Rötarlı bir mutluluktu vaktinden çok
sonra gelen ve de delişmen bir rüzgâr esintisi hem makbul hem huzur veren.
Oynaşan gölgelerden alıp da başımı
gitmeliydim belki de şehirden ve bir v/eda mektubu yazmalıydım tüm
sevdiklerime.
Günler ağır aksaktı gecelerse küf
kokan.
Şehrin merkezinde saklı bir varlık
adeta göğü delen hıçkırıklarından dökülen yaşlar gibi yas gibi yasa addedilen o
tutanaklara geçen onca kelam.
Bir düş’ ün mensubu idik belki de
şehrin dik açılı şeceresine söz geçiremeyen ve miyop gözleri şehir sakinlerinin
bazen balçık bazen kum gibi yumuşacık bir zemin bazense asfalta yapışan bir
sakız gibi şehrin ciğerlerinin ve gülüşünün çiğnendiği.
Ne yani şehir gülümser miydi durduk
yere?
Şiirler mademki namzetti sevgiye ve
şehre.
Şehrin kalbinde saklıydı şair: şairin
kalbinde saklıydı şiir ve şiirlerle bezeli idi yer gök.
Minyon bir kuş gibi.
Minyatür bir heykel.
Mimarisi şehrin aslında şairin yürek
iklimine denk düşen.
Şehrin bir hikâyesi vardı şairinse
binlerce.
Öykülerdi şehrin rozeti ve şiirlerdi
şaire en çok yakışan tıpkı sevgi gibi ve sevgiyle yaşadığı yazdığı asla bir
kehanet değildi.
Şehir efsanesi idi hem görünmeyen
şair aslında görücüye çıkmış nazlı bir kız gibi şiir de görücüye çıkıyordu ne
zamanki kalemin mürekkebinden damlayıp da devasa bir iz bıraksa şairin
yüreğinde.
Belki de damgaydı bu ya da mührü
unutulmuş bir posta pulu ve işte zarfı olmayan mektuplardı şehir ile şairin
arasında gidip gelen ve şehir sakinleri de şahitti bu imkânsız aşka.
Şair kavuşamıyordu kendine; şehir ise
çok kalabalık bir o kadar daralmıştı o ufacık alanına yığılı milyonlarca
insandan.
Birileri unutmuştu işte bir yerde.
Birileri ise unutulmuştu.
Kalemse posta güvercini gibi gidip
geliyordu şairle şehir arasında iletişimi sağlayan bir güvenlik koduydu belki
de.
Kodaman gölgeler vardı şehrin
sokaklarında ve nice milletten insan gelip de göç etmişti şehre adeta öç alır
gibiydiler hayattan ve bu kalabalık günbegün büyürken şair de ıssızlaşıyordu.
Oysaki önceden böyle miydi?
Ne güzel sen o sokak ben bu cadde
anlaşıp gidiyorlardı şairle şehrin beraberliği üstelik henüz şehrin müdavimi ve
sevdalısı sabık şair bilmiyordu şiir yazabildiğini ve bilmiyordu şehre duyduğu
aşkın imkânsız olduğunu ve öylesine iç içeydiler ki.
Kâh Üsküdar’ın dik yokuşları…
Kâh sahil yolunda saklı gülüşler ve
çocuk kahkahaları hem o zamanlar çocuklar bilgisayar yerine sokakta
oynuyorlardı ve top sektiriyorlardı kaldırımlarda ve parklarda arada bir
şutlardı da sabık şair ve çocuk gibi sevinirdi dışarı çıktığında asla
büyütmezdi gözüne yürüyeceği o uzun yolu bir başlardı ki adım atmaya güneş
batana kadar da taban teperdi.
Sözcüklerin muhtevası sakindi ve şair
kimliğini oturtmuştu en azından biliyordu aidiyet duygusunun asla
sonlanmayacağını ve hep de kendini bir yerlere ait hissederdi elbet er geç yanıldığını
görürdü yine de arayışını sonlandırmazdı.
Yalnızlık devasa bir rakımdı şehrin
yükselen gökdelenlerinin nerede ise değdiği gök gibi ve hiç birinin dağ gibi
yamaçları yoktu ama sonsuzluğa kat çıkan asansörleri ve güvenlik kodu vardı ne
de olsa sonsuzlukla insan ilişkileri ile ilintiliydi belki de para kazanma
hırsı ile eşleşen asla yetinmeyi bilmeyen insanoğlu ve bu yüzden insanlar
teslim olmuşlardı katı kurallara yetmez onlar da yeni kurallar eklerdi kısaca
uzun bir zincirdi hayat ve kurallar ve insan ilişkileri de hayli çetrefilli
idi.
Şairin künyesinde yazan isimler.
Şehrin de kubbesinde saklı o gün
ışığı.
Şair uzaktı kendine şehir ise çok
yakınında.
Şehir uzaktı şiirlere önceleri ama
şair şiir yazdığını öğrendiği ilk günden beri hep yazdı ve adadı şiirlerini
şehre ve adadı şiirlerini aşka ve sevgiye.
Uzağında kalan ne varsa git gide
açılıyordu o mesafe ve gün geçtikçe her şeye herkese uzak kalmayı başarıyordu
işte oysaki şehrine ve insana sevdalı şairin çokça da hayali vardı mademki
hayat şiirlerden ibaretti ve mademki şehir de şairin ruh ikiziydi.
Öylesine arası açılmıştı ki hayatla
adeta birbirine kavuşamayan Rumeli ve Asya yakası şehrin ki öncesinde sıklıkla
gider gelirdi bu iki yaka arasında bazen vapurla bazen otobüsle ve çok da haz
ederdi gezmekten ta ki şair şapkasını çıkarıp da önüne koyana değin ve şapkanın
içinden çıkan elinde kalem olan dişlek bir tavşandı ve inatla kalemi
kemiriyordu hayvan ve o gün anladı ki şair; bu yolculuğun ardından varacağı bir
istikamet yoktu işte.
Ne şehrin iki yakası bir araya
gelirdi ne de şairin ve tek tanıktı kalem ve dişlediği kadar kalemini şair
aralıksız da düşledi şehri ve şiirlerini ve yazmaya doyamadığı binlerce şiir
yazmaya ant içti çünkü sevgiye doyamıyordu şair ve onun için sevgi şiirdi
aslında şiir hayattı aslında hayat içindeki cennette saklı bir hayaldi elbet
mutluluğun kıvılcımları iken taşan gözlerinden ve kaleminden ve bile bile mutlu
olmanın mümkün olmadığını şair hem yazdı hem daha çok sevdi şehri ve asla da
düşünmedi şehrin onu sevip sevmediğini ne de olsa yüreği ve kalemi ile adadığı
şiirler aslında kendineydi asla sahip olamayacağı bir hayatın da hayalini
kurarken ve şehir saatini şiire kurdu oysaki şair çoktan göç etmişti şehirden
bilinmeyen bir vakitte buluşmak adına içinde saklı tuttuğu o mutlu hayata…