Ebü’l-Hasan EŞ‘ARÎ
Ebü’l-Hasen Alî b. İsmâîl b. Ebî Bişr İshâk b.
Sâlim el-Eş‘arî el-Basrî (ö. 935-36)
Eş‘ariyye mezhebinin kurucusu.
Yemen’li sahâbî Ebû Mûsâ
el-Eş‘arî’nin soyundan geldiği için Eş‘arî nispetiyle, Ehl-i sünnet akîdesinin
gelişip yayılmasına olan önemli katkılarından dolayı “Nâsırüddin”, Basra’da doğup büyüdüğü için “Basrî”, “İmâmü
Ehli’s-sünne”, “İmâmü’l-mütekellimîn”, “Reîsü’l-cemâa” lakaplarıyla da anılır.
Eş‘arî, latîfeci ve tatlı sözlü, mizâhsever, şakacı bir kişiliğe sahip,
kanaatkâr ve iffet sahibi bir kimsedir. O’nun fizikî özellikleri hakkında
bildiğimiz tek şey ise sesinin güzel ve okuyuşunun etkileyici oluşudur.
Küçük yaşta babasını
kaybeden İmam Eş‘arî onun vasiyeti üzerine Sünnî bir âlim olan Yahyâ b.
Zekeriyyâ es-Sâcî’den fıkıh ve hadis
ilimlerinin yanı sıra Ehl-i hadis’in îtikâdî esaslarını, özellikle de bu
mezhebin sıfatlar hakkındaki görüşlerini öğrendi. Annesinin Mu‘tezile âlimlerinden Ebû Ali el-Cübbâî
ile evlenmesinden sonra da onun himayesinde yetişti ve kendisinden kelâm tahsil
etti. Bir taraftan da Abdurrahman b. Halef, Ebû Halîfe el-Cumahî, Sehl b. Nûh,
Muhammed b. Ya‘kūb gibi Sünnî âlimlerden hadis ve fıkıh dersleri aldı. Basra’da
oturduğu yıllarda zaman zaman Bağdat’a giderek Ebû İshak el-Mervezî’nin Mansûr
Camii’ndeki cuma derslerine katıldı. Bazı tarihçiler
“Eş‘arî, Mervezî’den Şâfiî mezhebini, Mervezî de Eş‘arî’den kelâm ilmini
öğrendi” tespitinde bulunmuşlardır. Yani “Ebû İshâk el-Mervezî, Eş‘arî’nin
hem hocası hem de arkadaşıdır”.
Uzak diyarlardan Eş‘arî’yi dinlemeye gelen öğrencilerin varlığı, onun
kendi döneminden itibaren tanınmaya başladığının bir göstergesidir. Gençlik
yıllarında Eş‘arî’nin şöhretini duyan ve büyük bir iştiyakla onunla tanışmak
üzere Basra’ya giden Ebû Abdullah b. Hafîf’in anlatımına göre Eş‘arî, mecliste
Mu‘tezile’nin meşhûr âlimleriyle tartışmalar yapmakta ve Mu‘tezile bilginlerine
söylenecek hiçbir söz bırakmayacak derecede onların ileri sürdükleri itirâzları
cevaplamaktadır. Eş‘arî’nin hocası Ebû Ali el-Cübbâî ile yaptığı bir tartışmada
onu ilzâm ettiğini söylemesi, hem aralarındaki kelâmî tartışmaların devam
ettiğini, hem de Eş‘arî’nin cedel ve münâzara ilminde yetkinliğe ulaştığını
göstermektedir.
Kuşkusuz Eş‘arî’nin
ilmî yetkinliği yalnızca kelâm ilmiyle sınırlı değildir. O aynı zamanda cedel,
fıkıh, kıyâs ve ictihâd konularına vâkıf bir âlim, büyük bir müfessir,
eserlerinde başkalarının sözünü bile etmediği görüş ve mezhepler hakkında
ayrıntılı açıklamalara değinebilen mütebahhir bir bilgindir. Hocası
Cübbâî’nin etkisiyle gençliğinde Mu‘tezilî görüşleri benimsemesine, hatta
bunları savunan eserler yazmasına rağmen 912-13 yılı civarında bir cuma günü
Basra Camii’nde Mu‘tezile’den ayrılıp Ehl-i sünnet’e intisap ettiğini ve Ahmed
b. Hanbel ile diğer hadis âlimlerince temsil edilen Selef itikadını
benimsediğini açıkladı.
Kaynaklar Eş‘arî’nin itikadî ve fikrî hayatındaki
bu değişikliği farklı sebeplere bağlar. Eş‘arî’nin, Allah’ı zorunluluk altına
sokan (vücûb alellah, Mu‘tezile görüşünün yanlışlığını farkederek hocası Cübbâî
ile bu görüşle ilgili üç kardeş (ihve-i selâse) meselesi etrafında yaptığı münakaşalarda tatmin
edici cevaplar alamamasının Mu‘tezile’den ayrılmasında etkili olduğu kabul
edilmektedir. Eş‘arî’nin mezhep değiştirmesini özel bir olaya bağlamak yerine
onun gerçeği arama çabalarının, özellikle başta Ebû Hanîfe ve takipçilerinin
konuyla ilgili düşünceleri olmak üzere daha önce yapılmış olan Mu‘tezile’yi
tenkit mahiyetindeki çalışmaları incelemesi ve bu suretle kaydettiği fikrî
gelişmenin bir sonucu saymak daha mâkul görünmektedir.
Eş‘arî muhtemelen hicri 300’lü yıllarda Bağdat’a
giderek hayatının geri kalan kısmını orada geçirdi. Basra’da yürüttüğü öğretim ve telif
faaliyetlerine Bağdat’ta Sünnî inanç doğrultusunda devam ederek pek çok öğrenci
yetiştirdi. İmâmiyye’nin ileri gelenlerinden biri iken Eş‘arî ile yaptığı
münazarada yenik düşen Ebü’l-Hasan el-Bâhilî’den başka İbn Mücâhid et-Tâî,
Basra ve Bağdat’ta hizmetinden ayrılmayan Bündâr b. Hüseyin eş-Şîrâzî, Abdullah
b. Ali et-Taberî, Muhammed b. Ali el-Kaffâl, İbn Hafîf eş-Şîrâzî, Ebü’l-Hasan
Ali b. Mehdî et-Taberî onun meşhur öğrencilerindendir.
Eş‘arî’nin
talebelerinden Ebû Ali es-Serahsî, hocasının ölümünü şu sözlerle anlatır:
“Bağdat’taki evimde eceli yaklaşan Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî, beni yanına çağırarak
şöyle söyledi: “ Bana şahitlik et ki, Ehl-i kıbleden hiç kimseyi
tekfir etmedim. Çünkü herkes tek bir ma‘bûdun varlığını kabul ediyor. Bunun
dışındakilerin hepsi yorum farkından ibarettir” Kuşeyrî ise bu rivâyetin aksine hicri 324
yılında ölüm döşeğindeyken Eş‘arî’nin, öğrencisi olan fakîh Ebû Ali es-Serahsî’ye
“Allah, Mu‘tezile’ye lanet etsin. Onlar insanların zihinlerini
karıştırdı ve yalan söylediler” dediğini nakleder. 935-36 yılında Bağdat’ta vefat ettiği ve
şehrin güney bölgesinde bulunan bir mescidin yakınındaki türbeye defnedildiği
kabul edilen İmam Eş’ari’nin türbesi yıkılarak kabri gizlenmiştir.
Basra’da dedesinden intikal eden bir arazinin 17
dirhem tutarındaki geliriyle geçinen Eş‘arî’nin oldukça zâhidâne bir hayat
yaşadığı anlaşılmaktadır. Samimi dindarlığının yanında kıvrak bir zekâya
sahipti. Diyalektiği çok iyi kullandığı için yaptığı münazaralarda genellikle
üstün gelirdi. Mu‘tezilî âlimlerin fıkıhta umumiyetle Hanefî mezhebini
benimsemelerine bakılarak onun da aynı temayülü koruduğunu söylemek mümkünse de
Mâlikî ve daha yaygın kanaate göre Şâfiî olduğu da nakledilir.
Hadis rivayetinden başka tefsir, fıkıh, usûl-i
fıkıh, cedel gibi ilimlerle ilgilenmiş ve bu alanlarda da eserler vermiştir.
Asıl şöhretini ise kelâm ve itikadî mezhepler sahasında yaptığı çalışmalarla
kazanmıştır. Hayatının ilk döneminde Mu‘tezilî kelâm anlayışı doğrultusunda eserler
telif etmesine rağmen, akla aşırı derecede güvenen, onu dinin esasları için
temel ölçü kabul eden bu mezhebin bazı tutarsızlıkları bulunduğunu ve naslarla
çatıştığını farkederek Ebû Hanîfe, Ahmed b. Hanbel, Buhârî, İbn Kuteybe, Ebû
Saîd ed-Dârimî gibi âlimlerce ortaya konan Ehl-i sünnet akaidi safında yer
alması kelâm tarihinde önemli bir dönüm noktası teşkil eder. Eş‘arî,
Mu‘tezile’nin aşırı akılcılığına karşı çıkışının etkisiyle olacaktır ki önce
Ahmed b. Hanbel’in takipçisi olmuş ve teslimiyetçi bir tavır benimsemiştir.
Fakat kısa bir zaman sonra itikadî esasları aklın ilkeleriyle destekleyerek
nasları ön plana çıkaran üçüncü bir merhaleye ulaşmıştır ki bu Mâtürîdî
paralelinde Sünnî kelâm metodunun başlangıç dönemini oluşturur. Bu dönemde,
Mu‘tezile görüşlerini savunmak için daha önce ileri sürdüğü görüşleri bizzat
kendisi eleştirmiştir. Müslümanların itikadî konulardaki ihtilâflarını Maḳālâtü’l-İslâmiyyîn adlı
eserinde bir araya topladıktan sonra bid‘atçı görüşleri ve başta Aristoculuk
olmak üzere felsefî fikirleri, ayrıca Hıristiyanlık, Yahudilik ve Mecusîliği
çeşitli kitaplarında tenkide tâbi tutmuştur.
İmam Eş‘arî’nin her biri ünlü kelâmcılar olarak tanınan, görüş ve
sistemini geliştirip yayan önemli sayıda öğrencisi bulunmaktadır. Bu
öğrencilerini her tabakadan güçlü âlimler takip etmiş ve onların çabalarıyla
Eş‘arîlik düşüncesi İslâm dünyasında etkin bir mezhep haline gelmiştir.
Selçuklu sultanı Tuğrul Bey zamanında vezir Amidü’l Mülk yüzünden Eş‘arî
âlimleri işkencelere maruz kalmışlarsa da 1063 yılında Sultan Alp Arslan’ın (ö.
1072) tahta geçmesi ve gözden düşen Amîdü’l-Mülk’ün 1063 yılında öldürülmesi
ile bu zulüm devri sona ermiştir. Öte yandan Alp Arslan’ın veziri Nizâmü’l-Mülk
ise koyu bir Eş‘arî olduğu gibi âlimlere büyük değer veren bir zâttır. O Bağdat
ve Nişabur’da kurduğu Nizâmiyye medreseleriyle sünnî ve Eş‘arî kelâmının
gelişip kuvvetlenmesine büyük katkıda bulunmuştur. Bu tarihten itibaren hızla
yayılmaya başlayan Eş‘arîyye Selçuklu devletinin resmî mezhebi haline
gelmiştir.
Kelâmî Görüşleri. Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî’den günümüze intikal
eden eserler kelâm kültürü ve terminolojisi bakımından çağdaşı Ebû Mansûr
el-Mâtürîdî’nin eserlerine nisbetle zayıf kabul edilse de kendisi Sünnî kelâm
ekolünün önemli kurucularından biri olarak kabul edilmiştir. İmam Eş’ari’nin
kelâmî görüşleri şu şekilde özetlenebilir.
1. Bilgi. Zaruri ve iktisabî olmak üzere ikiye ayrılır.
Doğruluğundan şüphe edilmeyen bilgilere zaruri bilgiler denir. Akıl dış
dünyadaki nesnelerden yaptığı soyutlamalarla yani kavramlarla birleşip
özdeşleşince bilgi meydana gelir. Bu anlamda akıl bilgi demektir. Bilgi sadece
nazar ve tefekkürle değil tartışma (cedel) yoluyla da elde edilebilir.
Âlemdeki bütün cisimler bölünemeyecek kadar küçük
olan cüzlerin (atom) birleşmesinden meydana gelmiştir. Bu parçalar sonlu olduğu
için bunların birleşip ayrılmasından oluşan âlem de sonludur. Atomlarda,
kendiliğinden çeşitli terkipler yaparak değişik cisimler meydana getirme gücü
yoktur; onların birleşmesi ve farklı cisimler teşkil etmesi sadece ilâhî irade
ve kudretin tesiriyle olmaktadır. Zira bütün atomlar mahiyet itibariyle
birbirinin benzeridir.
2. İlâhiyat. Allah’ın varlığına ancak akıl yürütme yöntemiyle
ulaşılabilir. O’nun varlığına ilişkin bilgiler, insanda doğuştan mevcut olan
zaruri bilgiler türünden değildir. Aksi halde varlığı hakkında şüpheler ileri
sürülmez ve sonuç itibariyle herkes zorunlu olarak O’na iman ederdi. Allah’ın
mevcudiyetini idrak etmek için insanın hangi unsurdan yaratıldığını, bir damla
sudan nasıl mükemmel bir varlık haline geldiğini düşünmesi yeterlidir… Şu halde
insanı yaratan, yaşatan ve dünya hayatına son veren irade ve kudret sahibi bir
varlığın bulunması gerekir ki O da Allah’tır.
Allah’ın ezelî sıfatları vardır. Âlim, kādir, hay,
mürîd, mütekellim, semî‘, basîr oluşu O’nda ilim, kudret, hayat, irade, kelâm,
sem‘ ve basar sıfatlarının bulunduğu anlamına gelir. Başka bir ifadeyle Allah
ilimle âlim, kudretle kādirdir. Hayat, ilim, irade ve kudret sıfatları fiilleri
yoluyla; sem‘, basar, kelâm, bekā sıfatları da zâtının eksiklikten tenzih
edilmesini gerektiren aklî zaruretle bilinir. Vech, yed, ayn, istivâ, nüzûl
gibi sıfatlar sadece naslarda O’na atfedilen kavramlar olup akıl onların
Allah’ın zâtına lâyık olacak mânaları bulunduğuna hükmeder. Yaratma, rızık
verme gibi fiilî sıfatları ezelî değildir. Zira bu takdirde âlemin ezelî olması
gerekirdi, bu ise imkânsızdır. Zâtında mevcut kelâm-ı nefsî kadîm, bu kelâmı
ifade eden lafızlarsa hâdistir. Allah’ın ilminde bir değişiklik olmaz,
varlıkları yaratmadan önceki bilgisi ne ise yarattıktan sonra da odur. İrade
sıfatı küllî olup âlemdeki bütün varlık ve olayları kuşatır; aynı şekilde
kulların fiilleri de ilâhî iradeye göre cereyan eder.
Kul fiilini Allah’ın dileyip yarattığı hâdis
kudretle yapar ve böyle bir kudretle de olsa fiili yaptığı için sorumlu olur.
Eğer kul fiilini ilâhî irade ve kudretten bağımsız olarak yapabilseydi ona
dilediği niteliği verebilmesi gerekirdi. Hâlbuk kulun güzel ve iyi olmasını
istediği bir şey çirkin ve kötü olabilmektedir. Bütün ilâhî fiiller hikmet ve
adalet ürünü olmakla birlikte irade sıfatına göre gerçekleşir. Dolayısıyla bu
fiillerde menfaat elde etme veya bir zararı bertaraf etme anlamında herhangi
bir hikmet aramak gereksizdir. Esasen hiçbir şey O’nun hakkında vâcip değildir.
Allah’a nisbet edilen isimler sadece nasla
belirlenir. Allah’ın görülmesi aklî bir imkânsızlığa götürmediği için
mümkündür. Dünyada Allah sadece Hz. Peygamber tarafından görülmüştür; âhirette
ise bütün müminlerce görülecektir; rüyada görülmesi ise imkânsızdır.
3. Nübüvvet ve Âhiret. Allah bir sebep ve hikmete bağlı olmaksızın
sadece rahmetinin eseri olarak kullarından dilediğini peygamberlikle
görevlendirir. Bunlardan resul olanlar ilâhî emirleri insanlara tebliğ etmekle
yükümlü tutulduğu halde nebîler böyle bir mükellefiyet taşımaz. Bu sebeple
kadınlardan da nebî seçilmiştir. Bir peygamberin nübüvveti mûcize göstermesi,
önceki peygamberin kendisini haber vermesi veya hitap ettiği insanlarda, örnek
davranışları ve öğretilerinin hidayete ulaştırıcı olması açısından nübüvvetinin
doğruluğuna dair zaruri bir bilginin meydana gelmesiyle bilinir.
Hz. Peygamber’in nübüvvetine ilişkin en büyük
delil, ümmî olduğu halde Kur’ân-ı Kerîm gibi yüce bir kitabı getirmiş
olmasıdır. Peygamberler nübüvvetten önce büyük günahlardan, nübüvvetten sonra
da bütün günahlardan korunmuşlardır
Âhiret hallerini bilmenin tek yolu nakil olmakla
birlikte akıl da bunların imkân dahilinde bulunduğunu kabul eder. Kabirlerdeki
cesetlere, dünyadaki amellerine göre acı veya huzur ve mutluluk hissedecek
şekilde bir tür hayatın verilmesi, ölmüş bir canlının ikinci defa yaratılması
(ba‘s ba‘de’l-mevt) aklen imkânsız değildir.
4. İman-Günah. İman, Hz. Muhammed’in (sav) hak peygamber
olduğunu tasdik etmekten ibarettir. İnancı dil ile açıklamak ve ilâhî
buyrukları yerine getirmek (ikrar ve amel) imana dahil değildir. İlâhî
buyruklara aykırı olan her davranış büyük günahtır. Günahın büyüklüğü ve
küçüklüğü izâfîdir. Kötülüklerin günahı iyiliklerden elde edilen sevabı yok
etmez. Tövbe Allah’a karşı işlenen bütün günahları siler. Kullara verilen sevap
ve mükâfat işledikleri amellerin karşılığı değil sadece ilâhî bir lütuftur.
5. İmâmet. Müslümanların işlerini Hz. Peygamber’in tayin
ettiği ilkelere göre yürüten bir halifenin ehlü’l-hal ve’l-akd tarafından seçilmesi zaruridir. Ali ile
muhalifleri arasında meydana gelen olaylarda Ali haklı, muhalifleri hatalı idi.
Eş‘arî üzerinde araştırma yapan çağdaş yazarların
bir kısmı onun sadece Ahmed b. Hanbel’e uyan ve tamamen Selefî çizgiyi takip
eden bir akaid âlimi olduğunu ileri sürerken, bir kısmı da onu İbn Küllâb
el-Basrî, Muhâsibî ile Kalânisî’den etkilenen ve onların görüşlerini açıklayan
bir kelâmcı olarak görür. Öyle anlaşılıyor ki Eş‘arî itikadı esasları
belirlerken Ahmed b. Hanbel’den faydalanmış, nakli akılla desteklerken İbn
Küllâb, Muhâsibî ve Kalânisî gibi kelâmcılar doğrultusunda bir çizgi takip etmiş,
ancak kendine has bir kelâm sistemi de kurmuştur. Onun sistemi Ehl-i sünnet
ilm-i kelâmının bir mektebi haline gelmiş, kendisinden sonra önemli
değişikliklerle İbn Fûrek, Bâkıllânî, Ebû İshak el-İsferâyînî, Abdülkāhir
el-Bağdâdî, Cüveynî, Gazzâlî, Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, Fahreddin er-Râzî,
Seyfeddin el-Âmidî, Adudüddin el-Îcî, Seyyid Şerîf el-Cürcânî, Teftâzânî gibi
belli başlı kelâmcılar tarafından geliştirilerek günümüze kadar devam
ettirilmiş ve neticede kelâmî metot açısından Eş‘arî’yi büyük ölçüde aşan bir
noktaya ulaşmıştır. Şâfiî ve Mâlikî âlimlerinin ekseriyetiyle bazı Hanbelî ve
Hanefî âlimleri de Eş‘arî’nin görüşlerini benimsemişlerdir.
Eş‘arî’nin sistemi çeşitli âlimlerce tenkit
edilmiştir. Ancak bu eleştiriler eksik veya yanlış anlamadır. Mâtürîdî âlimleri
Eş‘arî’yi fiilî sıfatları hâdis kabul etmesi ve Havvâ, Âsiye, Meryem gibi bazı
kadınların nebî olduğunu söylemesi gibi hususlarda tenkit etmişlerdir.
Eserleri. Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî’nin kelâm, cedel,
tefsir, usûl-i fıkıh ilimlerine, ayrıca Mu‘tezile ile Şîa’nın reddine,
Mecûsîler’in, yahudilerin, hıristiyanların, tabiatçıların ve çeşitli felsefî
görüşlerin tenkidine dair olmak üzere irili ufaklı yüzü aşkın eser yazdığı
rivayet edilir. Bunların sayısını 300’e çıkaranlar da vardır. Günümüze ulaşan eserleri şunlardır:
1. Maḳālâtü’l-İslâmiyyîn. Üç bölümden meydana
gelen Makâlât’ın yaklaşık yarısını oluşturan birinci bölümü Hz.
Peygamber’den sonra hilâfet konusunda ortaya çıkan ihtilâflara ayrılmışken
ikinci bölümde ise kelâm konularından, Şîa ve Mu‘tezile’nin görüşleriyle
Allah’ın isimleri ve sıfatlarından bahsedilir. Hamdeleyle başladığı için
genellikle ayrı bir eser olarak değerlendirilen üçüncü bölüm ise muhtelif şahıs
ve mezheplerin görüşlerinden oluşmaktadır. Eş‘arî, bu eserde kelâmcıların
görüş ve inançlarını temel iki kategoride inceler. “Celîlü’l-kelâm” olarak
isimlendirilen birinci bölüm Allah’ın varlığı, sıfatları, nübüvvet ve sem‘iyyât
bahisleri gibi ilâhiyatla ilgili konularıdır. “Dakîkü’l-kelâm” şeklinde
isimlendirilen ikinci bölüm ise ve madde, hareket, boşluk, zaman, mekân ve
nedensellik gibi kozmoloji alanında görüşler yer alır. Müslümanlar
arasında itikadla ilgili olarak ortaya çıkan farklı görüş ve mezheplere dair
önemli ilk kaynaklardandır.
2. el-İbâne ʿan uṣûli’d-diyâne. Ehl-i
sünnet’e intisap ettiği yıllarda kaleme aldığı bir risâledir.
3. el-Lümaʿ fi’r-red ʿalâ ehli’z-zeyġ ve’l-bidaʿ. (İstikâmetten Ayrılanlar ve Bidat Ehlinin
Tenkidi Konusunda İşâretler) “el-Lum‘a” mezhebin temel görüşlerini büyük
oranda orta-ya koyduğundan Eş‘arîler için temel kaynak niteliği taşır. Eş‘arî,
kitabın mukaddimesinde bazı konularda gerçeği açıklamak ve bâtıl görüşleri
reddetmek amacıyla muhtasar bir eser kaleme aldığını belirtir. Allah’ın
varlığı, birliği ve sıfatları, Kur’ân-ı Kerîm, Allah Teâlâ’nın irâdesi,
rü’yetullah, kader, istitâat, va’d ve va‘îd, ta‘dil-tecvîr ve imâmet meseleleri
olmak üzere on bölüm ihtivâ eden el-Lum‘a, hadis taraftarlarının
görüşlerinin akılcı yöntemle delillendirildiği bir eser özelliği taşır.
Eş‘arî’nin, Selef’in görüşlerini akla dayanarak açıkla-maya çalışan bir âlim
olarak nitelenmesi de, çoğunlukla bu eserinde başvurduğu yöntem nedeniyledir.
O, eserde bazı kelâmî konular hakkındaki fikirlerini de sunmakta ve bu
görüşlerini Kur’an âyetleri ve akıl ile temellendirmektedir. Benimsenen
fikirlerin temellendirilmesi maksadıyla hiçbir hadisin delil olarak
kullanılmaması, bu eserin belirgin niteliğidir.
4. el-Ḥas̱ ʿale’l-baḥs̱. Kelâm ilmini ve bu ilmin kullandığı aklî istidlâl
metotlarını tenkit edenlere cevap olarak yazdığı risâledir.
5. Risâle ilâ ehli’s̱-S̱eġrbi babü’l Ebvab.
Eş‘arî bu risâleyi Bâbü’l-ebvâb halkının isteği
üzerine Selef’in veya Ehl-i hadis’in üzerinde icmâ ettiği akîdeyi ortaya koymak
maksadıyla kaleme almıştır. Bir mukaddime ve iki bölümden oluşan risâleye
Allah’ın varlığına ve birliğine dair deliller bahsiyle başlayan Eş‘arî, birinci
bölümde Hz. Muhammed’in yaşadığı asırdaki dinî hayattan; ikinci bölümde ise
Selef’in üzerinde icmâ ettiği elli esastan bahsetmektedir. Risâlede öncelikle
uzak bölgelerde yaşayan insanlara İslâm dininin temel inanç esaslarını anlatabilme
gayesini taşıyan Eş‘arî, çalışmasında kelâmcı kimliğiyle tanınmaktan ziyâde,
kendisini Kur’an, sünnet ve icmâya bağlı bir din bilgini olarak tanıtma ve
ümmetin üzerinde icmâ ettiğini söylediği îtikâdî esasları (Ehl-i sünnet
prensipleri) halka benimsetme gayreti içerisindedir.
Kaynaklarda Eş‘arî’ye nisbet edilen Tefsîrü’l-Ḳurʾân’ın
günümüze ulaşıp ulaşmadığı bilinmemekle birlikte İbn Fûrek’in Tefsîrü’l-Ḳurʾân adlı
kitabında bu eser kısmen nakledilmiştir.
III- Eş‘arî’nin Yöntemi
İslâm tarihinin erken dönemlerinde Ehl-i sünnet akâidi, bir taraftan
îtikâdî konularda naslara sımsıkı bağlanmayı zarûrî ve yeterli gören İmâm
Mâlik, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel gibi belli başlı muhafa-zakâr âlimlerin
oluşturduğu Selefıyye; diğer taraftan nasları esas almakla birlikte dinin inanç
esaslarını akıl ilkeleriyle teyit etmeyi gerekli bulan Ebû Hanîfe ve
öğrencileri, ayrıca İbn Küllâb el-Basrî, Hâris el-Muhâsibî, Ebû Ali el-Kerâbîsî
ve Ebü’l-Abbâs el-Kalânisî gibi âlimlerin öncülüğünü yaptığı kelâmcılar
tarafından temsil edilmiştir.
Eş‘arî’nin, Mâverâünnehir’de Ebû Mansûr
el-Mâtürîdî, Mısır’da Ebû Ca‘fer et-Tahâvî’ye paralel olarak, yaşadığı devirde
Ehl-i sünet’in imâmı sayılan Ahmed b. Hanbel’in naslardan hareketle ortaya atıp
savunduğu îtikâdî esasları, daha önce Ebû Hanîfe ile İbn Küllâb’ın yaptığı gibi
akıl ilkeleriyle teyit edip uzlaştırmaya çalışmasından sonra İslâm düşünce
tarihinde yeni bir dönem başlamıştır. Eş‘arî aklın hüküm koyma yetkisine sahip
olmadığını: “Aklın hiçbir şeyi vâcip kılma yetkisi yoktur.
Akıl bir şeyi iyi veya kötü yapamaz. Bütün vâcipler naklîdir. Meselâ Allah’ın
bilgisi akıl vâsıtasıyla elde edilse bile, bunu zorunlu kılan ancak nastır” şeklindeki sözleriyle
vurgular. Eş‘arî’ye göre “ Cenâb-ı Hakk’ın fiilleri, insanlar tarafından anlaşılabilecek
bir maslahat sebebiyle değil, “bizâtihî iyi”dir.
Kelâmî
görüşlerini üzerine inşâ ettiği temel dinî anlayış ve akîdeyi, bir diğer
ifadeyle sisteminin muhtevâsını Ehl-i sünnet dü-şüncesinin merkezindeki
muhafazakâr söylemden devralan Eş‘arî, ilâhî isim ve sıfatlar, halku’l-Kur’ân,
rü’yetullah, îmânın yaratılmışlı-ğı, îmânda istisnâ, mürtekib-i kebîre, imâmet
ve sem‘iyyât gibi pek çok meselede Selefiyye’nin fikirlerini esas almış ve
îtikâdî sahada Mu‘tezilî geçmişinin izlerini tamamen silerek kısa sürede
kendisini sünnî bir kanaat önderi olarak kabul ettirmeyi başarmıştır.
Netice itibariyle Eş‘arî’nin Allah, âlem ve
insan dâiresi çerçevesinde, Allah’ı merkeze alan bir sistem kurma gayreti
içerisinde olduğunu söylemek mümkün görünmektedir.
Allah’ın varlığına akıl
yürütme yoluyla ulaşılabileceğini düşünen Eş‘arî, bunun dinî emirlerden sorumlu
bulunan her insanın tecrübe etmesi gereken bir süreç olduğu kanaatini taşır.
İRFAN
ABDÜLHAMÎD FETTÂH DİA Hikmet YAĞLI MAVİL Abant İzzet Baysal Ü.
İlahiyat Fakültesi ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ Cilt: 21,
Sayı: 2, 2012 s. 69-91 Eş‘ariyye’nin Kurucusu Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî