M. NİHAT MALKOÇ
Zamanın
ruhunu yakalayan 24 kare: Yedinci sanat yahut sinema
Çoğumuzun hayatında önemli bir yer
teşkil eden "sinema" kelimesi köken olarak Yunancada hareket anlamına
gelen "kinema" ile, yazmak manasına gelen "graphein"
kelimelerinden türetilmiştir. Yine onunla ilgili olan
"sinematografi" (cinematographie) Fransızca kökenli bir
kelimedir. Yani kelimenin menşei her yönüyle Batı'ya aittir.
"Yedinci Sanat" olarak da
nitelendirilen, bir asırdan fazla bir
zamandan beri insanlığı beyaz perdede
canlandıran sinema, hayatın belli kesitlerinin kamera marifetiyle kayda
alınmasıdır. Bu sanat, diğer altı sanatı da (edebiyat, şiir, heykel, müzik,
tiyatro, mimari) içine alma kudretine sahiptir. Onun içindir ki sinema birçok duyuya hitap
eden renkli bir sanattır.
İnsanı insana anlatan ve saniyede 24
kare esasına göre çekilen sinema, hayatımızda
çok büyük bir boşluğu dolduruyor. İspanyol yönetmen ve senarist Luis Bunuel'in
de dediği gibi "Sinema; duygular,
düşler ve içgüdü dünyalarını anlatmak için en iyi araçtır."
Sinema dünyayı şekillendiren zamanın
ruhudur. Bu ruhu yakalayanlar geleceğe kalacak evrensel düzeyde güçlü yapımlar
üretmişlerdir. Onu bir medeniyet
meselesi olarak görenler bu güçlü görsel dili kullanarak bu alanda özgün
eserler ortaya koymuşlardır.
Kaynağını hayattan alan sinema,
gerçekle olan ilişkisi bakımından etkili bir durum arz ediyor. Sanal
platformlar üzerinde şekillense de biz onu gerçeklik penceresinden temaşa
ediyoruz. Herhangi bir filmi seyrederken kendimizi bir sinema salonunda veya
ekran karşısında değil, hayatın ortasındaymış gibi görüyoruz. Bu da sahiciliği
besliyor.
Sinema, içinde bulunduğu çağın
nabzını tutan bir sanat dalıdır. Böyle olması da gayet tabiidir. Çünkü sinema,
tıpkı edebiyat gibi, çağa tutulan bir aynadır. Bu, edebiyatta sözle yapılırken
sinemada görsel olarak gerçekleştirilir. İkisi de insanı merkez kabul eder.
Dünyada ve
Türkiye'de sinemanın tarihçesine kuş bakışı
Dünya sineması kendi alanındaki
birçok şeyi Thomas Edison’un 1891 senesinde kinetografı (kamerayı), 1894
senesinde ise kinetoskobu (göstericiyi) geliştirmesine borçludur.
İlk filmin 1895'te, ilk renkli
filmin ise 1902'de yapıldığı dünyada, sinemanın 125 yıllık çok renkli ve ilginç,
nefes kesen bir yolculuğu vardır. Bu uzun süreç içerisinde daima kendini aşmayı
tek gaye edinen sinema, devamlı ileri gitmiş, kendini yenilemiştir. Bu süreçte
Warner Bros'un yapımcılığını gerçekleştirdiği "The Jazz Singer (Caz
Şarkıcısı)" filmi tarihte sessiz sinema döneminden sesli sinema dönemine
geçişin dönüm noktası olmuştur. Böylece göze ve kulağa aynı anda etkili bir
şekilde hitap eden gerçek sinemanın kapıları seyircilere açılmıştır.
Dünya sineması tarihî süreç
içerisinde birçok ilke sahne olmuştur. Auguste ve Louis Lumiere Kardeşler
sinemanın gerçek anlamda mucidi sayılır. İlk özel efekt kullanılan film olan
Duvarın Yıkılışı'yla işe başlamışlardır. Yine ilk komedi filmi Lumiere
Kardeşler tarafından çekilen "Islanan Bahçıvan"dır. Öte yandan
1902'de çekilen "Ay'a Yolculuk" adlı film sinema tarihinin hem ilk
senaryolu filmi hem de ilk bilimkurgu filmi olarak kabul edilmiştir. "The
Squaw Man" ise Hollywood yapımı ilk film olarak bu alandaki ilklerden biri
olarak yerini almıştır. 1933'te "King Kong" filmiyle de sinemada ilk
kez çift kanallı ses kullanılmıştır. Dünya sinemasında ilk özel gösterimi de
Lumiere Kardeşler yapmıştır.
Sinemanın ülkemize (o zamanki adıyla
Osmanlı'ya) girişi neredeyse dünyayla birlikte olmuştur. Bunda dünyayla sürekli
iletişim hâlinde olan azınlıkların etkisi çok büyüktür.
Türkiye'de sinemanın geçmişi çok
köklü bir durum arz etmektedir. Öyle ki sinemamız Osmanlı'nın son dönemine
kadar indirgenebilir. Sinema 1896 yılının sonlarıyla 1897 yılının başlarına
doğru önce II. Abdülhamid'in ikamet ettiği Yıldız Sarayı'na girmiştir. Onu
saraya sokan hokkabaz Bertrand'dır. Bu ilk filmi II. Abdülhamid, ailesiyle
birlikte seyretmiştir.
Türkiye'de halka açık ilk sinema 19
Mart 1910'da İstanbul'un Şehzadebaşı semtinde "Millî Sinema" adıyla
faaliyete geçmiş, böylece halk yedinci sanatla buluşturulmuştur.
Tarihî kayıtlara göre ilk Türk
filmi "Ayastefanos'taki Rus Abidesinin Yıkılışı" (Moskof
Heykelinin Tahribi), ilk Türk sinemacısı ise o filmi çeken ve o zamanlar
ordumuzda yedek subay olarak görev yapan Fuat Uzkınay'dır. Söz konusu film, 14 Kasım 1914'te
İstanbul'da, Yeşilköy'de çekilmiştir. Bu, 150 metrelik siyah-beyaz kısa bir
belgesel filmdir. İstanbul'daki Yeşilköy (eski adıyla Ayastefanos) mevkiinde 93
Harbi (1876-1877 Savaşı) hatırasına Ruslar tarafından bir zafer anıtı olarak
inşa edilen, milletimize büyük bir rahatsızlık veren, bu yüzden de lânetlenen
Ayastefanos Rus Abidesi'nin yıkılışını konu edinmektedir.
Savaş yıllarında onca meşakkate
rağmen sinemanın düşünülmesi ve devamı pek mümkün gözükmese de Başkumandan
Vekili ve Harbiye Nazırı Enver Paşa'nın 1915 yılında Almanya'ya yaptığı gezi,
milletimize sinema sektörünün kapılarını açmıştır. Enver Paşa, Berlin gezisinde
Alman ordusu tarafından çeşitli cephelerde çekilen savaş filmlerini
(sahnelerini) seyrederek bunlardan çok etkilenmiş, yurda dönüşünde Osmanlı
ordusunda da "Merkez Ordu Sinema Dairesi" adıyla böyle bir sinema
şubesi teşekkül ettirilmesine önayak olmuştur. Söz konusu kurumun başına da
Osmanlı'nın ilk sinemacısı olarak bilinen, İstanbul'da ilk yerleşik ve sürekli
sinema salonu olan Pathe Sineması'nın sahibi de olan Sigmund Weinberg'i
getirmiş, Fuat Uzkınay'ı da onun yardımcısı yapmıştır. Bu kurum mevcut kısıtlı
imkânlarla değişik belgesel filmler ve haber filmleri çekme amacı gütmüştür.
Türk sineması ilk adımlarını
tiyatrocuların katkı ve destekleriyle, tabir caizse onların koltuk
değnekleriyle atmıştır. Sözün bu noktasında sinemacı, sinema yazarı ve
eleştirmen Metin Erksan'ın geçmişten günümüze sinemamızın dönemleri hakkındaki görüşüne yer verelim. Erksan Türk sinemasını "1914'e kadar Hazırlık
Dönemi, 1914-1923 Kuruluş Dönemi, 1923-1940 Birinci Dönem: Muhsin
Ertuğrul-Tiyatrocular Dönemi, 1940-1947 İkinci Dönem: Teknisyenler Dönemi,
1947-? Primitifler" diye beş ana döneme ayırmaktadır. Erksan'ın bu
sınıflandırmasından sonra Türk sinema eleştirmeni ve kuramcısı Nijat Özön de
sinemamızla ilgili "1896-Sinemanın Türkiye'ye Girişi, 1914-1922-İlk
Adımlar, 1922-1938 Tiyatrocular Dönemi, 1939-1950-Geçiş Dönemi, 1950-1960-Sinemacılar
Dönemi" diye bir tasnifte bulunmaktadır. Aslında Erksan'la Özön'ün
tasnifleri genelde birbiriyle
örtüşmektedir.
Yüz yaşını geride bırakan Türk
sineması ilk dönemlerinde tiyatrodan fazlasıyla beslenmiştir. Buna"
tiyatronun gölgesi altında yaşamak zorunda kalmıştır" da diyebiliriz. Bu,
özellikle 1922-1939 yılları arasında Muhsin Ertuğrul öncülüğünde
gerçekleşmiştir.
Geçmişten günümüze Türk
sineması ve Yeşilçam'ın tılsımı
Nasıl ki Amerikan sineması deyince öncelikle
Hollywood akla geliyorsa Türk sineması deyince ilk akla gelen kavram da bu işin
merkezi sayılan Yeşilçam'dır. Türk sineması deyince söz mutlaka bu işin
hamurunun yoğrulduğu Yeşilçam'a gelir ve bir şekilde de onun etrafında şekillenir.
Çünkü Yeşilçam, film sektörümüzün kalbidir, ruhudur. Eksiği ve gediğiyle Türkiye'nin
Hollywood'udur. Türk sinema sektörünün ekmek teknesidir.
Bizdeki Yeşilçam'ı var eden, halkın yoğun
ilgisidir. Yeşilçam bir şekilde kendini sevdirmiş ve kabul ettirmiştir. Bunda
en önemli etken filmlerle halkın ortak paydada buluşmasıdır. Şayet filmler
beğenilmeseydi ve halkın ilgisi olmasaydı devamlılığı olmazdı.
Bir zamanlar (özellikle 1950-1960
yılları) Yeşilçam'ın popülaritesinin tavan yapması, üzerinde durulması gereken
bir konudur. Aslında bu yoğun ilginin arkasında halkın filmlerde kendini
görmesi, yani yaşantısından izler bulması yatmaktadır. Bu bir çeşit büyü
hâlidir.
Yeşilçam'ı halkla bütünleştiren yapımcı
ve yönetmenler, müşterileri konumundaki halkın tercihlerini ve beğenilerini iyi
etüt etmişler ve ona göre filmler çekmişlerdir. Buna bir çeşit ilgi analizi de
diyebiliriz. Bu; doğru, yerinde ve yeterince
yapılınca Yeşilçam'la halk arasında sağlam gönül köprüleri kurulmuştur. Bu
köprüler yeni yapımlarla daha da güçlü ve sağlam hâle getirilmiştir. Buna biz
halk tabiriyle nabza göre şerbet vermek de diyebiliriz.
Yeşilçam'ın halkla bütünleşmesini ve
yeni starlar yaratmasını iyi okumak gerekir. Zira sistem bu ilgi ve starlar
üzerinden kendini yenilemiş ve ayakta tutmuştur. O starlar olmasaydı böyle
geniş bir ilgi söz konusu bile olmazdı. Yani Yeşilçam başarısını halkın omzunda
yükselen starlarına borçludur. Yoksa sinema adına, bu işin kaynağı olan Batı'yla
yarışacak çok da ileri düzeyde filmler çekilmemiştir. Hatta çok kere vasatın
üzerine çıkılamamıştır.
Yeşilçam'ın geçmişine baktığımızda
ürün (film) merkezli bir sinema olmadığını, star merkezli bir sinema olduğunu
görürüz. Zira Yeşilçam'ı bu starlar dönüştürmüş ve omuzlarında taşımışlardır.
Bu starlar halk tarafından tutuldukları için de büyük ve güçlü şirketler bunları
yanlarına çekerek tabir caizse tekel oluşturma yoluna gitmişlerdir.
Yeşilçam deyince aklımıza Süleyman
Turan, Enis Fosforoğlu, Güzin Özipek, Aliye Rona, Renan Fosforoğlu, Erol Taş,
Feridun Çölgeçen, Hayati Hamzaoğlu, Kudret Karadağ, Hüseyin Baradan, Hüseyin
Peyda, Reha Yurdakul, Ahmet Tanyal Topatan, Turgut Özatay, Kazım Kartal, Kenan
Pars, Necdet Tosun, Nubar Terziyan, İhsan Yüce, Feridun Karakaya, Ayhan Işık,
Yılmaz Güney, Ekrem Bora, Ali Şen, Aytaç Arman, Önder Somer, Salih Güney,
Serdar Gökhan, Tanju Gürsü, Tarık Akan, Kadir İnanır, Cüneyt Arkın, Ediz Hun,
Kartal Tibet, Göksel Arsoy, Murat Soydan, Tamer Yiğit, Fikret Hakan, Kenan Kalav,
Bulut Aras, Engin Çağlar, Münir Özkul, Kemal Sunal, Sadri Alışık, Adile Naşit,
Ayşen Gruda, Belgin Doruk, Cahide Sonku, Erol Günaydın, Fatma Girik, Filiz
Akın, Türkan Şoray, Halil Ergün, Gülşen Bubikoğlu, Necla Nazır, Müjde Ar, Itır
Esen, Hale Soygazi, Oya Aydoğan, Suna Yıldızoğlu, Serpil Çakmaklı, Cahide
Sonku, Lale Belkıs, Suzan Avcı, İzzet Günay, Neriman Köksal, Perihan Savaş, Halit
Akçatepe, Hulusi Kentmen, Kenan Pars, Coşkun Göğen, Eşref Kolçak, İhsan Yüce,
Nuri Alço, Rüştü Asyalı, Feri Cansel, Emel Sayın, İlyas Salman, Öztürk
Serengil, Şener Şen, Sami Hazinses, Suna Pekuysal, Toto Karaca, Çolpan İlhan, Hülya
Koçyiğit, Hülya Avşar, Zeki Alasya ve Metin Akpınar gibi önemli isimler gelir.
Sinema ve edebiyat
yahut yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan çıktı?
Sinema birçok sanat dalıyla ilgili
bir alandır. Sinemanın edebiyat, şiir, heykel, müzik, tiyatro ve mimariyle olan ilişkisi onun "Yedinci
Sanat" olarak adlandırılmasında etkili olmuştur. Bu belki de kendisinden
önceki altı sanat dalını kuşatmasıyla da yakından ilgilidir.
Sinemanın en güçlü ilişki içerisinde
bulunduğu sanat dalı edebiyattır. Dille yapılan bir sanat faaliyeti olan
edebiyat, dilin yanında görüntüyü de etkili bir biçimde kullanan sinemayla
daima dirsek teması içerisinde olmuştur. Edebiyatı zengin bir hammadde olarak
kullanmıştır.
Sinema var olduğu zamandan beri
edebiyatla teşrik-i mesai içerisinde olmuştur. Sinema en çok da edebiyattan
beslenmiştir. Sinemayı edebiyattan ayrı düşünmek neredeyse imkânsızdır. Birçok
metin (roman ve hikâye) sinemaya kaynaklık etmiştir. Türk ve dünya edebiyatının
önemli eserleri değişik zamanlarda başarıyla beyaz perdeye uyarlanmıştır.
Bunlar arasında öncelikle sayabileceklerimiz şunlardır: Nahit Sırrı Örik "Sultan Hamid
Düşerken", Feride Çiçekoğlu "Uçurtmayı Vurmasınlar", Necati
Cumalı "Susuz Yaz", Yusuf
Atılgan'ın "Anayurt Oteli", Halide Edip Adıvar "Vurun
Kahpeye", Orhan Kemal "Gurbet Kuşları", Reşat Nuri Güntekin
"Yaprak Dökümü", Zülfü Livaneli "Mutluluk", Ferit Edgü
"Hakkari'de Bir Mevsim", Necati Cumalı "Tütün Zamanı",
Yaşar Kemal "Yılanı Öldürseler", Halide Edip Adıvar "Yolpalas
Cinayeti", Peyami Safa "Dokuzuncu Hariciye Koğuşu", Cengiz
Aytmatov "Selvi Boylum Al Yazmalım", Rıfat Ilgaz "Hababam
Sınıfı", Yaşar Kemal "Ağrı Dağı Efsanesi", Fakir Baykurt
"Yılanların Öcü", Aziz Nesin "Zübük", Reşat Nuri Güntekin
"Çalıkuşu", Yaşar Kemal
"İnce Memed", Sabahattin Ali "Kuyucaklı Yusuf", Hekimoğlu
İsmail "Minyeli Abdullah", Peyami Safa "Sözde Kızlar",
Hasan Ali Toptaş "Gölgesizler vb."
Edebiyat, sinema için adeta bir âb-ı
hayat hükmündedir. Sinema en kavurucu demlerde bu çeşmeden susuzluğunu
gidermektedir. Sinema metin sıkıntısı çektiğinde edebiyatın en yaygın türleri
olan romanlar ve hikâyeler imdadına yetişmektedir. Türk sinemasının yanında dünya
sinemasında da romandan sinemaya çok başarılı uyarlamalar yapılmıştır. Bunlar
arasında da şunları saymak mümkündür: Christy Brown "Sol Ayağım"
(film: My Left Foot: The Story of Christy Brown), Suzanne Collins "Açlık
Oyunları" (film: The Hunger Games),
Mario Puzo "Baba" (film: The Godfather), Stephenie Meyer "Alacakaranlık"
(filmi: Twilight ), Jane Austen "Aşk ve Gurur" (filmi: Pride
& Prejudice), Tracy Chevalier "İnci Küpeli Kız" (filmi: Girl with
a Pearl Earring), Umberto Eco "Gülün Adı" (filmi: The Name of the Rose), Andy Weir
"Marslı" (filmi: The Martian), Lev Tolstoy "Anna Karenina"
(filmi: Anna Karenina), Winston Groom "Forrest Gump" (filmi: Forrest
Gump), Stephen King "Hayvan Mezarlığı" (filmi: Pet Sematary), Fyodor
Dostoyevski "Yeraltından Notlar" (filmi: Notes from Underground),
Stephen King "Yeşil Yol" (filmi: The Green Mile), Wladyslaw Szpilman
"Piyanist" (filmi: The Pianist), Rosemary Sutcliff "Kartal"
(filmi: The Eagle), Thomas Harris "Kuzuların Sessizliği" (filmi:
The Silence of the Lambs ), J.R.R. Tolkien "Yüzüklerin
Efendisi" (filmi: The Lord of the Rings), John Steinbeck "Fareler ve
İnsanlar" (filmi: Of Mice and Men), Khaled Hosseini "Uçurtma
Avcısı" (filmi: The Kite Runner)...vb.
Bir tebliğ vasıtası
olarak sinema yahut sinema ve din
Sinema deyince hayata bağnazlık
penceresinden bakanların aklına hiç de iyi şeyler gelmez. Onlara bıçak örneğini
anlatmak kâfidir. Zira bıçak katilin elinde bir cinayet aracı, doktorun elinde
hayat kurtaran bir vasıtadır. Önemli olan araç değil, onun kullanım gayesidir. Sinema, hayata çok geniş bir çerçeveden
bakabilen etkili bir sanat dalıdır. Bu genişlik içerisinde, hayatı yaşama
kılavuzu diyebileceğimiz din de apayrı bir yer teşkil eder. Bu yönüyle din
doğrudan veya dolaylı biçimde sinemanın konusu olmuştur. Bu, kullanım amacına
göre bazen olumlu bazen de olumsuz bir biçimde tezahür etmiştir.
Geniş kitlelerle buluşma ve
kucaklaşma imkânı sağlayan sinema, hayırlı hizmetlerde bir tebliğ vasıtası
olarak da kullanılabilir. Potansiyel olarak birçok imkânı içinde barındıran
sinema, görsel ve işitsel yönleriyle çok zengin bir ifade gücüne sahiptir.
Sinemaya bu yönüyle baktığımızda onu hayatın bir simülasyonu (benzetimi) olarak
da değerlendirebiliriz.
Batı, Hıristiyan ilâhiyatını ve
düşüncesini sinema dilini hakkıyla ve lâyıkıyla kullanarak geniş kitlelere
başarıyla aktardı. Batı'nın bu husustaki azmini ve gayretini Hz. İsa'yla ilgili
ilk filmin yapıldığı 1898'e kadar
indirebiliriz. Bu ilk filmden sonra aynı konuda yüzlerce filme imza atılmıştır.
Üstelik bu yapılırken sadece mesaja odaklanılmamış, sinema dilinin sanatsal
inceliklerine de riayet edilmiştir. Böylece kuru malumatfuruşluk batağına
düşmekten uzak durularak seyircinin o tarz filmlerden keyif alması
sağlanmıştır.
Batı, mesajlı film konusunda emin
adımlarla yol alırken İslâm medeniyeti dairesinde olduğunu iddia eden bizler
dinî inançlarımızı ve köklü medeniyetimizi sinemamıza ne doğru biçimde ne de
yeterli düzeyde aktarabildik. Derinliği olmayan, kalbe dokunmayan ve de sanat
değeri taşımayan bol gözyaşıyla soslanmış hidayet filmleriyle insanları
etkilemeye çalıştık.
Sinemayı bir araç olarak kullanan
Batılılar onun insan ruhuna yaptığı tesirden yararlanarak, inançlarını geniş
kitlelere yayma hususunda ondan fazlasıyla faydalanmışlardır. Bu kesimler kendi
inançlarını başkalarına benimsetmekle yetinmemişler, buna ilâveten İslâm
inancını da hedef tahtası olarak seçmişlerdir. Keza bugün dünyada nefret
dilinden yola çıkan İslâmofobinin hızlı bir yükseliş göstermesinde sinemanın
etkisi çok büyüktür. Bu nefret dili ötekini anlamaya çalışma ve hoşgörüyle
karşılama gayretlerini de sekteye uğratmıştır.
Kitleleri derinden etkileyen sinema,
tarihî süreç içerisinde daha çok gayrimüslim ecnebilerin elinde bulunduğu için
Müslüman kesimler bu etkili sanat dalından yeterince ve gereğince faydalanamamıştır.
Bunda şahsî ve dinî faktörlerin etkisi de vardır. Bizler bu imkânı yerinde ve
zamanında kullanamadık; kullanınca da üstümüze başımıza bulaştırdık.
Başrolünü Anthony Quinn'in oynadığı, Mustafa Akkad'ın yönettiği, Müslüman
kitlelerin büyük beğenisini kazanan, özgün adı "The Message" olan
"Çağrı" filmi İslâmî alanda çevrilen filmlerin en çok ses
getirenidir. İslâm'ın yayılışını konu edinen 1976 yapımı bu film bu sahada adeta
dönüm noktası olmuştur. Fakat neredeyse
yarım asırdır bunun devamını bir türlü getirememişiz. İhtiyaç duyulan her
ortamda Çağrı'yı ısıtıp ısıtıp milletin önüne koymuşuz. Bu da söz konusu
kitlelerde bir bıkkınlık oluşmasına sebep olmuştur.
İslâmî kesim (Ümmet-i İslâm) 44
senedir yeni bir "Çağrı" çekemedi. Bunun yerine sinema tekniklerini ve dilini
etkili kullanmaktan uzak, basit ve sığ hidayet filmleriyle oyalandı durdu.
Artık bu tarz hidayet filmlerini bir kenara bırakıp yeni Çağrı'lar çekmenin
zamanıdır.
Türk sinemasının yerli ve millî çizgilere olan hasreti
Batı'dan olduğu gibi kopya edilen
sinemamız, birkaç istisna dışında bir türlü kendi renklerimize bürünememiştir.
Yani millî çizgileri yakalayamamıştır. Evrensel bir değer olan sinemanın
Batı'dan olduğu gibi alınması ve öylece devam ettirilmesi çok da övünülecek bir
durum değildir. Ne zamanki ona kendi formlarımızı ve normlarımızı katarız, işte
o zaman yerliliği artırılmış bir Türk sinemasından bahsetme hakkına ve imkânına
kavuşuruz.
Koca bir asrı geride bırakan kadim
Türk sinemasının en büyük eksikliği özgün bir dilden yoksun oluşudur. Bu dili
oluşturduğumuzda gerisi adeta bir çorap söküğü gibi gelecektir. Bu özgün dili
yakalayabilmek için bizi biz yapan değerleri çok iyi bilmek (bilmek yetmez),
çok iyi özümsemek mecburiyetindeyiz. Bunun gerçekleştirilmesi insanın derdinin
ve meselesinin olmasıyla veya bunu fark edebilmesiyle ilgilidir. Derdi
olmayanın veya derdi olduğunu fark edemeyenin çözüm üretme konusunda hamle(ler)
yapması beklenemez.
Bizi biz yapan ve sair milletlerden
ayıran kendi öz değerlerimize sırt çevirip idraklerimizi ısrarla ecnebi
kaynaklardan beslemeye devam ettikçe yerli ve milli çizgiler yakalayamayız.
İşin kötüsü kopya yöntemini uyguladığımız için, beslendiğimiz ecnebiler gibi de
olamayız. Çünkü kopya eden, hiçbir zaman kopya edilenin aslı gibi olamaz.
Neticede ne kendi ne de öteki olabilir. Kimliğini ve kişiliğini kaybedip
ortalıkla dolaşmaya mecbur kalır.
Batı medeniyeti dairesindeki
milletler kendi normlarına cuk diye oturan Aristo'dan beslenirken, bizler niçin
bir Mevlâna'dan bir Yunus Emre'den, bir Hacıbektaş Veli'den beslenmeyi
akledemeyiz? Niçin yolumuzu bırakıp
onların çıkmaz yollarına tevessül ederiz?
Pergelin ince ucunu doğru konumlandıramayanların düzgün bir daire
çizmesi ve doğru bir daire içerisinde şuurla hareket etmesi beklenemez. Bizler
sinema konusunda da pergelimizi yanlış konumlandırdığımız için çizdiğimiz
daireler ya yamuk oluyor ya da bizi içine alamayacak kadar küçük ve eğreti...
Bu biraz da ilk düğmeyi yanlış iliklemekle alâkalı bir durum doğrusu. Aslında
her şey yanlış bir medeniyet tasavvurundan kaynaklanıyor.
Bizim milletimiz çektiği onca
çilelere ve her şeye rağmen hayata dört elle sarılan ve gülmeyi seven, daima
pozitif düşünen hayat dolu bir
millettir. Onun içindir ki halkımız sinema salonuna gittiğinde kendisini
güldürecek ve mutlu edecek şeyler bekler. Bu yüzden Yeşilçam filmlerine
baktığımızda bu tarz komedi filmlerinin sayıca çok olduğunu görürüz. Bundan
yola çıkarak "Türk sinemasını güldürü filmleri ayakta tutmaktadır"
dersek abartmış sayılmayız. Kemal Sunal filmlerinin defalarca seyredilmesi bu
görüşümüzü güçlendirir.
Sinemada halkın ilgisi tek ölçü
olunca bazen sinemamızın yerinde saymasına neden olan, hatta onu geriye götüren, ufuklarını daraltan filmler
de çekiliyor. Bu vasat filmler yapımcısına yüklü miktarlarda para kazandırınca
söz konusu filmler, isimleri bile değiştirilmeden nümerik bir seriye dönüşüyor.
Bu filmlerde ahlâk ve seviye aramak beyhude bir uğraş olarak kalıyor. Bu seviye
noksanlığı (buna çukurlaşma da diyebiliriz) köklü değerlerimize ve ahlâkî
normlarımıza zarar veriyor; değer çatışmalarını körüklüyor.
Sinema bir sanat türü olmanın
ötesinde, bir varoluş sahası, bir düşünme ve düşündürme biçimidir. Onun için
sinema bahsinde "film işte" deyip geçemeyiz. Varoluşçu felsefenin
önde gelen isimlerinden Heidegger'in "Kamera izleyiciye yöneltilmiş bir
silâhtır." sözü bizi bu konuda bir hayli
düşündürmektedir. Zira bu silahın gölgesi daima üzerimizdedir.
Türkiye'de sinema sahasında şahsına
münhasır (özgün) bir sinema dili oluşturarak dünya ölçeğinde yapımlara imza
atmak hepimizin arzusudur. Ülke olarak bunu başaracak güçte ve donanımdayız.
Yeter ki buna inanalım, bunu dert edinelim. O günleri iple çekiyoruz.