Mevlanada Aşk Yunusda Sevgi -6 Eserleri
MEVLÂNA�NIN ESERLERİ:
FİH-İ MAFİH VE MECALİSİSEBA
Muiniddin
Süleyman pervaneye ithaf etmiş olduğu bu eseri Gölpınarlı�nın görüşü
ile; mevzu bakımından bir tertibe tabi tutulmamış, sohbetlerden oluşan
kimler tarafından toplandığı da pek belli olmayan, ancak Sultan Veled ve
Çelebi Hüsamettin�in gayretleriyle hayat kazandığı anlaşılan
mektuplarını da içermektedir. Attar ve Senai�nin beyitlerinden,
ayetlerden, hadislerden süslü örnekler içermektedir. Bu eserlerinde
Mevlâna�nın hayatının her bölümünden örneklere zaman ve düşünce olarak
rastlamak mümkündür. Tabiidir ki, her şeyin ötesinde bu topraklarda
yaşayan her insana bu eserlere sahip olup, onları okuyup incelemek
borçtur. Bizlerin yaptığı yapacağı çalışmalar elbette önemli olacak,
ancak, Mevlâna�nın kendi eserleri kadar kıymete haiz olamaz. Bu eserlere
bugün ulaşmaksa hiçbirimiz için zor değildir. Fih-i Mafihten Mevlâna�ya
yakışan bir örnek:�Bizim sözlerimizin hepsi yenidir, başkalarının
sözleri ise rivayettir. Bu rivayet yepyeni sözlerin parça buçuğudur.
Yepyeni söz insanın ayağına benzer, rivayetse ayak şeklinde, tahtadan
takma hayattır. O takma ayağı bu ayaktan almışlar onun boyunu, enini,
bunun boyuna, enine uydurmuşlar. Dünyada ayak olmasaydı bu takma ayağı
nereden yaparlardı? Şu halde bizim sözlerimiz yepyenidir, kimi sözlerse
rivayettir. İkisi de birbirine benzer. Bir ayırt edici gerek ki yeni
sözü tanısında yeni sözden ayırsın. Ayırt ediş inanmaktır, küfürde ayırt
edemeyiş. Şu fıkhın temeli de vahiydi ama halkın düşünce ve
duygularıyla düşüp koşmalarıyla karıştı da temizliği berraklığı kalmadı;
şimdi vahyin temizliğine nereden benzeyecek? Hani Turut�tan şehre akan
bir su vardır; kaynağında bir seyrette gör; ne de arı durumdadır, ne de
güzel. Ama şehre geldimi, mahallelerden, bağlardan, evlerden geçtimi,
bunca halk elini, yüzünü, ayağını, bedenini, elbisesini, haklarını
onunla yıkadı mı mahallelerin lağımları, atların, katırların pislikleri
akıp da ona karıştımı, hasıl o yandan bu yana geçtimi, aynı sudur. Hani
toprağı günlük gülistanlık eden, susuzu kandıran, bozkırı yeşerten
sudur, ama bulanmış gitmiştir. Yalnız bu suda o arılğın kalmadığını,
kötü şeylere bulaşmış olduğunu anlamak için bir ayırt edicinin bulunması
gerek. İnanmış kişi zekidir, ayırt eder, anlayışlıdır, akıllıdır�.
(
38. bölüm) Mektuplardan bir bölüm;�Lütuflarda ihsanlarda bulunan,
şüpheli şeylerden çekinen, kulluk eden, hatunların övüncü, onların en
korunmuşu, en namuslusu, yüce himmetli, sonu düşünen, hayırları yayan,
adı-sanı iyi, padişah yaratılışlı, efendiler efendisinin soyundan gelen
hatunun yüce, örtünüp korunmuş kutluluğunu, devletini, ismetini, Allah
daim etsin, ikbalini artırsın, gün geçtikçe devletini ziyade,
dostlarının gözünü aydın etsin; düşmanlarının burunlarını yere sürtsün;
din ve dünya hacetlerini reva edip iki dünyada da muratlarına
eriştirsin; iki dünyanın kutluluğuna ulaştırsın Muhammed ve soyu hakkı
için. � Bu duacının selamını kabul buyurduktan sonra bilin ki kutlu
yüzünü görmeyi o kadar arzuladım ki, bu arzumun sınırı yok. Yüce hakta
şahittir ki o tek hatunun ahvalini bir an bile düşünmekten hali
değilim. Padişahçasına yaptığımız hiçbir lütuf, hiçbir kerem ve ihsan
unutulmuş değildir. Tanrıya yalvarıyorduk, dualar ediyorduk; fakat
gelmeye mektup yazmaya imkan yoktu. Zaten o eşi bulunmayan hatununaydın
gönlü, temiz canı da bilir; bu hususta fazla söze lüzum yok. Tanrı için
olan sevgi, ölümle, dirimle, azalmaz. Boyuna gidenden gelenden sizi
sormaktayım. Ahvalinizi soruşturmaktayım. Yüce Allah�a hamd olsun ki
sonunda hayır, selamet ve kurtuluş haberinizi aldım. Pek sarp, pek çetin
vakalar oldu ama bunlar, derecelerin yücelmesine , devlet ve kurtuluş
elde etmenize sebeptir. O yüce Hatun, boyuna Tanrı�ya dayanmada,
güvenmede, Yüce tanrının lütfuna, yardımına bel bağlamaktadır; sonunda
da Tanrı�nın ezeli lütfu, dertleri, dermanın ta kendisi yapacak,
çöküntüleri onarma haline getirecektir; esasen Allah�ın sünnetidir bu; o
ezeli Tanrı, yüzlerini hakka tutan, hakkın lütfuna dayanan
peygamberlerle, erenlere, onlara uyanlara, imtihan için çetin belalar
vermiştir. Bir dereceye dek ki ümitsiz bir hale gelmişlerdir de
düşmanlar, siz, Tanrı lütfundan sözler ediyordunuz; tanrı şarabını
içiyoruz ; işte şimdicek haliniz bu, sizin elinizi tutmadı diye onlara
sitemlerde bulunmuşlardır. Onlarda biz, beden ve nefes bakımından
yoksuluz, zayıfız, ümitsizlikle ah etmedeyiz, ama gönlümüzde pek sağlam
bir ahit var, imanımız pek sağlam; Tanrı vadinin doğru olduğunu
biliyoruz, sonunu da bu zehiri bize şeker edecektir. İçinde bulunduğumuz
karanlığı aydınlatacaktır; baş aşağı gelmiş devletinizi yüceltecektir.�
demişlerdir. Sonunda da böyle olmuştur.� Son, çekinip sakınanlarında�
tanrının yadımı, lütfu gelip erişmiştir, her acılığa bedel, yüz binlerce
tatlılık duymuşlardır, her ayrılığın karşılığında binlerce kavuşup
buluşma elde etmişler, binlerce kutluluğa ulaşmışlardır. �işte böylece
gerçektir, bize aittir bu; inananları böyle kurtarırız. � � Bu yandan ne
haber vereyim, ne diyeyim? Küçük büyük herkes, gece gündüz, o devlete
dua etmek için, acizlerin, muhtaçların ellerini tutan, icabet dergahına
el açmışlar, el kaldırmışlardır; o eşi bulunmaz hatunu özlemişlerdir.
Huzurunuzda bulunanların, küçük büyük hepsine de selamları var,
esselam.�
DİVAN-I KEBİR
Yapılan tespitlere göre kırk bin
üç yüz seksen beyitten oluşan, Mesnevi gibi Farsça yazılmış bir şiir
divanıdır. Mevlâna�nın dünya çapında tanınmasında eseri oluşturan gazel
ve rubailerin büyük payı olmuştur. Arapça, Türkçe, Rumca şiirleri de
ihtiva etmektedir. Eserin cazibesini oluşturan belki birazda bu
çeşitliliktir. Ayrıca Mevlâna�nın bu eserinde Horasan ilinde yaygın
Farsçayı kullanmış olması eserin zamanındada özellikle İran�da çok
sevilmiştir. Divan-ı Kebir�deki şiirler, otoritelerce didaktik ve lirik
şiirler olarak tanımlanır.
Bilindiği gibi Divan-ı Kebir özel bir
muhtevayla kronolojik sıra takip ederek yazılmış bir eser değildir.
Mevlâna�nın ruh dünyasını elbette üst derecede yansıtmaktadır. Ancak
oldukça çeşitlilik arzetmektedir. Elimizde bulunan altı ciltlik
Gölpınarlı çevirisidir. Bir örnek: 1/260 �Nesrinle gülün gerdeğinde
davulu boynuma astım. Bu gece tefle, dümbelek en güzel elbisemiz.
Sus, bu gece zühre saki oldu, kadeh sunuyor. Bizim pembe beyaz tenli sevgilimizde kadehi aldı çekip duruyor.
Tanrı
hakkı için bu anda sufiler, bizim rahmet dilememizden şevke geldilerde
gaybleri bilen Tanrının gayb huzurunda neşelendiler, bellerine gayret
kemerlerini kuşandılar, semaa girdiler.
Bir bölük halk deniz
gibi köpürüyor dalgalar gibi secdeler ediyor, bir bölük hakta kılıç gibi
savaşıyor; bütün kederlerimizin kanını içiyor.
Sus bu gece
padişah mutfağa girdi, aydın yüzlü neşeli bir halde aşçılık ediyor.
Görülmemiş bir şey bu, helvamızı o tatlı sevgiliyi pişiriyor.
Ey ecel meleği savaşımızdan kaç savaşımızdan kaç, çünkü sen bizim rengimize boyanamazsın, boyanamazsın bizim rengimize sen.
Savaşımıza
girersen, bizimle savaşmaya kalkarsan onun ellerinin saldırışlarından,
onun açacağı yaralardan bir tek damarın bile sağlam kalmaz senin.
Önce
öylesine bir şarap çekmelisin, öylesine hoş bir sarhoş olmalısın ki
kendinden geçmelisinde, sonra katılmalısın ahengimize, sonra
katılmalısın ahengimize.
Bu şarabı içmek istersen yürü, önce şişe gibi daral, şişe oldunmu da vur kendini taşımaya, vur taşımaya kendini.
Kim o kızıl şarabı içerse gelişir, muradına erer, daralmış gönlümüzden ferahlıklara kavuşur.�
MESNEVİ
Mevlâna�nın
en tanınmış eseridir. 13 Mayıs 1263 yılında yazılmaya başlanmış altı
cilt ve 25700 beyitten oluşmuştur. Baştan beri failatün failatün
failatün veznindedir. Yine baştan başa Mesnevi formundadır. Her beyitin
mısraları kendi aralarında kafiyeli olup, her beyit diğer beyitlerden
bağımsızdır. İç içe anlatılan hikayelerden oluşur. İslam tasavvufunun
şaheseri demekte mahsur yoktur. Kur�an ve hadisten sonra üzerinde en çok
durulmuş İslâm eseridir. Mevlâna�nın özellikle sema sırasında vecde
gelince söylediği beyitler Çelebi Hüsamettin tarafından kaleme alındığı
bilinmektedir. Mesnevi tercümelerinin en ünlüsü, Nahifi�nin Türkçe
manzum tam tercümesidir. A.Avni Konuk�un tercüme ve büyük tefsiri, Veled
Çelebi İzbudak�ın altı ciltlik tercümesi, Ankaravi�nin, Abidin paşanın
şerhleri ve Abdülbaki Gölpınarlı�nın altı ciltlik Mesnevi şerhi en
tanınmış tercüme ve tefsirlerdir. Tam olarak Arapça�ya, İngilizce�ye ve
seçmeler halinde bütün dillere çevrilmiştir.
Burada bir özelliğe
de vurgu yapmadan geçemeyeceğim. Bilindiği gibi Mevlâna; efendimiz
Mevlâmız anlamında bir kelime olup saygı ifadesi olarak büyük zatlara
verilen bir isimdir. Mevlâna�dan önce bu isim bir çok büyüğe
verilmiştir. Ancak ne zamanki Mevlâna gelmiş, bu ünvanı taşıyan bütün
zatlar eski isimlere dönmüşlerdir. Bu isim Mevlâna Celaleddin Rumî ile
özdeşleşmiştir. Artık Mevlâna denince Celaleddin Rumî �den başka kimse
akla gelmemektedir. Mevlâna kelimesini yüce varlığıyla bir nevi
şahsileştirmiştir. Buda büyük velinin bu isme ne kadar layık olduğunun
ve insanlar tarafından nece saygı gördüğünün çıplak ifadesi olmuştur.
Mesnevi
kelimesine lügatlarda; ikilik manzume, her beyti ayrı kafiyeli manzume
anlamına gelmektedir. İslâm dünyasında pek çok Mesnevi sahibi şair ve
edip gelip geçmiştir. Mesnevide Mevlâna kelimesi kadar olmasa da
özellikle Türkiye�de ve İslâm coğrafyalarında Mesnevi denince akla
Mevlâna�nın Mesnevisi gelmektedir. Mesneviyi yazmakla onu da yüce
Mevlâna bir nevi şahsileştirmiştir ve Mevlâna Mesnevi kelimeleri onun
gerek çağında gerek günümüzde kartviziti olmuştur. Kısacası umumiyi
böylesine şahsileştirmiş ikinci bir dünyalıya rastlamak çok zordur. En
azından Türk-İslam kültürü için bu böyledir.
Yine Gölpınarlı Mesnevi Çevirisinden bir örnek almayı uygun bulmaktayım.
�Kim Allah�la oturup kalkmak istiyorsa tasavvuf ehliyle oturup kalksın� sözünün anlamı:
� O elçi, bu bir iki kadehle kendinden geçti, aklında ne elçilik kaldı, ne haber.
Allah�ın yüce kuvvetine şaşırıp kaldı; elçi buraya ulaşınca da bir padişah kesilip gitti.
Sel denize dökülünce deniz oldu; tohum tarlaya ekilince ekin oldu.
Ekmek, insanlar babasını bedenine girince ölüyken dirildi, her şeyden haberi oldu.
Mumla odun, kendilerine ateşe feda ettiler mi, kapkararanlık özleri ışık kesildi.
Sürme taşı gözlere çekilince görüş kesildi de her şeye gözcü oldu.
Ne mutlu o adama ki kendisinden kurtuldu da bir dirinin varlığına ulaştı.
Eyvahlar olsun diriye ki ölüyle düşüp kalktı da öldü; dirilik kaçtı gitti ondan.
Sende Tanrı Kur�an�ı na kaçarsan peygamberlerinin canlarına ulaşır, onlara karılırsın.
Kur�an peygamberlerin halleridir; onlar tertemiz ululuk denizinin balıklarıdır.
Kur�an�ı okur, fakat dediğini tutmazsan, tut ki peygamberleri, erenleri görmüşsün ne çıkar?
Fakat Kur�an�da ki hikayeleri okur, buyruklarını tutarsan, can kuşun kafeste daralır.
Kafesteki kuş, zindandaki mahpusa benzer, kurtulmayı istemeyişi bilgisizliktendir.
Kafeslerinden kurtarılan canlar peygamberlerdir; halka kılavuzluğa layıktır onlar.
Onların sesleri dışardan gelir, dinden duyulur, sonrada kurtuluş yolu budur, bu der o ses.
Derler ki; bizde bu yola düştükte şu daracık kafesten kurtulduk; bu kafesten kurtulmak için, bu yola düşmekten başka çare yok.
Hastalan ağlar inler bir hale geldi de şu taşınıp bilinmekten kurtarsınlar seni.
Çünkü halkça tanınmak, bilinmek pek sağlam bir bağdır; bu yolda demir bağdan aşağımı kalır hiç?�
Alaattin
Keykubat�ın Selçuklu Anadolu�suna getirmiş olduğu saffetli ve
mürüvvetli devir son bulmuştur. İslâm coğrafyası Moğol İstilası ile
yetesiye sarsılmaktadır. Bin bir coğrafyadan kopup gelen kitleler zaten
bağlılık ve uyum sağlayarak billurlaşmış bir ruh birliği
oluşturamamışlardır. Anadolu�yu yurt tutan kitleler öz renklerini,
endişelerini, alışkanlıklarını devam ettirmektedirler. Elbette bu
ayrılık ve gayrılıklar Moğol İstilasının etkisiyle ruhlarda oluşan korku
ve tedirginlik önce beylere sonrada Selçuklu sarayına yani Konya�ya
yansımaktadır. Bu yansımaların zorlamasıdır ki Alaattin Keykubat�tan
sonra önce Konya�da sonra Anadolu�da birlik ve dirliği torpiller, artık
sıhhatli ve sağlıklı karar almak mümkün olamaz. Merkezi otoritenin
sarsılması, art niyetlilerin iştahını kabartırken, bazı gurupları da
yeni otoriteler aramaya sevk eder, bir kısım guruplarda başının çaresine
bekar.
Sonuçta devletten ve otoriteden umut kesilir, umutsuzluğa
kapılan kitleler, zaten tam uyum sağlayamamış olduklarını çok eski
olmayan vatanlarında yeni düşünce ve merciler ararlar.
Bu dönemde ilim, irfan, düşünce bilgi ve beceride Anadolu insanını kuşatan, umuda dönüşen tek gerçek vardır oda dindir.
Dinden
maksatta yerli halk için Hıristiyanlıktır, özellikle çoğunluğu
oluşturan azınlıklardan Rum ve Ermenilerdir. Diğer bir kısım azınlıklar
olsa da Rum ve Ermeni azınlıklar çoğunluğu oluştururlar. Bu kitleler
sahil kesimlere çekilseler de endişe ve korku bunların da yüreğine
çoktan oturmuştur.
Anadolu�nun asli unsurunu oluşturan gerçek
çoğunluk her boydan Türkler içinse yine tek gerçeklik dindir. Bu
topluluklar içinse dinden maksat İslâm�dır, Müslümanlıktır. Müslümanlık
insanların hayatına şeriat ahkamı bilinse de ağırlıklı olarak tasavvuf
ve tasavvuf şekillenmesi sonucu oluşan tarikatlar yoluyla hayat
bulmaktadır. Bu iklimde tekkelerde medreselerin önündedir.
Tüm bu
saydığımız badireler sonucu halk medreselerden çok tekkelere koşar.
Tasavvuf temsilcilerine, yani evliyaya yüklenen olağan ve olağanüstü
değer, yani onları birer kurtarıcı addetme anlayışı öne çıkar. Bu
temsilcilerde bu imkanı hakkıyla değerlendirirler. Artık halk yığın
yığın bu halkın kurtarıcılarının etrafında hallenir. Ancak bu önder ve
kurtarıcılar tekdüze değildir. Özde aynı kubbenin altında
bulunduklarının idrakinde olsalar da çıkardıkları sesler ve yansımalar
farklıdır. Tasavvuf miğferi altında oluşan gelişen tarikatları anlayış
ve uygulamaları, kullandıkları enstrümanlar farklıdır. Halkın önüne bu
farklı enstrümanlarla çıkacaklardır.
Şark İslâmı aslında Sünni
Müslümanlığı temsil etmektedir. Anadolu�yu besleyen Ahmet Yesevi damarı
da Sünni İslâm�ın temsilcisidir. Şeriata bağlı feragatlı guruplardır.
Ancak birçok guruplarda Sünnilik dairesinin dışına taşan kaynaklardan
beslenebilmiştir. Bu beslenme sonucudur ki Anadolu�da Kızılbaşlık
cereyanları, buna bağlı olarak rengi ve hüviyeti az bilinen melamet
fikri, özellikle kırsal kesimdeki halklar arasında kabul görmüştür. İnce
ayrıntı ise hürriyet vaad ederek, şeriatın günah saydığı bir kısım
akideleri mubah sayma anlayışıdır. Bu anlayış özellikle kırsal kesimde
boy verirken, şeriata bağlı inanışın merkezi, zaten devletinde idare
merkezi olan Konya ve Anadolu�nun bir kesiminde İslâm birliğini
parçalamayı hedeflediği anlaşılan bu hareketlere karşı yine tasavvufun
içinden gelen bir kısım önderler tarafından Sünnilik adına karşı
çıkılıyor ve halkın gönlünde yer buluyordu. Bu hareketin önünü açanlar;
Fahrettin Iraki, Sadrettin Konevi, Evhadettin Kirmani ve nihayet Mevlâna
Celaleddin Rumî öne çıkıyor ve kuvvetli bir direnç merkezi
oluşturuyorlardı.
İşte bu anlayışın içinden gelen ve hepsinin
üzerinde özel ve güçlü bir etki bırakacak olan Mevlâna sahneye
çıkacaktır. Bu öyle bir geliş ve oluştur ki, sonunda çağını ve çağları
kendisine hayran bırakacaktır. Öncelikle Mevlâna bu bölünme, parçalanma,
didişme kültürünü geldiği coğrafya itibariyle çok iyi bilmekte ve idrak
etmektedir. Onu ve ailesini buralara sürükleyen de zaten bu nedenler
bütünü değil miydi? İşte bu vasatın idrakında olan Mevlâna bayrağını
nerde nasıl ve ne zaman yükseltecektir? Hayatını ve ruhunu hep bu
idrakle yoğurur. Evet önce kendisi, çevresi, vatanı ve dahası insanlık,
bu kör dövüşünün zincirini kırmalıdır. Ama nece ve nasıl? Mevlâna hep
yeniden,yeniden başa dönerek bunun örgüsünü kuracaktır.
Seyredip
gelen İslâmi , Sünni tasavvufi geleneğe yeni bir çehre kazandıracaktır.
Bu değişim serüveni önce şahsında yaşayacak sonra kitlelere
yaşatacaktır. Gerçekte İslam�da ve insanda varolan bir takım hassaları
öne çıkaracaktır, tasavvufa yeni bir hava , yeni bir heves katacaktır.
Tavırlarının hepsi belki orijinal olmayacaktır ama, onu yeni bir nefeste
diriltecektir. Tasavvufa ve insana yeni şeyler katacak ve
kazandıracaktır. Mevlâna önce kendi ruhunda ve hayatında
köhnemişliklere son verecektir. Ruhunu ve şahsını yeniden dizayn
edecektir. Bunu başarmadaki en büyük mesnedide şemsle buluşması
olacaktır. Şemsle buluşması bir anlamda da yeni bir Mevlâna�nın
doğuşudur. Bundan sonra aşkı ve sevgisi öne çıkacaktır. Aşk ve sevgi
kavramını evrenselleştirecektir. İnanır ki, insan sevgiden azıcıkta
nasiplenmiş olsa çoğu şeyi ayrılığı, gayrılığı, kindarlığı, düşmanlığı
terk edecektir. Yeter ki bu sevgiden bir kırıntı bulunsun. Mevlâna bu
sevgi yolluna girince, aşkla yüzleşti, aşkın etkileyici ve kesintisiz
gücüne inandı. Bunu ruhunun mihveri yaptı. Çünkü Allah kavrama ve bilme
ancak aşkla mümkündü. Bu aşk muhabbeti doğuracaktır. Muhabbet sevgiyi
kalıcı kılacaktır. Zira muhabbetten Muhammed hasıl olmamış mıydı. Evet
Mevlâna�da ki aşk ve sevgi Allah, Muhammet, Müslüman menşelidir,
�Ben sağ olduğum sürece Kur�an�ın kölesiyim.
Ben Muhammet muhtarın yolunun tozuyum.
Benim sözümden bundan başkasını kim naklederse,
Ben ondanda bizarım, o sözlerden de bizarım�
Demek
sureti ile ruh künhüne işaret etmektedir. Kur�an�i bir muhteva içinde
ruhunu dizayn etmiş aşk ve sevgi kaynağını da buradan almıştır. Tanıdık
bildik Eflatuni felsefenin Mevlâna�nın örgüsünde pek payı yoktur. Ancak
bunlarda Mevlâna�nın bilgi dünyasındadır.
Buradan hareketle Mevlâna
yaratılışın mahiyetini derinlemesine inceledi. İnsanda bulunan iyilik e
güzellik sevginin farkına vardı. Allah�ın varlığı insan için, insanı
kendi için yarattığı ana espriye uygun olarakta bir bütünün,ilişkiler ve
anlam bütünlüğünün farkına vardı. Madde-mânâ çelişkisinden de bir
anlamda ruhunu kurtardı. Ruhu maddenin üzerine çıkararak ruhun üzerine
de aşkı oturttu. Maddeyi manayla kardığı gibi ruhunu da sevgi ve aşkla
kardı. Yalnız aşk her şeyin üzerinde dominant bir pozisyon aldı. Bu
pozisyon alıştır ki Mevlâna da değişim ve gelişmenin yolunu açmıştır. Bu
açılımın Mevlâna�ya kazandırdığı daima yeni ve taze kalmaktır. �Dün
dündü cancağızım yeni şeyler söylemek gerek� derken bunu kastetmektedir.
Mevlâna�nın bağlıları ve halk nezdinde çekiciliğini artıranda bu
olmuştur. Mevlâna insanlığın ve zamanının karşısına daima taze ve yeni
bir yüzle çıkmıştır. Mevlâna bu dirliğini sahip olduğu aşka borçludur.
Bu aşkı dışarıya yansıtma becerisiyle de gönülleri Çelebilen ve devrinin
bir numaralı cazibe merkezi olmuştur.
Seven-sevilen, aşık-maşuk
ilişkisinin içinde büyüyen aşk ve evrensel benlik dediğimiz özneye,
buradan da insanı kamile yol bulmuştur. İnsan-ı kamil Mevlâna�ca yetkin
bir aşk adamıdır. Aşk bir uçtan Mevlâna�yı etkilerken, Mevlâna�da aşkı
şahsında yüceltmiş ve hak ettiği kutsiyete yeni bir yüzle ulaştırmıştır.
Sonuçta beni doğuran aşktır. Bilincine varmıştır. Bu aşktır ki
Mevlâna�yı kabına sığmaz taşkın ve coşkun bir hale getirdi . �Ben
kendimden daha fazlayım� derken bu taşkınlık ve coşkunluğunun nedenine
vurgu yapmıştır. Mevlâna�ya bu ne kazandırmıştır? Kazandırdığı halkın
gönlünü fetih hareketidir. Bu şu anlama gelmektedir; Mevlâna insanların
gönlünde hakikaten varlığından fazla biri olarak yansımıştır. İnsanların
bu nedeniyle çekinmesine nedende Mevlâna�nın kendinden fazla olan
yüzüdür. Mevlâna�nın aşkı, gizli saklı bir şey olmayıp ayan-beyan bir
şey olarak vurgulaması da, yine aşkı insanlara yansıtmadaki başarısında
gizlidir. Mevlâna bu hali bir soruyla yeniden vurgular;� Bir gece aşka
�Sahi sen kimsin?�diye sordum.
O: ben ebedi hayatım; devam eden mutlu hayatım�
Demek sureti ile aşkı kendisi ile birlik vitrine de çıkardığına inanır. Aşkın sesinden başka her sesi yadırgadı.
�Aşk namesinden başka, işittiğim bütün nağmeler, davulun gürültüsü gibidir�
Ve aşkı hiçbir şeyle mukayese etmez:
�Her şeyi tattım, senden iyisini göremedim;
Denize daldığımda, senin gibi inci göremedim;
Bütün fıçıları aştım, binlerce kavanozdan tattım;
Ancak bunlardan hiçbiri değil de senin isyankar şarabın dudağıma değince ilham verdi�
İnsanlara ulaşmada aşkı bayrak yapan Mevlâna,yüksek perdeden şu feryadı basar:
�Selam san ey aşk,sende bize iyi kâr sağlıyorsun
Kibirliliğimizin ve boş şöhretin çaresisin
Sen Eflatunumuz ve Galinos�umuzsun
Aşk sayesinde süfli vücut göğe yükseldi :
Da oynamaya ve kaynamaya başladı
Aşk Sina Dağına ilham verdi, Sina sarhoş edildi ve Musa bayıldı.�
Mevlâna�nın
cazibesini var kılan, bir anlamda işini kolaylaştıran aşk; Mevlâna�da
her sonsuz,kesintisiz ve her an yaşanan, dinamik sunabilen bin Allah�la
birlik bir Allah vergisidir.insana düşen bunun farkına varıp hayatını
ona vakfetmesi ve bundan insanlık yararına sonuç çıkarmasıdır. Mevlâna
ördüğü sevgi çemberiyle bunu başarmış bir gerçekliktir.
Aşkın tam
olgunluğuna varan Mevlâna bir tarikat kurmamıştı, ancak bir tarikatın
bütün şekillenmeleri hayatına ve çevresine yansımıştı. Bu yansıma sonucu
ileride de belirttiğimiz gibi Mevlâna�nın çağrısına evvelinde iki tür
insan koştu: halk ve zamanın meşhurları. Önce bunların farkına varmış
olması da doğal bir sonuç. Bu insanlar Mevlâna�nın düzenli
toplantılarına katıldılar. Bu meşhurların belli teşkilatlardan olmaları
özellikle ahilik kaynaklı olmaları , kişiler arası ilişkileri bir ağ
gibi örüyor ve sarıyordu, aşkın hakikati dalga dalga toplum katmanlarına
yayılıyor. Mevlâna�nın hedeflediği sükun ve sükunete erme ortamı
merkezden çevreye dalga dalga gerçekleşiyordu.
Mevlâna alışılmış
insan ilişkilerini önce alt/üst ediyor sonra yeniden kendi anlayışıyla
dizayn ediyordu . Yeni bir ahlaki oluşuma neden oluyordu. Bu ahlaki
oluşumun temelini ise aşk ve sevgi oluşturuyordu.
Gece
buluşmalarında Mevlâna sema ederek, dönüyor bir yandan da inciler
saçıyordu. Sema ve raksta Mevlâna�nın çevresini kuşatanlar için yene
bir şeydi. Dünya, İslâm dünyası için İslâm tasavvufu için belki ilk
değildi. Çünkü � Cüneyd bir gün bin kısım dostlarının sema meclisinde
bulunuyordu. Dervişler coştu ve raksa kalktılar. Cüneyd yerinden hiç
kımıldamadı. Bu durumu gören müridler onun raksı haram saydığını
zannettiler. Ve raksa kakmamasının sebebini sordular. Cüneyd şu ayet ile
bu soruya karşılık verdi �Dağları görür, onları hareketsiz donmuş
zannedersiniz. Halbuki onlar bulutların yürümesi gibi yürümektedir...(
Neml, 27/28)
Necmüddin Kübra tarafından kurulan Kübreviye
Tarikatında da sema ve raksın olduğunu biliyoruz. Kübreviye Tarikatı
Anadolu�da doğrudan temsil edilmemiş olsa da etkilerinin Anadolu�ya
ulaştığı bir gerçektir. Şöyle ki: � Kübreviye Tarikatının Anadolu�da
yaygın olan tarikatlar arasında yer almamasına karşılık, bu tarikatın
fikirleri, değişik kanallarla yaygınlık kazanmıştır. Bu kanallardan
birincisi ve en önemlisi Mevlevilik�tir.�Mevlâna�nın babasının Necmüddin
Kübra�nın müridi olduğu bilindiğinden, bunun doğal sonucu sema ve
raksın Mevlâna tarafından biliniyor olması tabiidir. Ancak gerçek şu ki
Mevlâna sema ve raksta yeni bir can ve kan getirmiş çağını ve çağlarını
bu tarzıyla da etkilemiştir.
Evet, sema ve raks, o güne kadar
tasavvuf için yasancı değildi ama, Konyalılar ve Anadolu için yeni ve
orijinaldi. Mevlâna bu kanalıda kullanarak yeni bir yüz olduğunu
bağlılarına, Konyalılara çağına ve çağlara dikte etmiştir. Sema
Mevlâna�nın cazibesini artıran önemli bir unsur-öğe olmuştur.
Bildiğimiz gibi gerek Divan-ı Hikmetin büyük bir bölümü, gerekse Mesnevi
bu semalar da vecdle coşan, taşan Mevlâna�nın ürünü olmuştur.
Sema
gerek Mevlâna�nın hayatında gerekse toplum hayatında önemli mevki
edinmiştir. Mevlâna bütün coşkularını sema ayinlerinde açığa vurup,
terennüm ederken, halka kendisi için çok orijinal olan bu ayinlere
koşuyordu. Halk bu rağbeti gösterirken davetlilerde bundan geri
kalmıyordu. Onlarda gerek kendi adlarına, gerek hayırlı bir olay
düğün,,sünnet gibi vesile kılınarak semalar düzenleniyor bu semalara
bizzat Mevlâna davet ediliyordu. Davetlilerin yanı sıra toplumun
meşhurlar diyebileceğimiz ileri gelenlerde bu merasimleri düzenlemek ve
katılmaktan geri kalmıyordu. Tabiidir ki Mevlâna�da kullandığı
mekanlarda bizzat semalar düzenlerdi. Bu o kadar önemlidir ki günler
geceler haftalarca sürdüğü biraz mübalağa olsa da kayıtlarda mevcuttur.
Sema o çağda Konya ve Konyalıların düğün tarzıdır dersek yeri var.
Bu orijinal uygulamadır ki halkın gözünde Mevlâna�yı biraz daha kendisinden fazla bir kişilik olarak algılamaya yol açmıştır.
Bu
ruhları incinmiş, korku, tereddüt, iklimlerle perişan olmuş çağın
Anadolu�suna yeni bir diriltici nefes gibi yansımış, ruhların,
akılların, davranışların yeniden disipline edilmesinde sema önemli katkı
sağlamıştır. İnsanlar eskiyi unutarak bir nevi iştiyakla bu meclislere
koşmuş ve burada bütünleşmiştir. Şaşkın kitlelere bir hayat suyu gibi
gelmiştir. Kin ve nefretin yerini, sevgi, muhabbet ve aşk almıştır. Aynı
zamanda insanların birliğin kaynağına yeniden tertemiz duygularla
ulaşması sağlanmıştır.
Artık 1261 yılı gediğinde Mevlâna,
Mesneviyi yazmaya, yazdırmaya başlar bu aşamada halkın karşısına
çıkarken Mevlâna tam teçhizatlıdır. Semayı ve eserlerini şiir yoluyla
takdim ederek onların kaleme alınmasına yardımcı oluyor, elden ele
insanlığa yayılması için özellikle Çelebi Hüsamettin başta olmak üzere
özel bir gayret gösteriyordu. Başta Mevlâna�nın kendisi olmak üzere
bağlıları gelen ve gerçek olan bu yeniliğin farkına vardılar. Bu farka
varıştır ki: Kalıcı olmanın mecburiyetini getirdi.Artık kalıcı olmanın
yollarını araştırmanın zamanıydı. Çünkü kabul devresi aşılmıştı.
Devletliler, meşhurlar, halk yeniliği fark etmiş ve kabul etmiş değer
vermiştir.Mademki değerlerdir. Bundan bütün Anadolu başta olmak üzere
insanlık istifade etmelidir. Bu teklif Çelebi Hüsamettin tarafından
Mevlâna�ya götürülür ve teklif kabul görür.
Mevlâna bir tarikat
kurucusu olarak ortaya çıkmamış ancak yaşanmış,yaşanmakta olan sistemli
bir hayat tarzı,yaşama biçimi oluşmuş ve oluşmaktadır.Üstelik tasavvufi
hayat ve tarikatta gününün ciddi bir gerçekliğidir.Mevlâna oluşmakta
olan bu seyri de bir nevi sistemleştirir.En azından bu gidişin nece ve
nasılının ip uçlarını verir.
Önce terennüm ettiği şiirlerden
oluşan Mesneviye bir değer yükler;� O hakikat ve kesinliğe ulaşmanın
sırlarını göz önüne koymak bakımından dinin temelinin temelidir.O bir
makamdır ve en mükemmel dinlenme yeridir.� Mevlâna bu enstrümanı da
kullanarak sürekli salikleri, bağlılarını içinde bulundukları durumdan
kurtarmaya çalışır. Onlarında hakikatın farkına varmalarını ister.
Gerçek yol nedir? Onu işaret eder.
Bu aşamada Mevlâna insanı
alemin kopyası olarak görür. İnsanın bu hayata çeşitli aşamalar
geçirerek geldiğine vurgu yapar. Alemin kopyası olarak görür ama bir
fark olduğunun da ayırtına varır. İnsan farklıdır. Kendisini yeniden
gerçekleştirebilecek donanıma sahiptir. Mevlâna�da insanın bilinç altı
da çok önemlidir, oldukça da zengindir. Bu bilinç altı iyi-kötü,
faydalı-zararlı, kin, nefret-sevgi gibi hassaların tohumları ile
doludur. İnsanın bu ilişkilerden kurtulması gerekir. Bu çelişkilerden
kurtulması için de nefsi emmareden kurtulması gerekir. Bir tür aklında
üzerine çıkma. Çünkü ikiliğin tarlasını nefsi emmare oluşturmaktadır.
Mevlâna Mesnevisinde özellikle bunlara vurgu yapar.Nefsi emmareyi canlı
tutan insan Allah�ı ihmal eder. Başta kadın, mal, mülk, tamah, bencillik
ruhunu kuşatır. Onu sürekli aşağılara çeker. Halbuki insan yüksektir ve
yükseklere layıktır. Zaten gelişte bu nefsi emmarenin malzemelerini yok
etmiştir, etmelidir. Ona yeni bir yüz gerekmektedir. Mevlâna nefsi
emmareyi şeytani bir vasıf olarak adlandırır. Şeytansa insanın iyiliğini
istemez, insanının düşmanıdır. İnsana başka dostlar gereklidir.
Mevlâna�nın
nefse ve şeytana yüklediği menfi değerle asıl hedeflediği insanın
kendisinden çok cemiyete verebileceği zarardır. Zira nefs çıkarı için
zararlı elamanları, unsurları devreye sokacaktır. Örneğin ikiyüzlülüğü,
rüşveti kullanacak mazlumlar üzerinde haksız baskılar oluşacak, zalimler
güçlenecektir. Bu da cemiyette adaleti torpilleyecektir. Kötülük bir
virüs gibi topluma yayılacaktır. Halbuki nefsin kötü arzuları yerine
aşkı ve sevgiyi ikame edersek bütün bu olumsuzluklar olumluya
dönüşebilecektir. Mazlumlarda nefes alabilecektir. Bu baskınında,
kötülüğünde sınır tanımaz bir yapısı vardır. Müslüman Hırıstiyan�a,
Hıristiyan Zerdüşt�e rahatlıkla baskı yapıp birbirilerini
etkileyebilecektir. Bu da zaman zaman görüldüğü gibi insanlığın
geleceğini karartacaktır.
Mesnevide ve makalatta yine Mevlâna bir
alimin yöneticilere bağlanmasının ne kadar sakıncalı olduğu üzerinde
durur. Çünkü bağımlılık hürriyetsizliktir. Bu hürriyetsizlik haksız ve
yersiz itaati getirecektir. Bu durum ise bir züldür. Çünkü iyi bir
alimin yalnızca ferdi sorumluluğu yoktur. Ona itimat eden insanların
geleceğini etkileyecek, menfi sonuçlara yol açacaktır. Sonuçta o alimin,
bilginin kişiliği kalmayacak, Allah indinde ve halk karşısında da
itibarı kalmayacaktır. Bu da anarşiye neden olacak halk itimat
edebileceği yeni merciler arayacak bu da çoğu zaman isabetli
olmayacaktır.
Mevlâna ruh örgüsünde bir temel görüş daha sunar.
Güçlüler hırs ve baskı ile başarılı olmaya çalışsalar da bunu
başaramayacaklardır.Eninde sonunda akıl ve fikir bu baskı yakarış
çıkacaktır. Gözünü hırs bürüyenler görüntüyü doğru alamayacaklarından,
yanlış yapacak ve sonunda muhalif olacaklardır. Mevlâna akıl ve fikre
kıymet verse de bunların da insanın aslını korumasında yeterli
olmayacağını düşler ki, bu nedenle tasavvufi hayatı öne çıkarır. Nefs ve
akıl çatışmasında, aklın galip geleceğine inanır. Yine akıl yoluyla
Allah�ın varlığını idrake yol bulabileceğini de kabullenir. Ancak asıl
hedefi vurmak için aklı yeterli bulmaz. İnsanın fazlaca aklına ve onun
değeri olan bilgisine güvenmesi benliyi ve bencilliği geliştireceğinden,
şeytanın narasına ortak olacağını düşler. Buradan yine aldanma ve
kötülüğe yol açılacağına inanır. Sonuçta insan aklıyla bir çok
problemleri çözer. Ancak hedeflenen varlık düzeyine çıkmaya akıl imkan
tanımaz. Kendini bilme ceht ve çabasına yardımcı olabilen akıl; insanın
kendini gerçekleştirmesine yeterli olamaz diye bağlar. İnsanın kendini
gerçekleştirmesi için aklın dışında enstrümanlara ihtiyaç vardır.
Allah�ı bilme ve bulma aklın ötesinde bir şey kendini bilmekten maksat
Allah�ı bilmek olduğundan tutulacak yol ve kullanılan enstrüman bizi ona
götürmeli. Mevlâna bu durumu Allah�ı tanıma olarakta karşılamıyor.
Allah�ın istediği gibi olmakla karşılıyor. Benliği ıslah ederek o hal
ile hallenme diyebileceğimiz şey. Bunu sağlayanda tasavvufi
mekanizmadır.
Mevlâna sonuç itibariyle kendini bilmiş
gerçekleştirmiş insanı şu aşamalardan geçirerek muhatap alır. Akıl ve
bilgi ile nefsin öldürülmesi sağlanmalıdır. Nefsin ölümü kötü hassaların
kaybolması ve iyi hassaların harekete geçmesini sağlayacaktır.
Tasavvuf yoluna girilerek iyi hassaların kullanılması ve verimli hale
gelmesine yol açacaktır. İnsan basitlik ve bayağılıktan kurtarılacak,
mükemmelliğe yol alacaktır. Mükemmellikten maksat, sıradan bir sosyal
varlık olmaktan kurtulup evrensel boyutta gerçek insan olmaktır. İnsanı
kamil Allah�ın hoş ve hoşnut olacağı gerçek bir kul.
Yine Mevlâna
her insanın bunu bir başına gerçekleştiremeyeceğini savunur. Mutlaka
bir bilenle aydınlanmak gerekir. Bunun tarih içinde örnekleri vardır. Bu
zaman diliminde de kendisini işaret eder. Bir bilen derken, birazda
biliyorum demek değil midir? Bu yolla Mevlâna bağlılarına seslenerek,
süfli bağlardan kurtulmalarını salık veriyordu. Böyle olan insan
tabiatta mevcut çevresiyle ve varlığın birliği ile uyum halinde
olacaktır. İnsanı uyumlu kılacak özelliklerinin gelişmesi ve tamamına
ermesi içinde bir bilen mutlaka gereklidir. Çünkü her insan kendisini
yeterince kontrol edecek yeteneğe sahip değildir. Her insana belki de
bir ayna lazım, kendisini, boyutlarını görüp, keşfedeceği bir ayna. O
ayna bildik anlamda mürşittir. Mevlâna �Ruh, ruhun bilgili alır,
kitaptan ve dilden değil� derken bunu kastetmektedir. Şeyh, mürşit,
üstad bunu yaparken bağlılarının hepsine aynı yakınlık ve uzaklıkta
durmaz. Ölçme ve değerlendirme yetkisi olduğundan herkese bilgi, görgü
ve anlayışına göre rota çizecektir. Zaten böyle bir maharete sahip
değilse bağlının kendisini onun şahsında değerlendirmesi mümkün
olmayacak,maksatta gerçekleşmeyecektir.
Mürit-Mürşit ilişkisinde
bir bağlılıktan söz etsek de bu bir otorite kurmak , mahkum etmek asla
değildir. Bu gönüllü bir katılımdır. Zaten öyle olmasa sevgi oluşması
mümkün olmayacaktır. Halbuki asıl hedef sevgi yoluyla olmak ve
varmaktır. Bunu şu durumda örneklememiz mümkün: Çocukluğumda medreseye
Kur�an öğrenmek için giderdik hoca önce hepimizi bir seviyede
kabullenir, aynı öğrenime tabi tutardı. Zaman ilerleyince aramızda
kendiliğinden sınıflar oluşurdu. Kimimiz çok hızlı ve başarılı yol
kateder, Kur�an�ı ezberlemeye çıkardık. Kimimiz yüzünden okumaya
çalışır, kimimiz halen elif-ba da takılıp kalırdık. Bir süre sonra hoca
hepimizle uğraşmayı bırakır bir kesimi bir tür dizinin dibine alırken,
bir kesimi başarılı öğrencilere emanet eder kendisi fazla muhatap
olmazdı.
Mevlâna�nın uygulamasında da aynı espriyi görmemiz
mümkün.Kimi bağlıları ile ruh ruha bilişip söyleşirken, kimi müritlerini
bilişip söyleştiği müritlerine havale ettiğini görürüz. Yine burada hor
görme veya aşağılama söz konusu değildir. Maksat hedefi gerçekleştirmek
olduğundan hedefe en yakın olanın elinden en önce tutmak ve bir basamak
yukarıya çekmek sonra da yanına yakınına almak. Herkesle bunu
gerçekleştirmek mümkün olmayacaktır ki Mevlâna bunu çok iyi bilmektedir.
Bu
uygulamada üsttekiler-alttakiler söz konusu değildir. Karşılıklı
alış-veriş söz konusudur. İki ruh devamlı iletişim halindedir. Birisi
olgunlaştırırken, diğeri olgunlaşma gayreti içinde olur. Ve sürekli
değişime uğrar. Bu değişimin dozu bağlının gayreti ile çok yakından
ilgilidir. Bu alışveriş sonunda hayali mümkün olmayacak muhabbetler
doğar. Bu bazen öyle bir dereceye varır ki, araya kıskançlıklar,
çekememezlikler girer. Mevlâna ve Şems�in alış verişinde böylesi bir
muhabbet tarihe mal olmuş ve kıskançlıklara neden olmuştur. Olaya
dışardan bakanların bu muhabbeti anlaması ve değerlendirmesi mümkün
değildir. İşin gerçekten hakikatına varmak için o iki kişiden biri olmak
gerekir. Bunu yaşaması mümkün olmayanların söyleyeceği her söz masal
olarak kalmaya mahkumdur. Çünkü her müritle yaşanan ruh iletişimi gerek
seviye, gerek tat ve lezzet bakımından farklı olacaktır. İnsanların
ilahi aşka olan muhabbetleri de aynı minval üzere değil midir? Keşif ve
ilham yoluna girenler aynı perdeden seslenir gibi bize yansır ama, hepsi
bunu farklı doz ve tonda, mahiyette bize aktarır. Hallaç, Enel-Hak
demişti, niceleri neler söylemişti, biliyoruz. İşin künhüne varmak o hal
ile hallenmekle mümkündür. En azından benim anladığım bu olmuştur.
Anlıyoruz
ki bu yol aynı zamanda uzun soluklu bir koşudur. Sabır, sebat özellikle
samimiyet gerektirir. İyi bir mürit soru ve kuşkulardan uzak
durmalıdır. Tabi tutulduğu muameleye tahammül etmelidir. Çünkü mürşitten
zaman zaman onun olgunlaşmamış nefsine eza verecek teklifler
gelebilmektedir. Bağlı bunlara iştiyakla ve kuşkusuz uymalı ve yerine
getirmelidir. Ruhi akışta kopukluk-kesiklik affedilmez. Anı yaşamak ve
sürekli titrek halde bulunmak gerekir. Burada sen ve ben yoktur.Yoksa
varlığın birliği nasıl gerçekleşecektir. Mevlâna�nın her sosyal guruptan
bağlıları vardır. Bunların hepsinin ayrı ayır ruh analizini yapması ve
ona göre say ve gayret tekliflerinde bulunurdu. Bunun nice zor bir iş
olduğunu idrak edebiliyoruz. Fıtri nüveleri farklı olan, farklı
alışkanlıklardan, ortamlardan, eylemlerden gelen bu insanların
rehberliğine soyunmak nice bir çabadır anlayabiliyoruz. Ancak mürşidin
herkesten ortak olarak istediği şey, ben in önce ortadan kaldırılması,
sonra değişime uğramış yeni bir ben ile ortaya çıkmasıdır. Mevlâna�nın
hedeflediği önce mürit bütün arızi ve dünyevi hallerinden soyunmak,
çünkü bu önceki beni oluşturan unsurlar bir tür marazidir. Marazi olan
bu yüklerden önce beni kurtarmak gerekir. Gerekir ki gerçek benlik,
sislerden-paslardan arınmış olarak billurlaşmış şekilde ortaya
çıkabilsin. Yeni bir katmanda, yeni ruhlarla birlik kurabilsin. Bu
seviyeye gelen mürit artık sıradanlıktan kurtulacak, mürşitle özel
iletişime geçebilecektir. Artık bütün arızalarından arınmış ve yeni
ahlaki değerler yüklenmiştir. Bu durum şu anlama gelmektedir. Eski
benliğinden geride bıraktığı her şeyin yerine yeni bir iyilik ve
güzellik ikame edilmektedir. Tabiat boşluk kabul etmediğinden insanda da
durum aynıdır. Bir musluktan kötüleri boşaltıp atarken, diğer musluktan
iyilik ve güzellik suyunu alacaktır. Akışkanlığı sağlanmış bir havuz
gibi de düşünmemiz mümkün. Her gelen güzellik bir çirkinliği kovacaktır.
Burada mühim olan salihin bunun farkında olmasıdır. Musluklarına ha
gayret diyebilmesidir. Ancak muslukların ayarı mürşidin elinde
olacaktır. Havuza girip çıkacak suyun dozunu mürşide bırakmak gerek,
kabın nece su almakta ve atmakta bunu mürşit bilmektedir. Bu kesintisiz
akış sürer ve berrak kaynağa sonunda ulaşılır. Yani ruhun safiyeti,
geldiği kaynaktaki safiyetine ulaşır. Bu da şu anlama gelir. Kaynakla
bütünleşme. Artık bundan sonra ayrı gayrı yoktur. Tek bir kaynak
mevcuttur o da kaynağın aslından ibarettir. Diğer diyebildiğimiz önceki
kaynaklarda safiyete uğradığından artık diğer-öteki demek şansımız
yoktur.
Mevlâna�nın tuttuğu ve tutturduğu yolda da gerçekleşen
budur.Mevlâna�ya gelenler eski benliklerinden soyunur, yeni bir benlikle
toplum içine dönerlerdi. Bunlardaki değişimi, sokakta, işlerinin
başında, yaptıkları görevlerde rahatlıkla gözlemlemek mümkün olurdu.
Mevlâna ve müritlerinin şahsında bu olumlu dışa yansıma, hayata
aktarılma, hayatı yeniden yeniden dizayn etmektir ki Mevlâna�nın toplum
nazarında değerini ulaşılmaz bir seviyeye çıkartıyordu. Mevlâna�yı
herkes hayranlık ve gıpta ile izliyordu. Zamanın şair, alim, filozofları
ziyaret ediyor, her dinden, inanıştan, tarikattan insanlar ziyaretine
geliyor, itirazsız ve sadakatle dinliyor vecde gelip, çoğu zaman
kendilerinden geçiyorlardı.
Mevlâna bir gün aralarında Müslüman
olmayanlarında bulunduğu bir guruba hitab ediyordu konuşma devam ederken
insanlar ağlamaya başladılar Müslümanların ancak binde biri neden
ağladıklarını anladı. Durumu muhakeme ederek Mevlâna bir gün şöyle der �
Her ne kadar onlar bu sözlerin asli manasını bilmeseler de, anlamasalar
da, onlar bu sözlerin altında yatan duyguyu kavramaktadırlar. Her
insanını Allah�ın birliğini kavraması farklıdır. Buna rağmen herkes
Kâbe�de birleşmektedir, kalpler Kâbe için yoğun bir sevgi besler, herkes
bunu ayrı ayrı, ancak farklı yaşar.�
İşte Mevlâna�nın kuşatıcı
gücü buradan geliyordu. Herkesi cezbeden bir yönü-yüzü bulunabiliyordu,
bu durumu anlamak zor olmasa gerek. Müzik evrenseldir diye bir tabir
kullanılır, doğrudur. Bunu şahsi hayatımızdan örneklememiz mümkün
yabancı dille söylenen, bazı insanların sesinden dinlenirken insan zevk
duyar, tad alır, hoşlanır. Bunu bizzat yaşar. Fakat ne anladığı
sorulduğunda bunu cevaplayamaz zaten cevabı da yoktur. Bu Mevlâna�nın
işaret ettiği duyma işidir. Müziğin hakikati sestir, terennümdür. Bunun
necesi olmaz. Önemli olan insanlığın bu ortak sesine ulaşmak veya ortak
seslere yaşama hakkı tanıyıp onları öne çıkarmak. Mevlâna sema ve raksı
kullanırken bunu gerçekleştirmektedir. Kimleri nereden vuracağını çok
iyi bilmektedir. Çünkü O insanın gerçek benliğini çoktan keşfetmiştir.
Bu
muhteşem özellikler bütünüdür ki Mevlâna�yı çağında bir numara
yapmıştır. Bu akışta en başat özellik samimiyet duygusunun bizzat hayata
aktarılıp yaşanır hale getirilmesidir. Samimiyetten şüphe duymayan
başta Konya halkı olmak üzere, kitleler ona koşmuş, bir nevi avuç açmış,
manevi açlığını gidermiş, gidenler gidemeyenlere duyurmuş. Öyle ki
Mevlâna�nın sağlığında Türkiye, İran, Mısır, Irak kısa zamanda bu
kuşatmanın altına girmiştir. Elbette her zaman olduğu gibi en fazla
sevilip sayıldığı yerler Türkiye ve İran olmuştur. Bu iki coğrafya
Mevlâna için ne kadar önemli ise, Türkiye ve İran içinde o denli
önemlidir. Günümüzde bu çok önemli olma durumu, yükselerek ve çoğalarak
sürmektedir.
Devam edecek...
(
Mevlanada Aşk Yunusda Sevgi -6 Eserleri başlıklı yazı
HayrettinYazcı tarafından
23.10.2010 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.