EMİR VE YASAK
Annem ve babam gözlerinden muayene olmak için bize geliyorlardı. Yollar boş olur da çabuk gelirlerse yaşlı halleriyle terminalde bekleyip perişan olmasınlar diye erkenden düştüm yollara. Onları uzun zamandır görmediğim için gözlerimde tütüyorlardı. Bu vesileyle bu hasreti dindirmiş olacaktım.
Terminalde iğne atsan yere düşmezdi. Otobüsler dolup
boşalıyordu durmadan. Yolcusunu bekleyenler, yolcusunu uğurlayanlar, emanet
gönderenler, bekleşenler… Çocukların ağlamaları, işportacıların bağırtıları,
otobüs firmalarının ayakçılarının kulakları tırmalayan sesleri, otobüslerin
horultuları, dilencilerin duygu sömürüsü yakarışları…
Bin bir uğultu ve
gürültü, başını almış gidiyordu kalabalıklar arasında. Otobüsün gelmesi
geciktiği için meraklanmaya başladım, acaba başlarına bir hal mi geldi diye.
Karış karış dolaştım terminali. Sıcak, beynime geçmişti; ayaklarım da pişmişti
sıcaktan. Ayakçıların “… mı gidiyorsun?” sorularından bıktım usandım. İnsanın
yakasına yapışıyorlardı adeta. Bir de insanın kolundan çekiştirmeleri yok mu?..
İnsanı çileden çıkartıyordu bu davranışları. Dur durak nedir bilmiyorlardı bu
çığırtkanlar.
Otobüs göründü
nihayet. Perona yaklaştı usulca. Gözlerim, annemle babamı aradı hemen.
Muhtemelen iniş kuyruğuna takılmışlardı. Arka kapının basamaklarında onları
gördüm sonunda. Buram buram hasretimi dindirmek için dakikalarca kucakladım,
kucakladım onları. Onların sıcaklıklarını hissettim iliklerime kadar. Kaç
yaşıma girersem gireyim, ne de olsa ben hâlâ çocuktum onların nazarlarında.
Çünkü onlar da bir daha, bir daha sarıldılar bana.
Eşyalarını bir başka
özenle yerleştirdim arabamın bagajına. Büyük bir keyif ve memnuniyet hissiyle
bindirdim onları. Hareket ederken onlara “Tekrar hoş geldiniz!” diyerek sağlık
durumlarını sordum ilk önce.
Babam:
- Şu anda bize göre
iyi. Bir problem yok. Artık doktor ne der, orasını bilemiyoruz işte, dedi annem
adına da konuşarak.
Doğduğum, büyüdüğüm
ve askerliğimden sonra bir süre çalıştığım fakat beni bir kere daha eşim ve
çocuklarımla gurbete uğurlayan bu yere üç yıldır çeşitli sebeplerle gidememiştim.
İşte bunun için:
- Ne var, ne yok
bizim oralarda, diye sordum onlara.
Annem:
- Aynen bildiğin gibi
oğlum! Değişen hiçbir şey yok. Bazen seni de o kadar sıkıntıya sokuyoruz ki…
Size yük falan da oluyoruz. Hakkınızı helâl edin.
- Ne sıkıntısı, ne
yükü anne! Sen bize o kadar baktın, ettin. Biz, yük mü olduk sizlere?
- Yok oğlum! Ne yükü?
Bizim görevimiz.
- Bizim de görevimiz
o zaman. Bir daha duymayacağım böyle lafları.
- Allah sizden razı
olsun, deyip başımı sıvazladı annem.
Babama tanıdığım bazı
kişilerin ne halde olduklarını sordum. Yaşlı olanlardan bazıları, Hakk’ın
rahmetine kavuş-muşlar. Kimileri hasta, kimilerinin de bir ayağı çukurda idi.
Birkaçıyla ilgili hatıraları tazeledik birlikte. Rahmetli Mahir Abi, genişçe
yer tuttu çocukluğuma ait silinmemiş ve hâlâ capcanlı hatıralarımın arasında.
- Çocukluğumda
bakkalında çalışırken çok sıkı pazarlıkçı müşterilere malın fiyatını biraz
fazla söylerdim. Ondan sonra da indirim yapardım. Bana hakkım olan parayı, akşamüstü
mutlaka verirdi. Fakat Cemile Abla onun verdiğini ya az bulduğundan ya da
bahşiş olarak bir miktar daha verirdi bana. Alın teriyle kazandığım paranın
kıymeti bir başkaydı. Bir şeyler alarak dönerdim eve, diye bağladım bu
hatıranın sonunu.
Eve geldiğimizde
bizi, eşim karşıladı kapıda. Eşimle buyur ettik onları içeriye.
Annem:
- Kız sen
zayıflamışsın gibi geldi bana. Bizim oğlan bakmıyor mu yoksa sana, diye sordu
eşime.
Eşim, aleyhimde
konuşmadı ama annemin kendisiyle yine ilgilenmesinden büyük bir memnuniyet
duymuştu. Fakat annem, faturayı bana kesti yine de.
Küçük oğlum,
ortalıkta görünmüyordu yine. “Dedenle babaannen geldi.” diye seslendim ona.
Meğer balkonda küçük havuzunda hem eğleniyor, hem de serinliyormuş. Salona
koşarak girdi beni duyunca. Üstünün başının ıslak oluşuna hiç aldırmadan atladı
onların kucaklarına.
Bir problem vardı
ortada. Çünkü eşim, ona yine kızacaktı “Buraları niçin ıslattın?” diye. Oğlum,
annemle babam geleceği için kaç gündür çok heyecanlıydı. İkide bir “Baba! Ne
zaman gelecek babaannemle dedem?” diye soruyordu bana. Ben onların geleceği
zamanı, oğluma kavratmakta bir hayli zorlandım.
Bagajdaki yükleri
içeriye taşıdım birer birer. Annem her zamanki gibi memlekette ne var, ne yok hepsini yüklenip gelmişti anlaşılan.
Ona bu yönüyle ilgili önceleri de takılırdım. “Anne! Savaş çıksa, kıtlık olsa
senin ocağında yokluk nedir bilinmez, inan ki.” derdim.
Daha rahat kıyafetler giyip salona
dinlenmek için çekildi annemle babam. Eşim de yemeğin son hazırlıklarını
yapmakla meşguldü mutfakta.
Oğlum, babaannesi için yaptığı
resimleri, dün geceden yapıştırdı salon kapısının camlarına. Ona neler
çizdiğini anlattı kendi dilince. Annemin kendisini takdir etmesini, resimle ilgili beğenilerini ve
teşviklerini duydukça oğlum, bir başka gururlandı. Koltukları kabardı adeta.
Annem:
-Sen, denize gitsene
be oğlum! Bunda yüzmeyi öğrenemezsin ki böyle. Baban yoksa götürmüyor mu sizi,
diye sordu ona.
-Yok babaanne! Babam,
hiç götürmüyor bizi denize, diye hemen şikâyet etti oğlum beni.
Şaşırıp kaldım bu
şikâyet tablosu karşısında, gözlerim fal
taşı gibiydi. Çocukluğumuzda bizim çoğu isteğimizi reddeden annem, torununun
istekleri karşısında aynı durumu hiç sergilemiyordu. Gerçi kendi çocuğundan
esirgediği sevgi ve şefkati torununa verebilmek için çırpınanları çok görmüştüm.
Annemin zoruma giden bu tutumu karşısında hakkımı arama ve bu tezat tablonun
izahını sorgulama derdiyle yanıp tutuştum.
- Hayırdır anne! Sen
bizi çocukken ırmağa bile göndermezdin, boğulursunuz diye. Senin yüzünden
yüzmeyi geç öğrendim ben. Onu da ancak kendi başımın çaresine bakacak kadar
biliyorum. Kardeşim Ahmet, yosunlardan bile korkardı denize girdiğimizde.
- O zamanın şartları
bunu gerektiriyordu oğlum! Babanız gurbette çalıştığı için yoktu yanımızda. Üstünüze
tir tir titreme konusunda bir zorunluluk hissediyorduk.
Böyle davranmadığımız takdirde eleştiriliyorduk, küçümseniyorduk,
iğneleniyorduk...
Anneme söyleyecek
hiçbir laf bulamadım. Çünkü dönemleri karşılaştırmak mümkündü ama bunları eşitlemek,
birbirlerinin gözü ve kıstaslarıyla değerlendirmek asla mümkün değildi. Fakat
ortak bir nokta bulmuştum: Çocuklara daha bebekliklerinden itibaren
davranışları ve konuşmayı öğretirken emir ve yasakları her dönemde hiç durmadan
sıralamak.