
Kabullenmişliğin efkârı saklıydı
çöken dizlerinde hani nerede ise diz dizeydi dünün skalasında yorgun bir
savaşçının da çığlıydı adeta göğün arka penceresinden sarkan o sarmaşık misali
üzüncün de bekasıydı yarından hala nasıl oluyor da umudu kesmediği.
Sözcükler rahmetin taşkınında sağanak
misali yağıyordu ne de olsa bulutların çeperinde saklıydı hüzün damlacıkları ve
kenetlenmiş ellerinden sızan dualarına sıkı sıkı sarıldı.
Sancılı bir yol olmaya meyyal döşünde
hayatın…
Sanrılı bir de izlekti madem matemin
ihbarı ve evet, işte yeniden başlaması için sebep mi yoktu?
Aşkın asasına tapınan bir iç çekiş,
ruhun da yorganı iken vicdanın tortusu ve künyesinde saklı tuttuğu ismi o
delişmen rüzgârın.
Koyu gözleri gecenin, lanetin
izdüşümüydü bir de bakaya kalan ömürden sızan hayaller ve tutunup tutunacağı
dala tüneyen onca kalabalık aslında çehresinde saklıydı izdiham: öyle ya, yoğun
bir bulut kümesi anlık öfkesinden doğan huzursuzluk ve sevdalı yüreğinde fink
atan heceler belli ki kuşların nasiplenip nasipleneceği her lokma aslında
evrenin sunumu ile kendisinin de vesile olduğu bitimsiz bir hegemonya idi.
Göğün bitimi yoktu ki ömrünü
güncellesin.
Aşkın da izdihamı idi beyitler kadar
kısa ve uzun hani nerede ise adam boyu bir sersemlik o künefe tadında
yalnızlığın, aşk da isyan da aryalar kadar tutkulu ve coşkulu idi.
Bir kez dahi minnet etmemişti
haricindekilere ama halveti yüreğin de illet bir boşluktu belki de mezarına
talipti yeis yüklü gece nihayetinde gidebileceği hiçbir yer yoktu.
Guguk kuşuna özenirdi bir zamanlar ne
de olsa asla bir evi olmamıştı ve küçüldükçe küçülürdü sığmak adına guguklu
saate sonra da inzivaya çekilen yelkovanla akrebin arasına girer ve onların
sataşmalarından fırsat bulduğu her çeyrekte uzun uzun yutkunurdu ne de olsa
dakikalar ve de umut ondan sorulurdu.
Sıkıca sarıldı bedenine.
Hissetmiyordu oysa.
İçinden geçenleri unutmaya çalıştı
belki de kaderdi unutması gereken ve kederdi, esefle yüreğini bozguna uğratan.
Bir ağaç dibine dahi razıydı yeter ki
rahmetini esirgemesin Yaratan.
Bir ağaç kovuğuna sığmayı arzuladı ve
de görünmemeyi.
Rüzgâra atıfta bulundu telaşla.
Aşkı sırdaş bilen gök kuşağına
sokulup da sekizinci renk olmayı diledi.
Rabbi tek sırdaşıydı bir de matemi.
Aşkın sağanağında ıslanmayı istemişti
hep ve konuşlu olduğu yalnızlığın bir gün ıskartaya çıkıp da benliğiyle
tamamlanmak belki de evreni tamamlamak.
Müzmin duygulardı hep onu öne
fırlatan oysaki arkada kalmak istiyordu bir de görünmemek hem belli mi olurdu,
gün gelir de herkes ona hürmet ederdi.
Aşkın kazdığı mezarda doğmuştu Hülya.
Hülyalara boğulan annesi nihayetinde
kendi kanında boğulmuştu ve ona sahip çıkan kimseler de olmamıştı.
Tam çıkacaktı ki menzilden otobüs son
durağa vardı ve otobüste kalan son yolcu olmanın verdiği rehavet ile tam da
uyuya kalmışken seslendi otobüs şoförü:
‘’Son durak. Yolcu kalmasın lütfen.’’
Kocaman otobüste kala kala bir başına
hani neredeyse gidip eteğine yapışacaktı şoförün:
‘’Amca, ne olur beni evine götür.
Bak, ses de etmem. Kıvrılır bir köşeye uyurum. Gün doğar doğmaz da çıkar
giderim ve AKBİL’imle tüm gün devri âlem yapar nihayetinde de…’’
‘’Kızım, hadi in artık. Evine git de…’’
Adamın lafını tamamlamasına izin
verse miydi acaba ya da gidip yalvarsa mıydı?
‘’Beni de götür.’’
‘’Ne dedin? Duymadım, kızım. Meslek
hastalığı işte sonunda kulaklarım duymaz oluyor mesaim bitti mi. Senin de
yolculuğun burada bitti işte küçük hanım. Bak saat kaç oldu.’’
Saati duyar duymaz yurt odasındaki
guguklu saati geldi aklına Hülya’nın. Aslında yurt müdiresinin odasındaydı saat
lakin her saat başı sırf guguk kuşunu görmek adına odayı ziyaret etmesinden
anlamış olmalıydı ki kadın, nihayetinde saati Hülya’ya hediye etmişti.
Oysa artık ne odası vardı geride
kalan ne de bir saati üstelik hayali bile yoktu artık. Sanmıştı ki; yurttan
atıldığı gün yeni bir hayata başlayacak… Sanmıştı ki; rahmetli annesi onu
sahiplenecek. Gitmişti gidebildiği yolu ve kaç kere de yolu mezarlığa düşmüştü
hatta iki geceyi üst üste mezarlıkta geçirmişti ta ki; mezarlık bekçisi onu
fark edip kovalayana kadar.
‘’Amca…’’
‘’Sen hala burada mısın? Söyle ne
diyeceksen de de ben de evime gidip dinleneyim.’’
‘’Yarın görüşürüz umarım, şoför
amca.’’
Yarın olacak mı ki? Yarını kurgulayan
bir Tanrı varsa ben neden lanet bir guguk kuşu kadar şanslı değilim?
Belki de bir şans kuşu hani yeni yıla
yolu düşen bir talih gibi ya da bir talihli…
Yoksa bir aparat mıydı kader bir de
kederle sözlenip kendini evrene armağan eden yalnızlık ama ölülerle dolu bir
yalnızlık hele ki çıkmadık candan nasıl ki ümit kesilmiyor…
‘’Kimin kimsen yok mu kızım senin?’’
‘’Olmaz mı amca? Elbette var bir de
beni bekleyen…’’
Bekleyen.
Beklenen…
Beklemeye değer mi peki?
Bir eksik bir fazla…
Eklenen yeni insanlar bir de eksilen
belki de yüzüne bakmaya dahi tenezzül etmediğimiz insanlar daha doğrusu insan
yerine koymadığımız…
Ya da bir gazete kâğıdının ardına
gizlenen ölü bedenler; ölümün sebebinin ne olduğu tartışılırken asıl
tartışmamız gereken konu; neden onlara sahip çıkmadığımız…
‘’Baba, bak ne güzel bir saat. Alalım
mı dersin?’’
‘’Çok pahalıdır ama yine de bir
soralım bakalım.’’
‘’Hoş geldiniz. Neye bakmıştınız?’’
‘’Şu guguklu saatin fiyatını
soracaktım gerçi ikinci el ama yine de pahalı olduğunu düşünüyorum.’’
‘’Yo, hayır, hiç de pahalı değil
bilakis çok ucuz yeter ki elden çıkarayım. Çalışıyor ama guguklu kuş içeride
mahsur kalmış yani, anlayacağınız uygun fiyatı hem çocuğunuz için de farklı bir
oyuncak olduğu tartışılmaz.’’
‘’Elime alabilir miyim? Hani,
yakından bir bakayım. Burada bir şey var sanırım. A, düştü bile yere.’’
‘’Sanırım eski sahibinin bir resmi
gerçi getiren yaşlı bir kadındı ama…’’
‘’Bu, bir çocuğun resmi ve ben bu
çocuğu tanıyorum.’’
‘’İnsan insana benzer, efendim.
Yırttım attım bile. Hey, nereye gidiyorsunuz?’’
‘’Baba, hani guguklu saati alacaktın
bana.’’
‘’Bu saatin zaten bir sahibi var.
Aslında vardı.’’