Mehmet,
10 günlük bir tatil için Peru'ya gelmişti. Peru'yu o kadar çok sevdi ki, bir ay
kalsa bile yetmezdi. Bu yüzden bir hafta daha kalmaya karar verdi. Görmek
istediği tarihi şehirler vardı. Rehberi Carlos, bir Kızılderiliydi ve Mehmet'in
ısrarı üzerine onu Kızılderili kabilesinin köyüne götürdü. Halbuki bu ziyaret
programda yoktu. Ayrıca, Kızılderililerin reisi Tatarka-chow, Mehmet'i çok
sevmişti. Mehmet'in kendisine gösterdiği saygı ve hürmetten çok memnun kalmıştı.
Bu nedenle onu özel çadırda ağırlamak istedi. İki gün çadır hayatı yaşayan
Mehmet, hayatın ne kadar mütevazı olabileceğini ve mütevazı bir yaşamın insanı
nasıl mutlu edebileceğini iliklerine kadar hissetti. İstanbul'daki yaşamıyla
zıt bir hayat sürüyordu. İstanbul'da iş adamıydı, günde neredeyse 24 saat işten
kendini alıkoyamıyordu. Gündüz çalıştığı yetmezmiş gibi, rüyalarında bile çoğu
kez şirketle meşguldü. Çadırda geçirdiği iki günde anladığı şey, sanki son 10
yılda yeniden yaşamaya başlamış olmasıydı.
Mehmet,
babasının kalp krizi sonucu vefatından sonra şirketin başına geçmişti. Aslında
istemiyordu ama annesinin ısrarına dayanamamıştı. O günden beri geceyi gündüze
katıp şirketi en az üç kat büyütmüştü. Hem ticari hem tatil amaçlı Peru'ya
gelmişti. Peru’ya geldiğine çok memnun kalmış, neden daha önce hiç tatil
yapmadığına ve kendine vakit ayırmadığına hayıflanmıştı.
Mehmet, Peru'da okyanus kıyılarında da tatil yapmayı planlıyordu. Kızılderililerle balık avlayıp pişirip yiyecekti. Reis Tatarka-chow'la vedalaşıp Lima'daki oteline döndü. Bir gün dinlenip sahil yolculuğu için gerekli alışverişi yapacaktı. Alışverişin ardından oldukça yorulmuştu. Akşam yemeği için odasına servis istedi, yemekten sonra dinlenmeyi planlıyordu. Yemeği beklerken 10 gün sonra ilk kez sirketin telefonunu eline aldı. Gördüklerine inanamadı... “Nasıl olur?” diye hayıflandı. Daha sonra derin bir nefes alıp düşünmeye başladı. Karşılaştığı tablo hiç hoşuna gitmemişti. Bazı şeyleri sezmişti ama bu kadarını beklemiyordu. “Pes doğrusu!” diye serzenişte bulundu. Bir ders vermesi gerektiğini düşündü ama nasıl? Sıradan bir ders olmamalıydı; kimin ne türde bir insan olduğunu en net şekilde öğrenmek istiyordu. Çok düşünmesine gerek kalmadı, aklına güzel bir fikir geldi. Yemekten sonra bu fikir üzerinde derin derin düşündü ve telefonunu eline aldı.
Uzun uzun konuştuktan sonra: “Sen derhal dediğimi yap, tüm sorumluluk bana ait,” diyerek telefonu kapattı.
İki
gün sonra ulusal basında ilginç bir taziye ilanı yayınlandı. İlan, Yayla
Holding’e aitti ve ilanda Yayla Holding CEO’su Mehmet Yayla’nın Peru’da
hayatını kaybettiği ve Peru’da defnedileceği bildiriliyordu. İlanın ilginç
kısmı ise şu ifadeydi: “Merhum Mehmet Yayla’nın vasiyetidir: merhumdan alacağı
olanların, avukat Selami Tilki’ye detaylı fatura göndermeleri istenmektedir.
Detaylandırılmamış faturalar kesinlikle işleme alınmayacaktır." İlanda
sadece fatura istenmişti, ödeneceği kasten yazılmamıştı.
Mehmet,
sahil tatilinden vazgeçip Reis Tatarka-chow’un kabilesine geri döndü ve
Kızılderililerle bir hafta daha geçirdi. Son hafta misafir olarak kalmak
istemedi, Kızılderililerle günlük işlere katıldı. Sabah erkenden kalkıp
ormandan odun topladı, ardından ava çıktı ve bahçedeki işlere yardım etti. Bir
yandan onların hayatını öğrenmeye çalışıyor, diğer yandan onlara bazı şeyler
öğretmeye çalışıyordu. Birkaç gün sonra sanki onlardan biri olmuş gibiydi. Bir
hafta sonra tatil rehberi Carlos geldi ve beraber Lima’ya döndüler.
Otel’de
bilgisayarını açtığında, kendisine ulaşan bilgiler midesini bulandırdı.
Etrafında ne kadar iğrenç insanlar olduğunu görünce şaşkına döndü. Bir hafta
önce kimsenin kendisini aramamasına da rahatsız olmuştu. Halbuki, İstanbul’da
gölge gibi peşinde gezen en az 10 kişi vardı. Bir yolunu bulup mutlaka yanına
gelirlerdi. “Mehmetçiğim” diye diye ne iltifatlarda bulunurlardı: “Canım,
ciğerim, iki gözüm” demeden söze başlamazlardı.
Kendisine
ulaşan iğrenç bilgiler, alacaklıların faturalarıydı. Meğer ne kadar borçlu bir
insanmış! Hiç tanımadığı kişiler bile fatura göndermiş, bunları ciddiye almadı.
Belgelerdeki tarihlere bakınca gördü, ilk önce kanka sandıkları göndermiş, hem
de ne faturalar! Tek tek inceledi. Meğer milyonlarca lira tutarında Mehmet’ten
alacakları varmış. Canlar, ciğerler meğer her buluşmada sohbet muhabbet yerine danışmanlık
yapmışlar. Spor danışmanı, uyku danışmanı, psikoloji danışmanı, beslenme
danışmanı, edebiyat ve kültür danışmanı... En çok borç spor danışmanına
birikmiş: 2.5 milyon dolarcık! Hakan adındaki arkadaşıyla – pardon,
danışmanıyla – haftada en az bir kez buluşur, futbol muhabbeti yaparlardı.
Özellikle derbi maçlarından sonra bazen iki saat boyunca maçı
değerlendirirlerdi. Bu buluşmalar hep faturalandırılmış...
“Uyuyamıyorum”
dediği Sezai ise uyku sorununu nasıl giderebileceği hakkında bilgi vermişti.
Demek ki dost sandığı kişiler aslında parasının dostlarıymış. Bunu tahmin
ediyordu ama insanların bu kadar alçalabileceğini hiç düşünmemişti.
Avukatı
Selami Tilki, gelen bir faturaya özellikle dikkat çekmiş. Fatura Rıza Derviş
adında birinden gelmiş. Aslında bu bir fatura değildi, Rıza Derviş bir doküman
düzenletip başsağlığı dileğinde bulunmuş, merhuma dua etmiş ve yıllar önce
aldığı 50 TL’lik borcu ödemek istediğini belirtmiş.
Mehmet,
Rıza Amca'yı hatırladı. Eski iş hanındaki çaycı Rıza Amca... Borç verdiğini pek
hatırlamıyordu ama Rıza Amca’nın bu tavrı karşısında çok duygulandı. Sevindi, iyi
insanlar bitmemiş…
İstanbul’a
geri dönüp etrafındaki çıkarcıları uzaklaştırmaya ve Rıza Amca gibi iyi,
dürüst, mert, delikanlı insanların yetişmesine yardımcı olmaya karar verdi.