekli size emir verirken:
‘’Bekle.’’
Artık neyi bekliyorsam bir ömür…
Bu sefer birileri sizi iteklerken:
‘’Bekleme yapma.’’
İyi de ben zaten geçecektim ve bu
sefer kulaklarınız çınlarken:
‘’Geç.’’
Kısaca birileri bir şeyleri dayatıp
da sizin kabullenmenizden öte sizi bir emir eri olarak kullanırken ve bu yüzden
kendime verdiğim binlerce emir en çok da beynime atıfta bulunduğum ya da
midemin gurultularını bir ömür hiçe sayıp genelde kendimle olan savaşımda;
beden-ruh ve akıl ilişkisini farklı alanlarda kendimi gösterip geçiştirirken.
Misal mi?
Elbet saçma iş yaşantım: evet, saçma
çünkü kendimle ilintili olmayan bir mesleği sırf ailem istiyor diye icra
etmenin öncesi aldığım eğitim ne de olsa popüler bir meslekten siz de
nemalanmak zorundaysanız eğer…
İşletme branşının çağrışım yaptığı
kulvarında öncü iş disiplinleri elbet bankacı olmam gerektiği gibi gaipten
gelen bir emri artık nasıl sindirmişken bu bağlamda üstün bir başarı gösterip
de…
İşte fiyaskonun tam kendisi:
Üstün başarı.
A, evet, bir de üstün zekâlı iseniz.
İnanın ki hiçbir işe yaramadığını
itiraf edebilirim hem de kolaylıkla çünkü rutine dönüşen ne varsa asla üstün zekâ
gerektirmiyor ya da alt kümelerindeki farklı bölümler itibari ile ben artık
bankacılığı nasıl algıladıysam elbet algı eşiği ya da algıda seçicilik olarak
da konuya dâhil oldu mu insan.
Saçma iş yaşantımın bir adım sonrası
bu sefer özel şirketlerdeki farklı konumlarla ilgilendiğim ve yabancı dilimle
sükse yapmanın çok ötesinde asla da haz etmediğim masa başı işi.
Yani, ne bekliyordum ki masa başı
işinden başka?
Ne bahçıvan ne de beden eğitimi
öğretmeni: altı üstü masa başında çalışmamı gerektiren ve ben masa başında uzun
saatler geçirmemin hemen ertesinde basan afakanlarla yekten istifayı bastığım
ve derken…
Her şeye rest çekip kendimi eğitime
adadığım.
Her şeyi iyi hoş da buraya kadar…
Peki, hayatı ben nasıl şiirsel bir
düzlemde algılamışım?
Elbet insanlardan çıkıp da yola
mesleğimi ve iş ortamımı bir çiçek bahçesi bir cennet gibi algılayıp en
muhteşemi yaşamak. Hayal bu ya…
Yetkiliniz size taparken.
Ve ofise adım attınız mı başınızdan
aşağı serpilen konfetiler.
Elbet maaş çekiniz de bol sıfırlı
oldu mu…
Ve o manevi doyum ne de olsa
çalıştığım tüm işlerde mesleğimle aşk yaşamama kimse fırsat dahi vermedi ve ben
dosyaları kucaklarken çalıştığım kambiyo departmanında bankanın artık hangi
akla hizmetse hayatımla eşleştirdim meslek yaşantımı öyle ki mesaimin bitmesine
rağmen gece on olmadan bankadan çıkmadığım ve ayakta uyuyan güvenlik
görevlisinin uyarısı ile kendime geldiğim ve kanatlarımı havaya savurup da
dünyanın en mutlu bankacısı olma unvanını elimde tuttuğum.
Şiir diye çıktığım yol aslında son on
senenin öncesinde ne şiir okumuşken ne de şiire yatkın olduğumu düşünmüşken
meğerki bir ömür hayatı şiir gibi yaşadığıma yeni yeni vakıf olmam da hayli
şaşırtıcı artık nasıl bir bağ kurdumsa mesleki anlamda girip çıktığım onlarca
iş nasıl oluyor da bende şiirsel bir çağrışım yapmış.
Hayatımın büyük bölümü iç sesimi
bastırıp verilen emir kipleri ile hareket etmem vesile iken şunun şurasında
sadece dokuz yıldır iç sesime itibar ediyorum her halükarda dış ses de üstüne
düşeni yaparken yazarak kendime cenneti yarattığım gelin görün ki; tüm edebi
içerikli paylaşımlarımı sanal ortamda ifa ederken yaşadığım sıkıntıyı da dile
getirmek asla kolay değil ve yaşadığım bunca zorluk üstüne üstük hayal
kırıklığı ve işte kalemim şekillenirken aldığım yaralardır belki de zaman zaman
kalemimden soğumama vesile elbet kalp kırmamak adına kendimi çoktan feda etmişken
asla da dile getiremem yaşadığım zorlukları bir bir ama…
Defalarca yazmaktan kopmak isteyip
bunu ancak bir süreliğine gerçekleştirip akabinde yeniden kaldığım yerden devam
etmek sadece evrenin bana yazma emri verdiği gerçeği.
Çünkü yazmak yaşamın cennet bahçesi
elbet huzuru ve mutluluğu ve doyumu çağrıştıran lakin sürekli önünüze çıkan
engellerle mücadele etmenin de sizi haddinden fazla yıprattığı gerçeğini itiraf
etmeliyim.
Bana inanan insanların olduğu gibi
yazmamın bir sürü insana verdiği rahatsızlığı nasıl görmezden gelirim? En çok
da bireysel anlamda kendimle verdiğim ömürlük savaşın bir nebze de olsa hızını
kestiği ötesinde kendimle ilintili sayısız şeyi aştığımı nasıl görmezden
gelirim?
Elbet okuyucunun bunu anlaması için
tek tek detaylara girme hakkımı es geçiyorum en çok da yakındığım elbet kendimi
ifşa etmenin de bir nebze de olsa beni endişelendirdiği elbet yazan biri olarak
bunu da bir gün bir şekilde dile getireceğim eğer ki o güne kadar verdiğim
savaşta başarılı olursam…