Gök gürültüsü, şimşek çakması, şiddetli yağmur ve rüzgâr el ele verip küçük elma ağacını zor
da olsa uyandırmışlardı. Elma ağacı, uyku
sersemliğinden
dolayı dallarının budandığını ve kırıldığını fark edememişti. Tam anlamıyla uyandığında ise heyecan ve sevinçten, fark etse bile umurunda olmadı. Gelecek misafirleri ve onlara yapacağı ikramlar ağacı fazlasıyla mutlu etmişti. Ayrıca çok sayıda böceğe bağrını açacak, onlara ev sahipliği yapacaktı. Bazen onları yaprakları arasında kuşlardan saklayacaktı...
Günler, haftalar
gelip geçti. Doğa rengârenk olmuştu. Önce yeşil yeşil yapraklar çıkmış, ardından çiçekler açmıştı. Ağaçlığın güzelliği göz kamaştırıyordu. Çok geçmeden misafirler gelmeye başladı. Böcekler ağaçların kovuklarını mesken edinmişti. Hatta bazıları yiyecek aramak için uzağa bile
gitmez, ağacın yapraklarını kemirirdi.
Sonra çiçeklerin
polenlerine arılar
gelmeye başladı. Arılar sanki polen için değil, çiçeklerle hasret gidermeye
gelmiş gibiydi. Arılarla çiçekler arasındaki bu sevgi bağına şahit olmak ayrı bir güzellikti. Arı, çiçeklere öylesine nazik ve kibar davranırdı ki, bunu yalnızca ağaç görebilirdi. Bazen arılar ya
da başka böcekler yaprakların arasına saklanır, kuşlara yem olmak istemezlerdi.
Elma ağacı çok büyük değildi; dallarına göçmen kuşlar gelip yuva kurmazdı. Ama karşıdaki devasa ağacın dallarında çok sayıda göçmen kuş yuva kurmuştu. Yeni kurulan yuvalardaki heyecana,
sevince ve mutluluğa her
gün şahit
olur, keyif alırdı. Bu kuşların bazıları ara sıra elma ağacını da
ziyaret ederdi. Farklı farklı kuşlar gelip dalına konar, bir süre durduktan sonra tekrar uçup giderdi. Ağaç için her gün bayram gibiydi; her gün birçok canlıya ikramda bulunurdu.
Bütün bunların üzerine güneşin sıcaklığını
iliklerine kadar hissederdi. Ara sıra yağan yağmurun ve esen rüzgârın
verdiği ferahlığa doyum olmazdı.
Çiçekler zamanla
meyveye dönüştü. Meyvelerin olgunlaşması, elma ağacı için sevincin, mutluluğun, huzurun zirvesiydi. Kuşların gelip o meyvelerden yemesi kadar haz veren başka bir şey yoktu. Dallarında yetişen tatlı, sulu meyveyi ikram etmenin zevkini, yani
cömertliği, iliklerine kadar hissederdi.
Meyvelerinden
sadece kuşlar ve
böcekler istifade etmezdi elbette; insanlar da
elmalardan faydalanırdı. Ancak insanlar ile kuşlar arasında büyük bir fark vardı. Kuşlar, meyveleri koparmadan, daldan doyuncaya kadar
yer, kalanını başkalarına bırakırlardı. İnsanlar ise meyveyi koparıp sadece kendileri yerdi. Hatta bazen yalnızca bir elmayı değil, koca dalı kırar,
daldaki tüm elmalarla birlikte götürürlerdi.
Her şeye rağmen, cömertlik kadar iyi hissettiren bir şey yoktu.
Zamanla olgunlaşan meyveler ya insanlar tarafından tamamen toplanır ya da birer birer ağaçtan düşerdi. Meyveler olgunlaştıkça ağırlaşır, ağacın gücü hepsini dalda tutmaya yetmezdi. Ağaç istese de meyveleri
tutamaz, gücü azaldıkça mecburen bırakmak zorunda kalırdı.
Gerçi yere düşseler bile gözü onların üzerindeydi; yerdeki
meyveleri de kuşlar ya
da karıncalar yerdi. Meyvelerin
tüketildiğini görmenin sevinci, onları kaybetmenin üzüntüsünü bastırırdı.
Elma ağacının gücü gün geçtikçe azalıyordu; artık yapraklarını bile tutamayacak kadar bitkin düşmüştü. Yapraklar her ne kadar ağaçtan ayrılmak istemese de, rüzgâr onları alıp
uzaklara savuruyordu.
Bir gün gelmişti ki ağacın ne meyvesi kalmıştı, ne de yaprağı. Zaten misafirlerinin çoğu da çoktan çekip gitmişti. Karşı ağaçtaki göçmen kuşlar önce yuvalarını terk etmişti. Bir zamanlar cıvıl cıvıl olan yuvalar artık bomboştu. Arılar, kelebekler ve diğer böcekler uçmaz olmuştu. Yapraklarını kemiren böcekler bile yoktu artık; ağaçlıkta derin bir sessizlik hâkimdi.
Kalan birkaç kuş ise boynu bükük bir şekilde su kenarında duruyordu. Hâlbuki bir parça ekmek için birbirleriyle yarışan bu
kuşlar, şimdi sessizliğe bürünmüştü.
Ağaç, güneşi de her geçen gün daha az görmeye başlamıştı. Kara kara bulutlar, güneşi
perdelemişti.
Güneşli günlerde yanından pek çok insan geçerdi. Kimisi koşar, kimisi hızlı adımlarla
yürür, kimisi de yavaş yavaş ilerlerdi. Kimi neşeliydi, kimi düşünceli, kimi ise hüzünlü. Neşeli olanlar çoğunluktaydı; bazıları bir elma koparıp gülerek yerdi.
Ama artık ne neşeli insanlar, ne de başkaları yanından geçiyordu. Sadece o hüzünlü olan her gün gelir, ağır adımlarla yanından geçerdi. Sanki koca dünyanın yükü omzundaymış gibi, bazen çökkün bir halde olurdu. Böyle birini görmek, elma ağacını daha
da üzerdi.
Elma ağacı, birilerine ikramda bulunamamanın, birilerine ev sahipliği yapamamanın hüznünü yaşıyordu.
Üstelik bu sessizlik, yalnızlık ve hüzün artık
dayanılmaz hale gelmişti.
Ve elma ağacı, sessizce gözlerini yumdu...
abdullah konuksever