Mekanlarının cennet olacağına inandığım anneme, babama ve ablama…
Aralık 1953
Kaypak Ülfet, boylu sayılırdı. Kalın kemikli ama zayıf yapılıydı. Arada bir torbaların yerini değiştiriyordu. Besbelli ipleri omzunu kesiyordu. Yol, giderek yokuşluyordu. Çığır, tek insanın gidebileceği kadar daralmıştı. Kaypak Ülfet yorulmuş olmalı ki yokuşu çıkınca, karın üstüne koyduğu şapkası üzerine oturdu. Ben de onun gibi yaptım. O sigara yaktı ben de kar topu yaptım. “Anandan önce kuzu isteyeceğim,” dedi Kaypak Ülfet. Gülüştük. Kaypak Ülfet, “Ananın malı kıymetlidir. Kuzu vermez. Evlenecek çağda olsaydı kuzu yerine abanı isterdim,” deyince yine gülüştük. İçimden, “Anam, abamı sana vermez,” dedim. Yeniden yola koyulduk. Dinlendiğimiz için daha hızlı yürüyorduk. Bir süre sonra köy yolundan ayrılıp yamaca saran kağnı yoluna saptık. Yolda tek ayak izi vardı. Kaypak Ülfet çığırdan gidiyordu. Basılan yerlere adımlarım ermiyordu. Bir kara, bir ize basarak gidiyordum. Boylu çam ağaçları karın birazını tepelerinde tuttuklarından ayaklarım az batıyordu. “Dünkü benim izler,” dedi Kaypak Ülfet. O izlerin bana hiç yararı olmuyordu. Yorgunluğumu ona belli etmeden peşinden gidiyordum.
Bir evle samanlığın ve iki ahırın bulunduğu Aşağı Belova’ya geldik. İki iri çoban köpeğiyle kobay karşıladı bizi. Köpeklerin havlamalarından huylanan Kaypak Ülfet’in anasıyla kalçası çıkık kız kardeşi evin kapısında göründüler. Ocak ateşiyle ısınan odaya girdik. Kadınla kızın ellerini öptüm. Gelirken üşümedim ama, sıcak oda hoşuma gitti. Kaypak Ülfet, babasını sordu.
Kaypak Ülfet, ocak başındaki geniş minder üzerine uzandı. Kız, “Karnınız aç mı?” diye sordu. Acıktığım halde, “I ıh,” dedim. Kaypak Ülfet de, canının istemediğini söyledi. Ocağın başında mayıştı kaldı. Oysa ben, anama, babama ve kardeşlerime ulaşmaya can atıyordum. Gidelim dercesine Kaypak Ülfet’in gözlerinin içine bakıyordum. O, ocak başında yan gelmiş yatıyordu. “Gidelim,” dedim. Hiç oralı olmadı. Anası, “Geç olmadan çocuğu götür,” deyince uzun uzadıya inledi. Ardından da, “Uyuştum kaldım. Her yanım dökülüyor,” diye yakındı.
“Götürmezsen yalnız başıma giderim,” dediğim gibi ayağa kalktım.
Ağasına öfkelenen kız,“Hadi beraber gidelim,” dedi bana. Kaypak Ülfet, “Oğlanın hızlı gidişini engellersin,” diyerek kızdı kız kardeşine. Kalça çıkıklığı yüzünden bir ayağını sürürcesine yürüyen kızın, sağlam olmayışına yandığını anladım. Kadın, “Ah!” diye inledi. “Dizlerim tutsaydı, bu oğlanı tezden anasına ulaştırırdım,” deyip içli soluk verdi. “Ben de tez giderim,” dedim.“Korkmazsın değil mi?” diye soran Kaypak Ülfet’e de, korkmayacağımı söyledim. Anası ve kız kardeşi bağırıp çağır-dılarsa da Kaypak Ülfet yerinden kımıldamadı. Kız kardeşi, “Kaypaklığını yine gösterdin,” deyince az doğruldu. “Kalkarsam öbür bacağını da ben sakatlarım bak!” diye sert çıkıp yine uzandı. Torbamı sırtıma bağladım. Kadınla kızın ellerini öptüm. Anası öpme dediyse de Kaypak Ülfet’in uzattığı elini de öptüm. “Aslansın sen aslan,” dedi bana.
Kadınla kız, üstlerinde birer atkıyla avlu dışına kadar benimle geldiler. Anama selam yolladılar. Bana da yol açıklığı dilediler. Kız, beni gözleyeceğini söyledi.
Aşağıdaki kara bir çizgi gibi görünen dereciğe koşarcasına indim. Onun yanından yukarıya doğru yollandım. Uzak da olsa Belova’nın evlerini görünce içime bir sevinç aktı. Daha da hızlandım. Kar, dizlerime yakındı. Basarken iyiydi de ayağı çıkarmak zordu. Başımı çevirip baktım. Kız, avlu kapısı yanında duruyordu. Onun gözlemesi bana güven verdi. Kendim duyacak kadar türkü çığırmaya başladım. İkinci türkü bitince İstiklal marşını söyledim. Ardından andımızı içtim. “Varlığım, Türk varlığına armağan olsun,” deyip kara selam verdim. Güldüm. Alanın tam ortasından gidiyordum. Belova’ya kadar düzlüktü. Yürüdüğüm yerler tarla idi. Güzün ekildiyse eğer, tarlada bir karış boyunda ekin olurdu. Ekine basmanın günah olduğunu hatırladım. Kar altında da olsa ekinlere basmamak için dereciğe yaklaştım. Tarla ve meralar ta Belova’ya kadar iki taraftan ormana dayanıyordu. Dil şeklinde ormana dalan tarla ve meralar da vardı. Geçen yaz hayvan otlat-tığımız az yokuşlu yamaçlardaki meralara baktım. Soğuk suyunu içtiğimiz Keleş çeşmesi bile uzaktan belli oluyordu.
Bulutlar güneşi kapatıyor, esinti artıyordu. Kar, kimi yerlerde dizlerimi buluyordu. Ayaklarım üşümeye başladı. Yüzüm, kulaklarım ve boynum da. Şapkamı kulak-larıma kadar indirdim. Ceketimin yakasını kaldırdım. Boynumla kulaklarımın yarısı dışarıda kaldı. Dizlerimde karıncalanmalar belirdikçe ayaklarımı kardan zor çekiyordum. Pantolonumun cebine soktuğum ellerim üşüyordu. Gözlerim ıslanıyor, ıslandıkça da yanıyordu. Aşağı Belova’dan epey uzaklaştığımı anladım. Başımı çevirip geriye baktığımda beni gözleyeceğini söyleyen kızı göremedim. O kadar yol geldiğim halde Belova’nın evleri hâlâ uzaktaydı. Evlerin ötesindeki Sarıkaya daha da ilerde gibiydi.
“Bundan sonra dedemle ebemin sözünü dinleyeceğim…”
Elimde bir sopam bile yoktu. Tarlalar avluyla çevrili olsaydı ince bir sırık çıkarırdım. Kurtlar yaklaşınca kafalarına kafalarına vururdum. Ucu sivriyse karınlarına dürterdim. Ya da avludan çalı dikeni çeker, saldıran kurtların gözlerine dikenlerini batırırdım. Ormandan dal koparmak geldi aklıma. Korkudan gitmek istemedim. Ayrıca, ıslak olduklarından kırılmazlardı.
Devam edecek.
Veysel Başer
Yazarın
Sonraki Yazısı