Çoban
Halil cahildi amma ne çıkar, dağları iyi bilirdi. Hangi dağda ne çiçek biter
onu da bilirdi. Severdi dağları, çiçekleri, yıldızları ve severdi kavalını. Her
saat türlü nağmeler dökülürdü kavalından ve çobanın yaşama sevincini dile
getirirdi.
Bazen
sevincini, bazen şaşkınlığını bazen da içindeki garip ateşi anlatırdı kuşlara. Gün
geçtikçe büyüyen derin bir ateşti bu. Kavrulurdu Çoban Halil’in yüreği, dili ve beyni.
Serin
pınarlar keşfetti dağda, su içti., kana kana. Sele, yağmura açtı bağrını; ateş
daha bir alevlendi... Dağın eteğinde pırıl pırıl bir deniz gülümserdi. Çoban Halil
koptu koştu dağdan, denizin serin suyuna bıraktı kendini, dalgalarla oynadı,
balıklara kardeş oldu. İçindeki ateş bir daha alevlendi.
Saşıra
kaldı Çoban Halil, ne etsindi kuzum, bu içindeki ateşe bir isim, bir mânâ
vermekten acizdi. Başını taşlara vurdu, göz yaşları pınarlar gibi çağladı.
Ekmek yemedi, su içmedi günlerce. Sürü kendisine ait olsa, onu hepten
unutacaktı, ancak başkalarının hakkı vardı üstünde.
Güneşin
doğuşunu, ayın batışını izledi. Minnacık yaprakları tetkik etti, koyunlarının
gözlerine daldı... Düşündü ki. "Bu dağların, bu denizin, yağmurun,
güneşin, uçan kuşun, çiçeklerin, kendisinin bir sahibi olsa gerek...
Bir
sahip ve bir sebep?
Burada
durakladı çoban, içindeki ateş titredi. Baştan ayağa titredi çoban. Abasına
sarıldı iyice, karanlıklara bürünmeye çalıştı. Ama artık kaçamazdı çoban. O
karanlık, keskin bir ışıkla, bir düşünceyle aydınlanmıştı.
O
ışığın, o düşüncenin arkasından gitmek gerekti. Allah kelimesini hatırladı.
Duymuşluğu vardı, taa eskiden, insanlar arasından kaçıp, dağa, çobanlığa sığınmadan
önce. pek küçüklüğünde.
Kollarını
iki yanına açtı. İçindeki ateşe serin bir rahmet yağıyordu... Çoban Halil,
kendinden geçti. Cahildi, çok kelime bilmezdi. Allah'ına şükrünü, ne türlü
anlatacağını bilmezdi. Dua bilmezdi. Ama ne çıkar, bildik bir kaç kelimesi
vardı ya.
Sevgili
Allah’ım dedi, "Sen birsin ve hepimizin sahibisin. Sevgili Rabbim’sin . Seni
çok seviyorum. Seni sürümden, denizden, çiçeklerden daha fazla seviyorum, çünkü
sen, hepsini yaratansın.
Yaradanımsın.
Sana
feda olayım.
Sevgili
Allah’ım, koyunlarımın sütü senin olsun. En güzel kaymakları ve en güzel
yoğurtları senin için yapayım.
Ne
var ki bir hoca geldi o dağa bir gün. Çobanı hayretle seyretti. Mübarek beyaz
sakalını sıvazladı, seslendi :
-Ey
Oğul, heyy oğul, sen ne edersin, ne konuşursun öyle? Günaha girersin. Allah,
senin yoğurdunu, kaymağını ne yapsın. Ne biçim bir duadır bu?
Çoban
şaşırdı, sonra boynunu büktü :
-Ben
cahilim babacığım," dedi, Dua nedir bilmem, yalnız O'nu duyuyorum, taa
içimde duyuyorum. O'na şükretmek istiyorum. Benim için kaymak, yoğurt, süt
vardır, onları bilirim en iyi, hepsini Yaradan'a vermek isterim.
Hoca
acıdı çobana, bir kaç hafta dağda kaldı. Çobana eşlik etti, ona duaları
öğretti. Çoban sevinç içindeydi. Bir gün vedalaştılar. Hoca dağdan indi... Bir
kayığa binip, denize açıldı. Karşı kıyıya kürek çekmeğe başladı...
Sonra
birden, bir sesle irkildi :
-Babacığım...
Babacığım...
Bu
Çoban Halil’in sesiydi, ihtiyar arkasını döndü, bir de ne görsün, çoban denizin
üstünden koşup gelmekte...
-Efendi,
duanın birini unuttum.
Hoca,
titredi.
-Allah'ım,
diye düşündü, sen büyüksün, sen bilirsin sana sevgili olanı, biz bilemeyiz.
Göz
yaşları döküldü yanaklarına ve çobana seslendi :
-Garip
çoban, dön git, bildiğin gibi et gönül duanı. Senin aşkının yanında, bana söz
düşmez"
Çoban
Halil boynunu bükedurdu yine,
denizin
üstünden yürüyüp, döndü dağının kıyısına.
redfer