Üzgünüm, anne: sırça köşkünden firar
etti hayallerim zemheride solan gölgemden dahi feragat etmişken ve işte
yalnızlığın simsarı boyutsuz acılarla örülü o divaneme yolculuğunda bulutların
yolum düşmüşken kendime.
Önce sevdim sonra doğmuşum.
İlkelerim vardı hep saygımla önümü
iliklediğim iliklerim var bense iliğime kadar üşümüşlüğüme düştüm yollara
ruhuma yağan karın sevdasına düşmüşken hele ki yok muydu içimde saklı o hengâme
o devasa buz dağı…
Sözcüklerim yaşlı sanma sakın.
Yasımda saklı yaşım bir de sen, anne.
Namert gölgeler firar ettiğinden beri
cehennem ateşinden ve işte tutukluk yapan kalbim kadir kıymet bilmeyenlerce
içine sokulduğum cihanda saklı kabrim.
Kanamalı bir imge ararken yolum düştü
kendime.
Meylettiğim huzurun arifesinde çöreklendi
ateş kalbime.
Önce men ettim acıyı.
Sonra meylettim acıya.
Açamadığım o kara kutu mu idi sahiden
saklı iken kanımda?
Kanım dahi donmuşken.
Kandığım kadar insanların nefsine.
‘’Çapkın
hayallerin çirkin ördeğiydim ben orada. Öyle çok mutlu oldum ve öyle çok acı
çektim ki özgeçmiş falan hikâye, benim orada geçirdiğim üç yılda en özlü
geçmişim saklı. Bir insanın hayatındaki en özlü şeyin, delirmek olduğunu fark
ettim ben orada.’’(Didem Madak)
Suskun güncemi
güncelliyorum hali hazırda takılı kaldığım çocukluğum ve tüm hüznüm babamdan
miras alınganlıkta da yok iken üstüme.
Ar edindiğim
bir ardıç kuşu misal.
Orası.
Oradan oraya
uçuşan saç tellerimde saklı hırsız kelebekler ve polenlerin öyküsünde üç kere
hapşırıp başıma koyduğum bir avuç çiçek ve bal özlü sözcükler miadı dolan
şaşkın kelebek bense haykırdığım kadar sessiz ve öfkeli iken öncemde ve orada
geçen hepi topu birkaç senenin ardından artık oralı bile olmadığım kadar
adamışken kendimi baba evime.
Racon kesen rüzgâr.
Yalıtılmış
zambaklar.
Taşeron
sözcükler yumulduğum kaderimi yamulduğum kederime nispet yaptığım mutlu
günlerim delişmen varlığım ölümün vardiyasında zan altında kalmış üç beş metruk
kâbusa düşmüşken yolum.
Muğlak bir rengin gölgesi olmayı
reddediyorum; hâkimiyetin kayıtsız şartsız yüce Mevla’da olmasından öte
zihniyetleri tanımıyorum.
Aşk kutsal bir rengin ta kendisi bir
o kadar yalnızlığın tanrısı, aşkın nidalarına serili gözyaşımdan ibaret de
değilim sadece.
Mevki makam sahibi tüm insanlar
insanlığın tadını değil adını çıkaranlar.
Hümayunu evrenin ve şeritlerde dikili
dimdik yakalar dik başlı yalanlar kürediğim toprağın içine girmeye dünden razı
varlığım hele ki yalnızlığı sır tutan aynalarının parçalanıp da sonsuz parçaya
ayrılmasının verdiği acının yerini kim tutar, söyleyin?
Kim tutar yasını ölümden ibaret
gömülü şeceresinde tarihin yana yakıla tekerrür eden tarihi kahramanların
tanısı konulmamış ziyanlarından kim mesuldür?
Gönlün surlarına serili bir sır değil
sadece.
Şehrin surlarında hâkimiyet kuran
binlerce hece uçuşan saçlarımda dönenen yakamozlar ve kuş benzeri canlılar ama
benim sadece benim gördüğüm; bana görünen hayaller hayaletler.
Cebbar bir gölge.
Cüzi sözcükler.
Sürmanşet imgeler balta girmemiş
duygular kadar makbul olsa keşke yaşanan hayatlar hadiseler sökün eden zuhur
eden ve zulmeden zalime püskürttüğüm nidalarım esefle yerinden söktüğüm putları
tabuları münafıkların.
Zanlar yüklenmiş iken zamansız
ölenler.
Ziyan olmuşken hayatlar ve ucu yanık
mektuplar.
Kıtalar aşmış şaşkın ruhumdan dökülen
parçaların uzamında bazen tekabül ettiğim bir yarımadanın mahiyetinde
mıntıkasında sözcükler paralanıyor her kalemle olan diyaloğumu kesip de koptum
mu hayattan ve içime kapandığımda.
Yosun yeşili gözlerinde şehrin.
Yâd ellere esir düşmüş iken mevsim.
Meali hüzün.
Mizacı hazan.
Sancılandığında evren ve işte o
büyüyen izdiham…
İtirafı imkansız değil bilakis ruha
huzur veren Allah’a koştuğum bensiz bir iklime meyleden insanların canı sağ
olsun…