Türk milletinin maruz kaldığı sıkıntılardan
belki de en önemlisi, nesiller arasındaki dil anlaşmazlığıdır. Genç kuşakla
orta yaş ve yaşlılar arasındaki dil problemi gittikçe büyümektedir. Eskiden
dede ve torun anlaşamazken, şimdi baba
ile evlat da anlaşamamaktadır.
1920 yılların Türkçesi, şair
ve edebiyatçıların kullandığı hakiki, zengin Türkçe idi. Artık genç nesil,
1950’den önceki kitapları, gazeteleri okuyup
anlayamaz hale gelmiştir.
Oysa bir Fransız genci Victor
Hugo’nun, bir İngiliz genci Shakespeare’in, bir Rus genci Tolstoy’un
bütün kitaplarını okuyup anlamaktadır.
20. asrın başlarına kadar Türk
dünyasında aynı alfabe ve aynı dil kullanılıyordu. Anlaşmak kolaydı. Sovyetler
Birliği’nin dağılmasından sonra, Türk Dünyası ile sağlanan münasebetlerde
görüldü ki; 40-50 sene öncesine kadar Türkiye’de hiç kullanılmayan,
sonradan dilimize giren “yanıt, kanıt, yapıt, sorun, olanak, koşul,
ödün, gereksinim, olasılık...” gibi yüzlerce kelime; Türk Dünyası’ndaki
Türklerin edebî eserlerinde ve konuşma dillerinde bulunmamaktadır.
Azerbaycan Yazarlar Birliği
Başkanı Anar Rızayev: “Bu ne yaman tezat. Ben Yunus Emre
divanını okuyup anlıyorum ama önsözünü anlamıyorum.” diyerek
üzüntüsünü dile getirmiştir. Türkçemizin bu hali Türkologları ve Türkçe öğreten
yabancıları da hayrete düşürmektedir.
İstanbul Üniversitelerinde yıllarca
ders veren Profesör Doktor Fritz Neumark, 1960’lı yıllarda tekrar
Türkiye’ye gelerek bir konferans vermiştir. Konferansta bir asistanın
sorusuna: “Sorunuzu
anlayamadım; zira on yıl önce ülkenizden ayrıldım, o dönemdeki dilinizi iyi
biliyorum. Birkaç yılda değişen bir dille kalıcı bir eser vermek mümkün mü?
Hangi insan, aklını peynir ekmekle yemeden, on yıl sonra yazdıkları kese kâğıdı
yapılacaksa, ciddi eser vermeye çalışır” diyerek hayretini ifade etmiştir.
Londra Üniversitesinde Türk dili
Profesörü Doktor Margaret Bainbridge İstanbul’a geldiğinde Türkçenin
son halini görünce, Nihat Sami Banarlı’ya:
“Bu işin
sonu ne olacak? Sizin, büyük, tarihî eser olan güzel diliniz böyle ziyan olup
gidecek mi? İngiltere’de Türkçe öğrenmek isteyen fakülte talebesine hangi
Türkçeyi öğreteceğiz! Sizin hakiki Türkçeniz, bundan 40-50 sene evvel konuşulan
ve yazılan Türkçedir. Bugünkü diliniz ise artık tamamıyla uydurma, güzel ve
akıcı olmayan bir dil. Ne sesi, ne üslûbu kalmış, ziyan olmuş bir lisan...
Kemâlini bulmuş Türkçeye nasıl kıyıyorsunuz? Bu güzel dili, kısa zamanda nasıl
bu kadar mahvuperişan ettiniz? Bu, akıl alacak şey değil!” diyor.
Profesör Lewis diyor ki; “Türkiye,
dünyada 200 devlet arasında anadilini yeterince öğretmeyen ve nesilleri
birbirinden koparan tek devlettir.”
Şair ve
yazar Atilla İlhan’a;
Fransa’da, Türkolog Profesörü Carlier sitemle; “Delikanlı,
Türkçeyi ne yaptınız?” Diye soruyor.
Atilla İlhan da; “dil devrimi
yapıldığını, bu sebeple Arapça, Farsça kelimelerin atıldığını” söylüyor.
Bunun üzerine Profesör Carlier: “Batı ülkeleri, Fransa, İngiltere, İtalya ve İspanya,
nasıl millet diline geçerken, Yunanca-Latince asıllı birçok kelime, hatta
kuralı aldılar, kullandılarsa; Türkler de, Selçuklu-Osmanlı ümmet sentezinden,
millet sentezine geçerken, dillerinde elbette Farsça-Arapça kelimeler
bulunacaktır ve bunda yadırganacak bir şey yok; asıl yadırganması gereken,
“özleştirme” adı altında dilin budanıp kuşa çevrilmesidir; Zira böyle
yetiştirilen genç nesillerin, ecdadın dilini anlaması imkânsızdır. Bu da, kendi
kurdukları Selçuklu-Osmanlı medeniyet sentezinden kopmalarına, boşlukta
kalmalarına yol açar..!” diyor.
Atilla İlhan da: “Ben Osmanlıca kelimeleri
kullanırım. Nasıl İngilizce öğretiliyorsa gençlik bunu da öğrensin. Bu da
babasının, ecdadının dili, işte kendi dili. Ben burada da ısrarlıyım. Onlar,
Latince ve Yunancayı muhafaza ettikleri için bir batılı genç asırlar öncesinde
yazılmış bir kitabı rahatlıkla okuyabilmektedir. Bizse Arapça ve Farsçaya
boykot ilan etmişiz. Bizim gençler elli yıl evvelini anlayamıyor. Bundan
kurtulmak için okullarda Osmanlıca dersi koymak gerektir.” Diye cevap veriyor.
Türk ilim ve fikir adamlarımız da Türkçenin
giderek bozulması karşısında üzüntü içinde duygularını dile getirmektedirler:
Profesör Doktor Ayhan Songar: “Meşhur Redhouse İngilizce-Türkçe
lügatinin 1890 yılında yapılan baskısının önsözünde, o zamanki konuşulan
Türkçede vasati yüz bin kelime bulunduğu kayıtlıdır. Yine aynı tarihte
İngilizcenin de yüz bin kelimesi vardır. Bu sebeple lügatin naşiri, İngilizce
ve Türkçenin, dünyanın en zengin iki dili olduğunu söylüyor ve bu dillerin
lügatini basmaktan şeref duyduğunu yazıyor. O tarihten bugüne kadar bir asır
geçti ve bugün için elimizde, konuşulan Türkçenin on bin kelimesi kalmıştır.
İngilizcenin kelime hazinesi ise bir milyona yükselmiştir.”
Profesör Doktor Ali Fuat Başgil: “Fransızca;
Latince, Grekçe, eski Frank kelimelerden meydana gelmektedir. Fakat hiçbir
Fransızın, yabancıdır diye bu kelimeleri atmak ve yerlerine kelime uydurmak
hayalinden bile geçmez. Ya şu muazzam İngiliz-Amerikan dünyasına ne dersiniz?
İngilizce; bir yarısı Fransız, öbür yarısı Alman kelimelerden teşekkül
etmiştir. Fakat İngiliz-Amerikan milleti içinde hiç kimsenin ve hiçbir zümrenin
çıkıp da, bunlar yabancı diye Fransızca ve Almanca kelimeleri dillerinden
atmak, akıllarından geçmez.”
Profesör Doktor Mehmet Kaplan: “Komünist Rusya, Türk lehçeleri
arasındaki küçük farkları kabartarak Özbekçe, Kazakça, Kırgızca, Azerice diye,
lisan ilmine aykırı beş-on dil ortaya çıkardı. Maksadı Türkler arasındaki
birliği parçalamaktı. Şimdi de biz Türkiye’de millî dilimizi “öztürkçe”,
“Arapça-Farsça” ve “Osmanlıca” diye ayırmaya
çalışıyoruz. Dil birliği ile millî birlik arasındaki münasebeti düşünürsek bu
yolun nereye varacağı kolayca anlaşılır.”
Profesör Doktor Muharrem Ergin: “Türkçeden katledilip ölüme mahkûm
edilen kelimelerimiz çok iyi bilinmelidir. Çünkü onlar savaşta birer birer
şehid edilen neferlerimiz gibidir. Türkçe kurtarılmadan Türkiye kurtarılamaz.”
Peyami Safa: “Bir milletin bütün zekâsı,
bilgisi, hassasiyeti dilinde toplanır. Dil onun varlığıdır, müdafaasıdır, başka
millet üzerindeki tesirinin en güçlü silahıdır. Bir millet toprağını
kaybedebilir, dilini unutmazsa o toprağa yeniden sahip olabilir. Dilini
kaybeden bir millet her şeyini kaybetmiş demektir. Yeryüzünde tek bir memleket
gösterilemez ki orada gençler kazara millî kütüphanelerine girerek bir tek eser
okuyamadan çıkıp gitsinler. Böyle bir katliam hiç bir milletin tarihinde
yoktur.”
Necip Fazıl Kısakürek “İdeolocya Örgüsü” kitabında
diyor ki; “Kömür, toprak altında elmas oluncaya kadar binlerce yıl pişiyor.
Dildeki kelimeler de öyle. Sonradan zorla dile sokulan unsurlar, o milletin ruh
ve idrak temeline en korkunç bir suikasttır. Böyle bir lisanın adı da “Türkçe” değil, “Uydurukça”dır.
Cemil Meriç: "Kamus (Lügat), bir milletin
hafızası, yani kendisi; heyecanıyla, hassasiyetiyle, şuuruyla. Kamusa uzanan el
namusa uzanmıştır. Her mukaddesi yıkan Fransız İhtilali, tek mukaddese saygı
göstermiş: kamusa..." diyor.
Milletimizin esas meselesi “dili”dir.
Devletimiz, ders kitaplarında, radyo-televizyon programlarında, basında hakiki
Türkçeyi yeniden yaşatmalıdır. Aksi takdirde millî birliğimizin aslî unsuru
olan dilimiz kaybolur. Bundan sonra ciddi fikir adamı, edip ve şairin yetişmesi
de imkânsız hale gelir.
“Dil,
bir medeniyet olayıdır. Bir medeniyetin kurduğu dil, başka bir medeniyetin
düşündüklerini söyleyemez. Yetmez onu söylemeğe. Bir ulus, medeniyetini
değiştirdi mi, dilini de değiştirmek zorundadır.” Nurullah Ataç
Sevgiyle kalın.
Seyfettin
Karamızrak