
Doksanlı yılların sonlarındayız.
Cep telefonları yeni yeni çıkıyor. Ayazağa Şehit Mürüvvet Akpınar Polis
Karakolunda görevliyiz. Hemen bir kilometre kadar yukarımız Maslak. Maslak
dediysek öyle sıradan bir yer değil, iş merkezlerinin devasa gökdelenlerin
okulların olduğu bir iş ve ticaret merkezi. Mecidiyeköy’den Ayazağa
otobüslerine binip hemen merkezdeki bu karakolda inince insan kendini iki
farklı âlemin içinde bir geçitten geçmiş gibi hissediyor. Şişli Mecidiyeköy ne
kadar hareketli ve Maslak ne kadar büyükse, Ayazağa o kadar sessiz ve yoksul.
Durun efendim hemen Ayazağa semtinin şimdiki gelişmiş ve modern yüzünden
bahsetmiyorum. Şimdiki halini ben de hiç görmedim. Benim bahsettiğim yıllar, söylediğim gibi
doksanlı yıllar. Ayazağa karakolu sanırım Ayazağa semtinin tam ortasında yani
merkezdeydi. Elbette Nasrettin hoca misali ölçüp biçmedik ama bize öyle
geliyordu. Karakolun tam önündeki İETT durağından; Neredeyse her on dakikada
bir, körüklü otobüslerle iş için, gezi için giden semt sakinleri gidip gelirdi.
Otobüs durağının hemen karşısındaki karakolumuzun önünde duvarla çevrili boş
bir alan vardı. Ancak duvar oldukça alçak olduğu için, gelip geçenler karakolun
içini, koridorunu bile görürdü. Tabii ki karakolun önünde olmazsa olmazımız,
çelik yelekli, otomatik silahlı çevre koruma nöbetçimiz. Canımız, karakolumuz,
her şeyimiz önce Allah’a sonra çevre koruma nöbetçimize emanet. Öyle nöbetçi
dediysek nöbetçi uyanık olacak, her an bir saldırıya karşı tetikte ve hazır
olacak. Nöbet yerinden asla ayrılmayacak, içeriye girmeyecek, sigara, çay
içmeyecek tıpkı hudut nöbetçisi gibi.
Karakol amirimiz Başkomiser'di.
Efendim kendisinden biraz uzunca bahsetmeliyim. Başkomiser'imiz İmam Hatip
Lisesi mezunuydu. Polis memurluğundan meslek içindeki sınavlara katılarak bu
rütbeye kadar yükselmişti. Kendisi evli ve üniversiteye giden iki çocuk
sahibidir. Ayazağa semtinde çok iyi tanınan ve sevilen birisidir. İlk başta
hareketleri biraz tuhaf gelse de insan zamanla daha sık görüşünce iyi niyetli
birisi olduğunu anlayabilir. Kendisi Emniyet Amiri olabilmek, rütbesinde
yükselebilmek için Açık öğretim Fakültesi’nde okur. Sabahları karakola gelince
etrafı şöyle bir dolaşır, önemli bir görevi yoksa birkaç saat odasında ders
çalışır. Karakolumuz son derece hareketli olduğu için koridorda tartışan
vatandaş olursa bazen yazıcımız Ali abi; Susun, gürültü yapmayın, Başkomiser
ders çalışıyor diye uyarır.
Ayazağa İstanbul’un Sarıyer
ilçesine aslında daha yakındı. Ancak biz Şişli İlçe Emniyet Müdürlüğü’ne bağlıydık.
Ayazağa semti orman içerisinde, gecekondu yapılaşmasının çok olduğu, oldukça
kalabalık bir yerdi. Ayazağa’dan biraz yukarıda Maslak ve daha aşağıda Sarıyer vardı.
Ben istirahatli günlerimde eşofmanları giyer, ormana doğru koşardım.
İstanbul’un içerisinde bu sık ormanlar ve temiz hava çok hoşuma giderdi.
Ciğerlerime tertemiz havayı çekerken, bütün stres ve sıkıntılarımı unuturdum.
Sonra kaldığım bekâr evine gelir, kahvaltımı yapar işe giderdim. İnsan yirmili
yaşlarda zamanın nasıl geçtiğini bilemiyordu. Her şey rüya gibiydi. Ömür sanki
ışık hızında tükeniyordu. Öyle çok para kazanmak, zengin ve rahat bir hayat
yaşamak gibi bir amacım yoktu. Zaten çok rahat yaşayıp hiç bir iş yapmazsam,
asla rahat edemezdim. Ben insanlara, ülkeme, faydalı, yararlı olmak insanların
duasını almak istiyordum. Sık sık kendime şu soruyu sorduğum çok olurdu. Ben
neyim ve ne olmak isterim.
Yine Temmuz ayının sıcak bir gününde
sabah saatlerinde çevre koruma nöbetindeyim. İki saatlik nöbetin ilk bir saati
daha iyi oluyor, ancak son bir saate yaklaşınca uzun süre ayakta kalmak insanı
yoruyor. Hele birde çelik yelekli olunca, sırtımızdaki ağırlık daha da artıyor.
Az sonra elinde telsizi, omuzunda üç yıldız, başında kepiyle Başkomiser
karakola doğru yaklaşıyor. Hemen önümde birkaç metre mesafe kalınca selam
veriyor, kolay gelsin diyor. Ben sağ olun Başkomser'im diyorum. İçinden okuduğu
duaları bitirdikten sonra karakolun çevresine doğru üflüyor. Sonra bana dönüp;
Goçum sabah karakola gelince bi okuyup üfleyeceksin. Allah’ım beni, karakolumu,
arkadaşlarımı koru diye bir dua edeceksin, besmele çekip göreve başlayacaksın
diyor. Sonra karakolun içi temiz mi diye şöyle bir kontrol ediyor. Karakolu
gezerken arkadaşlar ayağa kalkıyor. Ancak karakolda kurumlardan gelen
evraklarla ilgilenen bekçi Nihat abi; Elinde evraklar koridorda yürürken,
Başkomiser'e dikkat etmiyor, hiç bakmadan umursamaz bir tavırla yanından
geçiyor. Sivil kıyafetli Bekçi Nihat Abi’yi elinde evrakla gören Başkomiser ona
dönüyor.
-Goçum sen ne iş yapıyorsun? Diyor.
Bekçi
Nihat abi;
-Evrakları yapıyorum Başkomiser'im
diyor.
-Başkomiser; Goçum, burada bu kadar
Lise mezunu polis varken, ortaokul mezunu Bekçi ne geziyor evrakta, sen geç
arka tarafta nöbetini tut diyor. Sonra bana bir çay getirin deyip, odasına
geçiyor.
Bizim
Başkomiser'in huyudur, her sabah gelir böyle eser gürler, sonra odasına çekilip
bir iki saat ders çalışır. Herkese goçum diye hitap eder. İki kelimesinden biri
goçumdur. Nihat abi ağzında sigara yanıma geliyor,
-Bunun sabah sabah yine aksiliği
üstünde diyor.
Ben gülmemek için kendimi zor
tutuyorum. Ertesi gün ki gece nöbetinde Nihat Abi’yi bekçi elbisesiyle mutfakta
yemek hazırlarken görünce; Ya Nihat abi bu üniforma içinde sen daha
yakışıklısın diyorum. Nihat abi benim için fark etmez bir hafta sonra o
büroda evraklar birikince beni yine çağıracak, ben olmadan o evrakları kimse
yapamaz diyor. Gerçekten de söylediği gibi bir hafta sonra evraklar birikip
Başkomiser burada işlerin yürümediğini görünce; Nihat Abi'yi yeniden evrak
işlerine büroya alıyor. Ancak Nihat Abi’de bu sefer daha da bir değişiklik var.
Saçları boyatmış, üstünde takım elbise, kravat, karakola her gelen vatandaş, her
evrak işi olan, polisleri değil, Nihat Abi'yi soruyor. Nihat Abi adeta karakolun
ikinci amiri gibi.
Yaşamın zor olduğu yıllardı. Ekonomik
buhranlar, terör ve savaşlar, siyasi çalkantılar. Gençliğimizin en güzel
yılları bu sokaklarda, bu soğuk ve hissiz duvarlar arasında geçiyordu. Yine de
bir gayesi olmalıydı yaşamın. Önemli olan ne zaman öleceğimiz değil, nasıl ve
ne için öldüğümüzdü. Bir muz uğruna bir ömür harcayan maymunda yaşıyordu. Ama
bizim için varlığın bir gayesi vardı. Hislerimiz bir bıçağın sırtında gibi
soğuktu. Ya aşklarımız… Ya umutlarımız…
Ahhh! Birde hayallerimiz. Zamanı nasıl ve ne uğruna tüketiyorduk. Gecenin en derin
karanlığında o ruhsuz gökdelenlerle mavi kırmızı ışığımızın altında sanki
bütünleşiyorduk. Saatlerin bazen aylarla
birleştiği, zamanın sanki aniden durduğu, sonra bir sonsuzluk tutkusuyla allak
bullak olan zihnimin ateşleri arasında gidip geliyordum. Ve seni düşünmek… Seni
düşünmek bazen yoruyordu bu kırılgan yüreğimi. Onun için unutmak istiyordum.
Unutup bu karanlığın bu karmaşanın içinde kaybolmaktı amacım.
Akşama doğru karakolumuza gelen bir
telsiz anonsunda Yeşiltepe mahallesinde gençlerin kavga ettiği ihbar ediliyordu.
Ancak ekibimiz dışarda ve başka bir olaydaydı. Karakol’un hemen önünde eski tip
Ford marka minibüsümüz vardı. Başkomiser
hemen minibüsü almamı kavgaya ikimizin gideceğini söyledi. Minibüsün
anahtarlarını alıp çalıştırdım. Gerçi araba kullanıyordum. Ehliyetim vardı. Ancak
böyle bir minibüs hiç kullanmamıştım. Bu nedenle biraz heyecanlıydım. Aracı
çalıştırdım, Başkomiser yanıma oturdu. Fakat vitesi takamıyordum. Oldukça sertti.
Başkomiser hemen müdahale etti.
-Bırak goçum, bırak in araçtan…
Beni şoför koltuğundan indirip kendi
direksiyona geçti. Ben de yanına oturup kavganın olduğu mahalleye doğru yol aldık.
Az sonra olay yerine geldiğimizde kavga bitmiş, altı yedi genç birbiriyle tartışıyordu.
Bizi görünce hiç birisi kaçmadı. Başkomiser el frenini çekip aşağı indi.
-Ne oluyor burada goçum, hayırdır.
Yiyip içip olay mı çıkarıyorsunuz. Binin bakalım şu arabaya!
Gençlerin hepsini minibüse doldurdu.
Ben de en arka koltuğa oturdum. Gençler yol boyunca kavganın nedenlerini
anlatıyor birbirlerini suçluyorlardı. Karakolun içine girince hepsini indirip
sıraya sokarak nasihat etmeye başladı.
O yıllarda karakolumuzda ısıtma
sistemi yoktu. Memur dinlenme odası olarak kullanılan salonda kışın soba
yakıyorduk. Bu sobayı yakma görevi de yine bizim, yani genç ve kıdemsiz
olanlarındı. Bazen soba tüter içeriyi duman kaplardı. Kış yakacağımızı da yazın
alarak kömürlüğe taşırdık. Başkomiser gençlere uzun bir nasihat verdikten sonra
hemen yan taraftaki kömürlüğü göstererek;
Goçum! Şimdi hepiniz şu kömürlükte teneke
kovalar var. O kovaları alıp bu dışardaki kömürü oraya taşıyacaksınız. Sonra da
iş bitince yanıma gelin. Hadi bakalım. Diyerek gençleri o tarafa doğru
gönderdi.
Gençler ellerine aldıkları kovalarla dışardaki
kömür yığınını içeri çekmeye başladılar. Az sonra karakolun önüne gençlerin
aileleri de geldi. Çocuklarının kavgadan dolayı karakola alındığını
öğrendiklerini söylüyorlardı. Onlara gençlerin burada olduğunu, Başkomiser'in
onlara nasihat verdiğini, şimdide ceza olarak karakolun kömürünü taşıdıklarını söyledim.
Hepsi sanki ağız birliği etmişçesine;
Sağ olsun Başkomser'imiz, baba adamdır,
ellerine sağlık iki de tokat atsaydınız memur bey diyorlardı.
Ben de onlara; Olmaz öyle şey. Poliste
dayak olmaz. Bunlar bizimde gençlerimiz, işleri bittikten sonra gelirler dedim.
Hepsi sevinerek karakolun önünden ayrıldılar.
Bir iki saat sonra işleri biten gençler; Yüzleri gözleri, elbiseleri kömür tozu
içinde;
Memur abi işimiz bitti diyerek yanıma
geldiler. Gidip Başkomiser’e söyle dedim. Başkomiser dışarı gelip;
Goçum hadi gidin şimdi, bir daha kavga
ederseniz bizim Sabri’nin kahvehanesi iki senedir temizlenmiyor. Orayı temizletirim
hadi bakalım uslu uslu gidin kavga ettiğinizi görmeyeyim. Dedi.
Gençler;
Sağ ol Başkomser'im diyerek evlerine gittiler. Tabi o zamanların gençleri daha
farklıydı. Kendi mahallelerindeki polisleri bir abi, bir baba gibi sever ve
saygı duyarlardı.
Karakollara bilgisayarlar yeni yeni
geliyordu. Bazı işlemlerde hâlâ daktilo kullanılıyordu. Ali abinin önünde eski
tip bir bilgisayar vardı. Ancak ifade alırken harflerin yerini bile zor
buluyordu. Bu nedenle ifade alma işlemleri uzun sürüyor, bilgisayara bağlı olan
yazıcının sık sık toneri bitiyordu. Bu nedenle evraklardan fotokopi almak için
hemen karakolun arkasındaki sabun fabrikasına gidiyorduk. Fabrika girişindeki
güvenlik görevlisi bizi tanıyordu. Hemen evrakları alıp içerden fotokopi çekip
bize getiriyordu.
Başkomiser’in Tofaş marka beyaz
renkli bir aracı vardı. O yıllarda bu araçlardan çoktu. Hatta bizim ekip
otolarımızın bazıları da bu araçlardandı. Başkomiser izinli olduğu her Pazar
günü sivil kıyafetlerini giyer, Tofaş marka beyaz aracını karakolun bahçesine
park eder, hemen yan taraftaki yıkamacıdan uzattığı bir hortumla, aracın içini
dışını saatlerce temizlerdi. Bir yandan aracın içinden Ferdi Tayfur şarkıları
yükselirken, bir yandan da elindeki bezle aracın her tarafını silerdi.
Hayatın zor olduğu zamanlardı. Ancak
bizim için her şey daha sade ve basitti. Her ne kadar çok sayıda karmaşık ve
çarpık olaylarla karşılaşsak da, yaptığımız iş birbirine benzerdi. Biz yargıç
değildik. Görevimiz suç olursa yakalama yapmak, suçun işlenmesini önlemek için
devriye gezmekti. Hayatta her işte risk olduğu gibi bizde de risk vardı. Belki
biraz bizde fazlaydı. Ancak bu riskler bizi daha güçlü ve dayanıklı yapıyordu.
Başkomiser o hafta sonu arabasıyla gelmemişti.
Oldukça sinirliydi. Daha bizi karakolun önünde görür görmez.
-Goçum bundan sonra Ayazağa semtinde
benim aracıma benzeyen ne kadar araba varsa hepsini durdurun evraklarını
kontrol edin, en küçük bir kusur olursa hemen tutanak tutun cezasını kestirin.
Biz tamam Başkomiser ’im dedikten sonra da
sinirli sinirli odasına geçmişti. Daha sonradan öğrendiğimize göre Başkomiser;
Akşam arabasını evin önünde her zamanki yerine park etmiş. Ancak gece çocukları
alıp araçla arkadaşlarını eve bırakmışlar, ancak aynı yere park edecekken,
biraz aşağı park etmişler. Sabah evin önüne inen Başkomiser; Aynı renk ve
modelde olan komşusunun aracını, kendi aracı zannedip aracın içini dışını bir güzel
temizlemiş. Aşağı inen komşusu aracı görünce; Başkomiser ‘im niye zahmet ettiniz
diyerek aracı çalıştırıp gitmiş.
O günden sonra bizim Başkomiser Tofaş
marka araçlara iyice kafayı takmıştı. Yolda gördüğü her aracı durdurup kontrol
etmek istiyordu. Ancak durdurduğu hiçbir araçta da herhangi bir kusur
bulamıyordu. O zamanlar ekonomik durumu iyi olan insanlar bu arabaları
alabiliyor ve kurallara uyuyorlardı.
Yaklaşık üç yıl süren bu karakoldaki
görevimden sonra Asayiş Ekipler Amirliği’ne tayin olmuştum. Bazen
Mecidiyeköy’de, Kurtuluş’ta, Feriköy’de, cadde veya sokakta karşılaştığımız
Ayazağa semtinden vatandaşlar; Abi sen bizim karakolda değil miydin? Bizi unuttun mu yoksa diyorlardı. Onlara sizi
unutur muyum, Ayazağa unutulur mu diyordum.
Mehmet
Nurettin Üstün