MEKTEP  ÇOCUĞU  1  
                                                   

        Mekanlarının cennet olacağına inandığım anneme, babama ve ablama…

                                            

        Aralık 1953                                                                                                 

             Anam tarafından dedemlerin yanında kalıyor, Saraycık köyü ilkokulunda okuyordum. Yedi yaşımda ve ikinci sınıftayım. İlk tatilimiz dokuz gündü. Bu defa karnemin hepsi pekiyi idi. Yavru kardeşimi merak ettiğimden tatili Belova’da geçirmek istiyordum. Güzel karnemi anam babam ve Belovalılar görsün hevesine de kapıldım. Bir de ebeme inat, babamın Gediz pazarından alıverdiklerini giyerek köye gelmek istiyordum. Anamın doğumunda gittiğimizde ebem, “Seneye giyer-sin” diyerek giydirmemişti. “Belova’ya gidelim,” dedim dedeme. “Kar eriyince gideriz,” dedi dedem. Köyde, onun eliyle yarım karış kar vardı. İlla gidelim diye tutturdum. Dedem, keyfinin olmadığını söyledi. Ebem de, “Karda kışta ne işin var Belova’da?” diyerek azarladı beni. Kısa boylu şaşkın ebemi dövmek geçti içimden. Güreşte onu yensem bile dayakta o beni döverdi. Karararak baktım. “Git bakkaldan
hap al gel. Deden iyileşince gidin,” deyince kızgınlığım geçti.

          Bakkal dükkanında Kaypak Ülfet’le karşılaştım. O, Aşağı Belova’da; anası, babası ve kız kardeşiyle birlikte oturuyordu. “Belova’ya gitmiyor musun?” diye sordu. “Dedem, soğuk algınlığına tutulmuş. Geçince götürecek,” dedim. “Birazdan Belova’ya gideceğim. İstiyorsan seni götüreyim. Anandan horoz alırım,” dedi. “Götürürsen verir,” dedim. Bakkaldan iki gripin alıp, Kaypak Ülfet’le birlikte eve döndüm. “Ülfet ağam beni götürecek,” deyince ebem, “Olmaz!” diyerek beni gine azarladı. Ağlayıp gözyaşı dökmeme  dayanamayan dedemin “Olur,” demesiyle sevindim. Ebem, “Bu kaypağa çocuk teslim edilmez!” diye bağırınca sevincim kursağımda kaldı. Ebeme çok fena kızdığımı belirtmek için dişlerimi gıcırdatıp, gözlerimi belerttim. Ardından da dedeme boynumu bükerek baktım. Bir süre kararsız kalan dedem yüzünü Kaypak Ülfet’e çevirdi. “Çocuğu heveslendirdin. Kaypaklık yapıp dönersen bozuşuruz bak,” dedi. “Dönmem dayı,” diyen Kaypak Ülfet, anamdan bir horoz almadan beni teslim etmeyeceğini söyleyince dedem güldü. Ben de güldüm. Ebem, sırıtan Kaypak Ülfet’e daha da karardı.    

 
            Dedem, Kaypak Ülfet’e başka tembihlerde bulundu. Örme sırt torbasına kitabımı, defterlerimi, kalemle silgimi koydum. Karnemi de kitabımın arasına sıkıştırdım. Ebem çok kızgındı. Burnundan soluyordu. Dedem olmasa var ya, Kaypak Ülfet’in kafasında rahat odun parçalardı. Ocağa atmak için aldığı odunlarla ona bakışından bunu anladım. Dedem para verdi. “Bir paket çayla, bir okka şeker alıp götür. Kardeşlerine de akide şekeri al,” deyince pek sevindim. Önce dedemin elini öptüm. Ardından da oflayıp puflayan ebemin elini. Ebem, sımsıkı sarmalayıp şapırdatarak öptü beni. Kaypak Ülfet’in el öpmesine soğuk baktı. Sekide uzanan dedem selam yolladı. En küçük kardeşimi görmeye ve beni almaya geleceğini söyledi. “Selametle gidin,” dedi. Ebem, dua ederek ve arkamdan üfleyerek avlu kapısından uğurladı beni.

 

             Dedemin dediklerini bakkaldan alıp, ağzımıza da birer tane akide şekeri atıp yola çıktık. Benim torbayı Kaypak Ülfet taşıyordu. Kendi torbası daha büyük ve kabarıktı. Öğleye doğru köyü geride bıraktık. Kaypak Ülfet’in hemen ardından gidiyordum. Yolda epey ayak izi olduğundan çığır genişti. Hava güneşliydi. Esinti azdı. Kaypak Ülfet’i iyi tanıyordum. Geçen sene askerden geldiğinde dedemlere uğramıştı. Uzaktan akraba olduğumuzu o zaman öğren-miştim. Geçtiğimiz yaz, Belova’da birkaç kez karşılaşmıştık. Bir keresinde bize gelirken uzaktan, “Teyze! Karnım aç!” diye anama seslenmişti. O gün yemek yerken, “Saraycık’ta bana kız veren yok. Çukurören köyünden kız buluver,” demişti. Anam da, “Kaçırdığı kızı yarı yolda bırakan birisine bu köylerden kız veren olmaz. Uzaktan ara,” karşılığını vermişti. Meğer Ülfet, askerliğinden önce ağabeyi ve yengesinin yardımlarıyla bir kız kaçırmış. Köyden çıktıklarında vazgeçtim deyip kaçmış. Ondan sonra da ona Kaypak Ülfet lakabı takılmış.

 

        Kaypak Ülfet, boylu sayılırdı. Kalın kemikli ama zayıf yapılıydı. Arada bir torbaların yerini değiştiriyordu. Besbelli ipleri omzunu kesiyordu. Yol, giderek yokuşluyordu. Çığır, tek insanın gidebileceği kadar daralmıştı. Kaypak Ülfet yorulmuş olmalı ki yokuşu çıkınca, karın üstüne koyduğu şapkası üzerine oturdu. Ben de onun gibi yaptım. O sigara yaktı ben de kar topu yaptım. “Anandan önce kuzu isteyeceğim,” dedi Kaypak Ülfet. Gülüştük. Kaypak Ülfet, “Ananın malı kıymetlidir. Kuzu vermez. Evlenecek çağda olsaydı kuzu yerine abanı isterdim,” deyince yine gülüştük. İçimden, “Anam, abamı sana vermez,” dedim.  Yeniden yola koyulduk. Dinlendiğimiz için daha hızlı yürüyorduk. Bir süre sonra köy yolundan ayrılıp yamaca saran kağnı yoluna saptık. Yolda tek ayak izi vardı. Kaypak Ülfet çığırdan gidiyordu. Basılan yerlere adımlarım ermiyordu. Bir kara, bir ize basarak gidiyordum. Boylu çam ağaçları karın birazını tepelerinde tuttuklarından ayaklarım az batıyordu. “Dünkü benim izler,” dedi Kaypak Ülfet. O izlerin bana hiç yararı olmuyordu. Yorgunluğumu ona belli etmeden peşinden gidiyordum.

 

         Bir evle samanlığın ve iki ahırın bulunduğu Aşağı Belova’ya geldik. İki iri çoban köpeğiyle kobay karşıladı bizi. Köpeklerin havlamalarından huylanan Kaypak Ülfet’in anasıyla kalçası çıkık kız kardeşi evin kapısında göründüler. Ocak ateşiyle ısınan odaya girdik. Kadınla kızın ellerini öptüm. Gelirken üşümedim ama, sıcak oda hoşuma gitti. Kaypak Ülfet, babasını sordu.

      “Bekir’in ağılına gitti. Akşama dönecek,” dedi anası.

 

       Kaypak Ülfet, ocak başındaki geniş minder üzerine uzandı. Kız, “Karnınız aç mı?” diye sordu. Acıktığım halde, “I ıh,” dedim. Kaypak Ülfet de, canının istemediğini söyledi. Ocağın başında mayıştı kaldı. Oysa ben, anama, babama ve kardeşlerime ulaşmaya can atıyordum. Gidelim dercesine Kaypak Ülfet’in gözlerinin içine bakıyordum. O, ocak başında yan gelmiş yatıyordu. “Gidelim,” dedim. Hiç oralı olmadı. Anası, “Geç olmadan çocuğu götür,” deyince uzun uzadıya inledi. Ardından da, “Uyuştum kaldım. Her yanım dökülüyor,” diye yakındı.

         “Üşengeçliği bırak da yola çıkın,” dedi kız. “Gidecek halim yok,” diyen Kaypak Ülfet, anası ve kız kardeşinin kızgın bakışlarıyla karşılaşınca bana,    
      “Yarın gidelim,” deyip, ocak başına daha da yayıldı.

      “Götürmezsen yalnız başıma giderim,” dediğim gibi ayağa kalktım.

      “Gidersin tabi. Ne kadarçık yer,” diyen Kaypak Ülfet, inleyerek omuzlarını kütürdetti.

       “Yumruk kadar çocuk bu karda kışta nasıl gider?” diyerek çıkıştı anası.

Ağasına öfkelenen kız,“Hadi beraber gidelim,” dedi bana. Kaypak Ülfet, “Oğlanın hızlı gidişini engellersin,” diyerek kızdı kız kardeşine. Kalça çıkıklığı yüzünden bir ayağını sürürcesine yürüyen kızın, sağlam olmayışına yandığını anladım. Kadın, “Ah!” diye inledi. “Dizlerim tutsaydı, bu oğlanı tezden anasına ulaştırırdım,” deyip içli soluk verdi. “Ben de tez giderim,” dedim.“Korkmazsın değil mi?” diye soran Kaypak Ülfet’e de, korkmayacağımı söyledim. Anası ve kız kardeşi bağırıp çağır-dılarsa da Kaypak Ülfet yerinden kımıldamadı. Kız kardeşi, “Kaypaklığını yine gösterdin,” deyince az doğruldu. “Kalkarsam öbür bacağını da ben sakatlarım bak!” diye sert çıkıp yine uzandı. Torbamı sırtıma bağladım. Kadınla kızın ellerini öptüm. Anası öpme dediyse de Kaypak Ülfet’in uzattığı elini de öptüm. “Aslansın sen aslan,” dedi bana.

 

        Kadınla kız, üstlerinde birer atkıyla avlu dışına kadar benimle geldiler. Anama selam yolladılar. Bana da yol açıklığı dilediler. Kız, beni gözleyeceğini söyledi.

 

       Aşağıdaki kara bir çizgi gibi görünen dereciğe koşarcasına indim. Onun yanından yukarıya doğru yollandım. Uzak da olsa Belova’nın evlerini görünce içime bir sevinç aktı. Daha da hızlandım. Kar, dizlerime yakındı. Basarken iyiydi de ayağı çıkarmak zordu. Başımı çevirip baktım. Kız, avlu kapısı yanında duruyordu. Onun gözlemesi bana güven verdi. Kendim duyacak kadar türkü çığırmaya başladım.  İkinci türkü bitince İstiklal marşını söyledim. Ardından andımızı içtim. “Varlığım, Türk varlığına armağan olsun,” deyip kara selam verdim. Güldüm. Alanın tam ortasından gidiyordum. Belova’ya kadar düzlüktü. Yürüdüğüm yerler tarla idi. Güzün ekildiyse eğer, tarlada bir karış boyunda ekin olurdu. Ekine basmanın günah olduğunu hatırladım. Kar altında da olsa ekinlere basmamak için dereciğe yaklaştım. Tarla ve meralar ta Belova’ya kadar iki taraftan ormana dayanıyordu. Dil şeklinde ormana dalan tarla ve meralar da vardı. Geçen yaz hayvan otlat-tığımız az yokuşlu yamaçlardaki meralara baktım. Soğuk suyunu içtiğimiz Keleş çeşmesi bile uzaktan belli oluyordu.

 

       Bulutlar güneşi kapatıyor, esinti artıyordu. Kar, kimi yerlerde dizlerimi buluyordu. Ayaklarım üşümeye başladı. Yüzüm, kulaklarım ve boynum da. Şapkamı kulak-larıma kadar indirdim. Ceketimin yakasını kaldırdım. Boynumla kulaklarımın yarısı dışarıda kaldı. Dizlerimde karıncalanmalar belirdikçe ayaklarımı kardan zor çekiyordum. Pantolonumun cebine soktuğum ellerim üşüyordu. Gözlerim ıslanıyor, ıslandıkça da yanıyordu. Aşağı Belova’dan epey uzaklaştığımı anladım. Başımı çevirip geriye baktığımda beni gözleyeceğini söyleyen kızı göremedim. O kadar yol geldiğim halde Belova’nın evleri hâlâ uzaktaydı. Evlerin ötesindeki Sarıkaya daha da ilerde gibiydi.

 

      Sağ taraftaki ormandan kulağıma bir ses geldi. Köpek hırlamasına benzeyen bir ses. Ürperip titredim. Ürkek ürkek ormana baktım. Boz bir hayvanın hızla ağaçların arasından geçtiğini görür gibi oldum. Daha bir tirildedim. Çok üşüdüğümden değil, korktuğum için. Korkak bir çocuk değilim ama, kurt sürüsü aklıma geliverdiği için korktum…Kurtlar sürü halinde gezerlermiş. Aç kaldıklarında insanlara bile saldı-rırlarmış. Üstelik çocuğum ben. Benden çekinmezler. Canlısını görmesem de bir kurdun ölüsünü görmüştüm. O hali bile korkutucuydu. Kurt göreceğim korkusuyla sağdaki ormana bakamaz oldum.

 

       Beni götürmediği için bildiğim bütün küfürleri Kaypak Ülfet’e sıraladım. Onların suçu günahı yok, üstelik benden yana olmuşlardı diye anasına ve
kız kardeşine giden küfürler için tövbe ettim. Ebemin, “Bu Kaypağa çocuk emanet edilmez,” demesini daha iyi anladım. Ebem çok haklıymış.  Dedemle ebemin sözlerini dinlemeyip gideceğim diye tutturduğuma bin pişman oldum.

      “Bundan sonra dedemle ebemin sözünü dinleyeceğim…”

 

       Elimde bir sopam bile yoktu. Tarlalar avluyla çevrili olsaydı ince bir sırık çıkarırdım. Kurtlar yaklaşınca kafalarına kafalarına vururdum. Ucu sivriyse karınlarına dürterdim. Ya da avludan çalı dikeni çeker, saldıran kurtların gözlerine dikenlerini batırırdım. Ormandan dal koparmak geldi aklıma. Korkudan gitmek istemedim. Ayrıca, ıslak olduklarından kırılmazlardı.

 

      Korkudan dizlerimin dermanı iyice azaldığı gibi üşümem de arttı.
Sırtımdaki torba ağırlaştıkça ağırlaşıyordu. İpi de omzumu kesiyordu.
Asıl yılgınlığım, korku belasının daha fazla üzerime gelmesiydi. Kurtlardan korkuyorum. Domuzlardan, hatta ayıdan bile…Yaralı bir domuz, saldırmak
için insan ararmış. Ya yaralı bir domuz beni görürse? Bıçak gibi çalaklarıyla beni delik deşik eder. Öldürülmüş bir domuzun çalağını az öteden karışlamıştım. Benim karışımdan daha uzun ve çengel gibi kıvrıktı çalakları. Kama ucu gibi sivriydiler.

     Ah bir bıçağım olsaydı…

    Devam edecek.

    Veysel Başer

 

( Mektep Çocuğu 1 başlıklı yazı Veysel Başer tarafından 28.04.2011 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.