Makale / Tarihsel Makaleler

Eklenme Tarihi : 23.10.2010
Okunma Sayısı : 1704
Yorum Sayısı : 3


DÖNEMİNE ETKİSİ

Bildiğimiz gibi, Mevlâna şahsi yaşantısı ile etrafındaki pek çok insanı Konya halkıyla birlikte etki alanına almıştır. Hem talebesi olduğu insanları, hem hocası, hem müridi olduğu, hem şeyhi olduğu insanları doğrudan etkilemiştir. Mevlâna�nın etki gücü ve kullandığı vasıtalar herhangi bir tarikat şeyhinden çok farklı ve kalıcıdır. Muhataplarını bir nevi başkalaştırmıştır. Bu başkalaştırma kendisine benzetme ile sonlandırılmıştır. Zaten amacıda budur.

Şahsi hayatıyla bunları bir yandan başarırken bir yandan da diğer bölümlerde bahsettiğimiz gibi kalıcı eserler ortaya koymuş bu tutumuyla geleneği de korumuştur. Eserlerinin etkinlik alanı da en az varlığı kadar etkili olmuş, eserleri sağlığında büyük yaygınlık kazanmış, pek çok beyit dilden dile dolanmıştır. Her ulu gibi yine ölümünü müteakip hakkında gerek özel yaşantısı gerekse eserleri ile ilgili bir çok geçek ve menkıbe dile getirilmiş ölümünden kısa süre sonra hayatı menkıbeleşmiştir. Geçmişte hayatın menkıbeleşmesi ulular için bir değer yargısıdır. Öyle bir yargı ki ulu kişi çoğu zaman bunlara sağlığında bile şahit olabilmiştir. Mevlâna bu uluların başındadır.

Mevlâna artık yoktur. Ancak eserleri başta olmak üzere çağında ve çağlar boyu yaşamaya devam edecektir. Bağlıları, takip edenler, merak edenler Mevlâna�yı başta babası Bahattin Veled�e ait olan �Maarif� adlı eserden başlamak üzere tanıyıp, tanıtmaya devam edeceklerdir. Bilindiği gibi Maarif Bahattin Veled�in Farsça yazılmış mensur bir eseridir. Eserin ana eksenini Bahattin Veled�in vaazları oluşturmaktadır. Bu vaazlar sonradan Alayi adlı İranlı bir Mevlevi tarafından Konya�da 1548 yılında toplanmış ve üç ciltlik bir kitap haline getirilmiştir. Mevlâna�nın bağlıları babasına Mevlâna�ya duyulan özel saygı dolayısıyla bu eseri de baş tacı edinmişlerdir.

Yine milletlerce saygı gören eserlerden biri de �Makalat-ı Seyyid Burhaneddin Muhakkik Tirmiz-i� adlı eserdir. Bu eser Mevlâna�nın babası Bahattin Veled�in babasının halifesi ve Mevlâna�nın şeyhi olan Seyyid Burhaneddin�e aittir. Seyyid�in tasavvufa ait konuşmalarından oluşmuş Farsça mensur bir eserdir. Gölpınarlı�nın verdiği bilgiye göre bu eserde de bir kısım ilaveler olup, bu eserin Türkçe�ye çevrilmediğini bildirmektedir.

Mevlâna�nın bağlıları ve Mevlevilerce yine çokça saygıya değer görülen �Makalat-ı Şems-i Tebriz-i� adlı eserdir. Bilindiği gibi Mevlâna�nın hayatında önemli bir değişime neden olan Tebrizli Şemsettin�in tasavvufi sözlerinden, diğer konuşmalardan, fikir ve nakillerden oluşmaktadır. Farsça mensur bir eserdir. Bu eseri asıl değerli kılan Mevlâna�nın hayatı, fikirleri, devri hakkında bilgilerle donatılmış olan esere Mevlâna ve Mevleviliğin felsefi derinliğine ışık tutması nedeniyle ayrı bir önem verilmektedir. Kitabın Şemsin hayatta olduğu bir dönemde yazıldığı kaynaklarca doğrulanmıştır. Makalatında basımı ve tercümesi yapılmamıştır.

Mevlâna ve Mevleviliğe kaynaklık yapan ve Mevlâna�nın etkinlik alanının genişlemesinde büyük payı bulunan oğul Sultan Veled�in eserleridir. İptida-name, Rebap-name, İntiha-name ve Maarif adlı eserlerdir. Sultan Veled, Mevlâna ve Mevlevilik arasındaki en büyük geçiş köprüsüdür. Sultan Veled bu görevi hakkıyla yerine getirmiştir. Sultan Veled�de eserlerini Farsça yazmakla birlik Anadolu�nun Türkleşmesine bağlı olarak Sultan Veled Türkçe şiirlerde kaleme almak ihtiyacı duymuştur. Gölpınarlı�nın da veciz bir şekilde belirttiği gibi buraya kadar, bu bölümde bahsettiğimiz eserler, Mevlâna hakkındaki ana kaynakları oluşturmaktadır. Eserlerin zamanında ve sonradan saygı görenleri de bu özelliklerinden kaynaklanmaktadır.

Bir Selçuklu Kumandanı olan Sipehsalar (Ahmet oğlu Necmettin Feridun) a ait olan �Risale-i Sipehsalar Be Manakıb-ı Hüdavendigar� adlı eser, Farsça ve mensur bir eserdir. Bu eserin Türkiye�de iki kez basıldığı bilinmektedir. Mevlâna hakkında yazılan ilk menkıbe kitabı olma özelliğine sahiptir. Aynı zamanda Mevlâna�nın yaşadığı zamana en yakın eser olma özelliğine sahiptir. Zira Sipehsalar Mevlâna�nın yanında kırk yıl kalarak hizmetinde bulunmuştur.
Mevlâna�nın ölümünden seksen yedi yıl sonra l360 da ölen Şemseddin Ahmed Eflaki, bu mensur eserini Farsça olarak yazmıştır.

Bu eser yakından incelendiğinden zamanın mantığın anlamamıza hayli yardımcı olmaktadır. Şahsi kanaatim, özellikle büyük veliler, uluların hayatının menkıbeleşmesinde ve olağanüstü özelliklerle örülmesinde bu eserin payı çok büyük olmuştur. Pek çok bölümü hakikaten menkıbevi olup, insan çoğu bölümü gülümseyerek ve hayretle okumak durumunda kalmaktadır. Hakkını da vermek lazım ki bu eser Mevlâna�yı her yönüyle kucaklamaktadır. Mevlâna�ya dört cepheden de bakma şansını bize tanımaktadır.Bugüne kadar Mevlâna�dan bahis açıp ta bu eseri görmezlikten gelmek mümkün olmamıştır. Bizde çalışma ve incelemememiz sırasında Prf.Dr.Tahsin YAZICI tarafından Türkçe�ye çevrilen iki ciltlik eseri kullandık. �Menakıb-Al-Arifin� Ariflerin Menkıbeleri .

Mevlâna�nın yaşadığı çağa ve özellikle yakın çağına yansımasına bu eserler neden olmuştur. Bu eserler çağın vasıtaları ile kısa zamanda Anadolu�ya ve yakın coğrafyalara ulaşmış bir gerçek olan Mevlâna�yı hayranlık duyulan bir efsane haline getirmiştir. Özellikle İran coğrafyasına, İran edebiyatına büyük katkıda bulunmuştur. İran edebiyatını bir tür uçurmuştur.

ÖLÜMÜNDEN SONRAKİ ETKİ ALANI

Görüldüğü üzere Mevlâna varlığı ile bir başına Anadolu�yu sayha sayha dalgalandırmaya yetmişti. Her ulu gibi O�nun da ölümüyle her şey bitmiş olmayacaktı. Olmadı da. Daha sonraları birazda zamanın havasına uygun olarak menkıbelerle beslenen hayatı O�nun ölümünden sonra da diri kılmaya devam edecekti. Öyle de olmuştur.

O�nun hayatı gibi ölümü de başka anlamlarla yüklü ve farklıydı. Bu farklılığın kaynağı da yaşadığı hayatın farklılığında gizliydi. Ancak her fani gibi günü geldi bir hastalık yumağının ardından öldü. Ancak o gerek ölüm öncesi halleri, gerek ölüm anı, gerekse ölüm ertesi; ölüme giydirilen anlamı tümüyle değiştirecek bir idrakle çıkar insan yüzüne.

�Gerçekten haberdar olarak ölenler, sevgilinin huzurunda şeker gibi erirler. Elest meclisinde abıhayat içenler bir başka tarzda ölürler. Onlar, letafette melekleri de geçmişlerdir. Artık insanlar gibi ölmek uzaktır onlardan... Sevgide derlenip toparlananlar, şu insan kalabalığı gibi ölmezler. Sen sanır mısın ki aslanlarda köpekler gibi kapı dışında can versin? Aşıklar, yolculukta öldüler mi can padişahı karşılar onları. Aşıklar can gözünü açarlar. Başkaları ise kör ve sağır ölürler. Hepside o ay yüzlünün ayağı ucunda ölürlerde güneş gibi doğup parlarlar. Birbirlerinin canı kesilen aşıklar, birbirlerinin aşkı ile ölürler. Hepside tek bir inciye benzer. Onlar ana-baba kucağında ölmezler, aşıklar gökyüzüne uçarlar, münkirlerse cehennemin dibinde can verirler. Geceleri korkudan uyumayanlar, korkusuz, tehlikesiz ölürler.�

Ölümü bu şekilde karşılayan Mevlâna, Yunus�un da dillendirdiği gibi �Ölümden ne korkarsın, korkma ebedi varsın� demek suretiyle muhakkak ki insanlığın gerçekten ezele ve ebedi problemi olacak ölüm gerçeğini munisleştirmekle kalmamış, onu sevimli bulmuştur. Sadece bu bakış açısı bile insanlığın sırtından büyük bir yükü kaldırmıştır. Bizce bu hizmet bile bir başına yeter. Ancak bu tavrı göstermenin de her kişinin işi olmayıp er kişinin işi olduğunu anlıyoruz. Şeker gibi erimek için geçeği bilmek; sevgide derlenip toparlanmak can gözünü açmak birbirinin canı kesilmek ve geceleri korkudan uyumamak. Bu nimetlere kavuşmanız için böyle bir geçmişi arkanızda bırakmanız gerekiyor ve tek alacaklınızın da size hakkını helal etmesi gerekiyor.

Mevlâna�nın ölümü yaşantısı gibi Konyalılar için sarsıcı olmuştur. Bütün çevre köyler şehre iner, çalışanlar işini bırakır, şehirde kopan uğultuyu bugün bizim bile hissetmemiz mümkün olur. Gelenektir ki dalga dalga halk tabutuna koşar; bilginin sufiler, ahiler, fütuvvet erleri, rintler, devlet erkanı... Ve yine bilinir ki cenazesini; Hıristiyanlar, Yahudiler, papazlar, hahamlar, ayinler ve Tevrat Ayetleri.. O bizim mesihimizdi, İsa�mızdı, Musa�mızdı çığlıkları...

Nefirler neyler, rebablar çalınır, zil kudüm çalgı hıçkırık... Tarih 17 Aralık 1273�tür. Namazını kılmak Kadı Seracettin�e nasip olur. Çelebi Hüsamettin�in ağzından şu beyit fısıldanır, Konya�ya yarınlara bu günlere ;

� Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde arama,
Bizim mezarımız ariflerin gönlündedir.�

O yerimiz afriflerin gönlüdür dese de biz insan oğulları bir şeyi sevmek ve yaşatmak için kendimize biraz benzetiriz bu arada elbette kendimizde benzeşiriz. Her ikisi de gerçekleşmiş. Mevlâna istemese de geride kalanlar ona yeşil kubbeyi uygun görmüştür. Sevginin bir tezahürü olarak neden olanlar bilirler ki Mevlâna bunu da hoş karşılayacaktır. O ölüme yeni bir anlam yükleyerek �şeb-i aruz� diyecekti.

Mevlâna ölümü böyle kucaklasa da,biliyoruz ki bu ölüm herkese ağır gelmiştir. Özellikle Anadolu’da daha Mevlâna�nın sağlığında bozulan düzen, has ismi ile Selçuk medeniyetinin çökmesi, merkezi birliğin bozulması, her vilayette bin bir beyin türemesi, bitmez tükenmez Moğol tehdit ve işgali ayaklanmalar... Bu kötü gidiş ve bu acı ayrılık bir araya getirildiğinde insanlarda meydana gelecek ruh komasını tahmin etmek güç olmaz. Ruhları kavuran yakıcı ateş gelecek endişesidir. Halk yığınları böylesi zamanları kıyamet arifesi gibi algılar ve tutunacak dal arar. Tutundukları o iri dal kopmuştur, üzüntü ve ürküntü insanların yüreğine çökmüştür. Artık Mevlâna yoktur ama onun bağlıları sevenleri o kapıdan ayrılmaya devam edecektir. Başta Çelebi Hüsamettin olmak üzere oğlu Sultan Veled olması gerekeni yaparlar. Umutsuzluğa bir çıra yakacak olanlar harekete geçer. İnsanlar yüzüstü bırakılamazdı. Mevlâna sağlığında bir tarikat kurmamış olmasa da olabilecekleri yine ondan iyi kimse kestiremezdi. Sağlığında bağlılarına zaten Çelebi Hüsamettin�i işaret ediyor bağlılarla Çelebi ilgileniyordu. Oğlu Sultan Veled�de bu bağlılar arasında bulunanlardandı. Ancak problemin bir anda çözülmesi de mümkün olamazdı. Bu doğu toplumlarında her organizasyonda zaman zaman gözüktüğü gibi tasavvuf bağlılarınca da sık sık tartışılan bir durum olagelmiştir. Mevlâna�nın yerini kim alacak? Dört Halifenin ardı ardına görev almalarının neye mal olduğu bilindiğinden özde yadırganacak bir şey yoktur. İnsanın var olduğu her yerde farklı tercihlerde olacaktır, olmuştur. Mevlâna�nın ölümünden sonra iki gözde isim vardır Çelebi Hüsamettin ve Oğul Sultan Veled.

Mevlâna ölümünden önce Çelebiyi işaret etmiştir, ancak bundan tatmin olmayıp, özellikle oğul olması ve hizmetleri nedeniyle Sultan Veled i öne çıkaranlar bulunmuştur. Her şeye rağmen, Mesnevi�nin yazılmasında ve insanlığa kazandırılmasında paya sahip olan bu kutlu kişinin zahid bir şahıs olduğu da tescillidir. Bağlılar Çelebi Hüsamettin�in çevresinde toplanırlar.

Çelebi Hüsamettin bağlıların bu ümitlerini boşa çıkarmaz ve gereğini yapar. En önemli görev Mevlâna�ya bir türbe yapılmasıdır. Aşıklar Kâbesi onun eliyle kurulacaktı. Mevlâna�yı yaşatacak önemli unsurlardan birinin de bu çaba olduğunu bugün daha iyi anlıyoruz. Yine anlıyoruz ki bu olmadan olmazmış. Önce etrafa vakıflar yapılır, türbeye Mevlâna dostu bir imam atanır. Ardından müezzinler, hafızlar, Mesnevi- hanlar, hademeler, hanendeler, aşıklar bir yumak halinde oluşur. Çelebi Hüsamettin de her Cuma namazından sonra Kur�an ve Mesnevi okutur sema meclisleri tertib edilir. Anlıyoruz ki Çelebinin sağlığında şu önemli dört unsur hayatın içine katılmış ve Mevlâna�yı yaşatma azmine kavuşmuştur. Bunlar Mevlâna�nın etki alanını genişletecek önemli unsurlardır.


1-Türbe: Artık aşıkların gönülleri ile birlikte gözlerinin de tatmin olacağı bir kutlu mekan oluşmuştur.
2-Mesnevi: Artık ciddi olarak okutulan bir eser hüviyetine kavuşmuştur.
3- Mesnevi-hanlar harekete geçirilmiştir.
4-Sema meclisleri tertibi devamlılık kazanmış, rebab çalma geleneği başlatılmış.

Bu unsurlara yakından baktığımızda görürüz ki bu aynı zamanda Mevleviliğin ilk nüvesinin oluşma devresidir. Mevlevilik için adı konulmamış ilk şekillenme denebilir.

Bu önemli görevlerin yapılmasında Mevlâna�nın ölümünden sonra Mevlâna�yı devamlı kılacak hamleler açısından Çelebi Hüsamettin önemli bir kişiliktir ve Mevlâna�yı candan seven, ona inanan, söz uygunsa onu taktir eden önemli bir duraktır. O nasıl Mevlâna�nın değerini kadrini-kıymetini bilmişse oğul Sultan Veled�de Çelebi�ye gerekli saygıyı göstererek karşılık verilmiştir. Dünyada olup biten halef-selef meselelerine baktığımız zaman Sultan Veled�i daha iyi anlamamız mümkündür.

Olaylara zaman zaman kişiler bazında değinmemizin ana nedeni birçok durumda olduğu gibi Mevlâna�nın dönemin ve sonraki çağa etkilerinde eserlerin yanı sıra insan unsurunun çok önemli olduğu kanısındayız. Bütün problemi insanın yücelmesi olan Mevlâna söz konusu olunca da bundan kaçmamız mümkün olamaz.

Mevlâna oğlu Sultan Veledi çok severdi öyle ki onu koynunu da yatırıp süt istediğinde Mevlâna�nın memesini uzattığını Eflaki�den öğreniyoruz. Babasının adını da ona layık görmüştü onu mevcut değerlerle yüklemişti. Sultan Veled hakkında yazılanlara bakıldığında babasının has evladı olduğunu hakkıyla yerine getirdiğini, gerek babasının sağlığında, gerek ölümünden sonra hiç zik zak yapmammış gösterilen yolda samimiyetle ilerlemiştir. Babasının vasiyetine uyarak Çelebi Hüsamettin�e ölünceye kadar bağlı kalmıştır. Çelebinin ölümünden sonra tam olgunluğa ermediği gerekçesiyle Bektemüroğlu Kerimettin�e bağlanmış onun ölümünden sonra nihayet babasının koltuğuna oturmuştur. Bundan sonradır ki nüvesi Çelebi Hüsamettin tarafından oluşturulan Mevlâna�yı yaşatma çabası içinde olacak olan Mevlevilik onun zamanında teşkilatlanarak kurulmuş diyebiliyoruz.

Önce çevreye halifeler göndererek Mevlevilik mesleğini yaymaya çalışmıştır. Babasından aldığı eğitim Çelebi ve Kerimettin tecrübesi Şam ve Halep�te gördüğü eğitim onu ayakta tutan unsurlar olmuştur. Babasının bıraktığı boşluğu dolduramayacak bir kapasitede olmadığı açıktır ancak kaleme aldığı eserleri ve teşkilatçı bir yaratılışa sahip olması onu önemli kılmaktadır. Mevlâna�nın yolunu benimseyip temkinli ve dürüst bir şekilde zamanın icaplarına göre davranması, Mevleviliği bir tür sistemleştirmesi en büyük çabası ve meyvesi olmuştur. Mevlevilik bir tarikat olma yoluna onunla girmiştir. Hayatına yakından baktığımızda görürüz ki o zamanı ve zemini çok iyi değerlendirmiş devlet adamları ve toplum önderleri ile çok sıcak ve yakın ilişkiler kurmuştur. Elbette bu ilişkiler sonucu Mevleviliğin boy verip yeşermesinde bu güçlerden ve şahıslardan azami ölçüde faydalanmıştır teşkilatçılıkta zaten bunu gerekli kılar.

Oğul Sultan Veled Konya�ya özel bir ilgi duyar, bu ilgisini de kıskanmaz Konyalıyla paylaşır �Ey Konya halkı biliniz ki siz can şehrinden doğmuşsunuz, değil mi ki bu şehir o huma kuşunun yuvasıdır, artık sizde zamane kuşlarına benzemeyin, humalar gibi yaratılış aleminde ve halk içinde uçun, çünkü siz O�sunuz. Şehirleri bir araya toplasalar bütün şehirlerden üstünsünüz siz, hatta şehir de nedir? Bu şehirdeki mahallelerden her biri kuvvet bakımından yüzlerce alem değer. Her biriniz halis altınsınız. Hatta altında nedir ki? Siz, binlerce hazinesiniz binlerce maden� Diyerek babası gibi gönlünü Konyalılara açar bu iltifata nail olan Konyalının bigane kalması doğru olmaz. Aksaray ve Kütahya hakkında da benzer iltifatlarda bulunur. Görülür ki artık Mevlevilik Konya sınırlarını çoktan aşmıştır.
Anlıyoruz ki Sultan Veled�in Mevlâna ve Mevlevilik adına büyük açılımlara ve gelişmeye neden olmuştur. Asıl hedefi olan insanlarca kucaklanma, sevilme ve hedefin gerçekleşmesi Mevlâna ve Mevlevilik adına boşa çıkmamış bütün zamanın devlet törenlerine en başta o davet edilmiş, pervanelere elini öptürmüş halkla öylesine iç içelik kurmuş ki Konya�ya yağmur yağmadığında onun kapısı çalınmış o da yüksünmeden el açıp dua etmiştir.
Mesnevinin yaygınlık kazanmasında onlarca halifesini etrafa göndermesinin yanı sıra kalene aldığı eserleri; Divan, İptida-name, rebab-name, intiha-name, maarif gibi eserleriyle zamanına Mevlâna ve Mevleviliği hakkıyla anlatmış okutmuş okutturmuştur.
Sonuç olarak Sultan Veled bu merkezi yaşatmak için mümkün olan her şeyi yapmıştır. Manevi sahada büyük bir atılım yaparken maddi anlamda da her türlü yardıma kolaydan ulaşmayı kurduğu dostluklarla başarmıştır. Tarikatı yaymak için ne gerekiyorsa yapmış Mevlâna�nın fikirlerini bugünlere ulaşmasında Sultan Veled önemli bir köprü başı olmuştur. Artık bir Mevleviler gurubundan ciddi anlamda söz etmemiz mümkündür Sultan Veled�in yanı sıra, Şeyh Bahaettin, Şeyh Kemalettin, Mesnevihan Seracettin yakın hizmette bulunmuşlardır. Sonradan halife olacak olan Amasyalı Alaattin dersler vermektedir �Katib-Al-Esrar� Mevlâna�nın sırlarını yazan Bahaettin Bahri�de türbeye imamdır.

Mevlâna�nın ölümünden tam bir yıl önce doğan Sultan Veled�in oğlu Ulu Arif Çelebi sahneye çıkacaktır. O�da babası Sultan Veled gibi Mevlâna tarafından bir tür kutsanmıştır. Mevlâna onun için � Ben bu çocukta yedi velinin nurunu görüyorum� demiştir. O aynı zamanda Çelebi Hüsamettin�in de sevdiğidir iki başlı himmete erer.

Özellikle Mevlâna�nın sağlığında onunla ilgili söylediği sözler halkın hafızasına kazıldığından, daha çocukluğundan itibaren saygı görmeye başlar. Ta gençliğinde bir takım kerametleri açığa çıkar. Sultan Veled�in ölümüyle Mevleviliği temsile başlar.O yeni bir açılımla ömrünün büyük bir kısmını seyahatle geçirir. Taşıdığı unvan gereği ile bu Mevleviliğin yayılması anlamını taşır. Dikkatle bakıldığında tepkisine ilk cevap olacak illeri gezdiği gözlenir. Bunlar; Beyşehir, Aksaray, Karahisar, Amasya, Niyde, Sivas, Karaman, Birgi, Denizli, Tokat, Alanya, Menteşe, Antakya, Bayburt, Erzurum, Irak, Tebriz, Merend, Sultaniye...Anadolu’da gezdiği beldelere bakıldığında oraların katıksız Oğuz beldeleri olduğunu görürüz. Bunun bilinçli bir strateji olduğunu kabul ediyoruz. Bu gezilerine bildiğimiz meşhur Eflaki Dede eşlik etmektedir. Bu önemli dostu yanına alması Mevleviliğin günümüzce anlaşılmasında tek başına önemli bir görev olmuştur. Ulu Arif Çelebi bu gezilerinde bir yandan Mevlevi tekkelerini oluştururken bir yandan da beylerle, paşalarla, dostluklar kuruyor, diğer tarikat uluları ile de ilişkiler geliştiriyordu. Mevleviliğin maya tutması için oda elinden geleni yapıyordu. Hareketleri gibi mizacında da biraz aşırı serbestlik, serazatlık buluyoruz. Bunda karakterinin büyük payı olduğu gibi zamanın icapları da belki bunu gerekli kılıyordu. Çünkü onlarca rakip tarikatlarda hareket halindeydi. Bu hassasiyeti bilen çelebi, retlerinden çok kabullerini geliştiriyordu. Meşrebi de buna uygundu. Onun karakterini büyük atası Sultan-ül Ülama�ya birazda Tebrizli Şems�e yakın durduğu kanısı vardır. Tasavvufa oldukça aşina, celalli, sert, sabırsızdır. Gezileri yüzlerce olaylarla doludur. O birazda Mevlâna ve Mevleviliğin ulaştığı karizmatik yapıyı kullanmıştır.

Mevlâna�dan buyana pek şahit olmadığımız bir yeni durumu Ulu Arif Çelebi�de görürüz.O şarap içmektedir. Bildiğimiz gibi şarap tarih boyunca rintlerin arasında görülebilir bir şeydir. Ancak çevre baskısı ve kayıtlardan kurtulmak amacıyla bu durum bir perde altına alınır ve esrarengiz bir hale büründürülür. Tarikatlarda yine şahit olduğumuz işret alemleri de böyledir. Bunlar bir kısım halkın hoş görüsüne sığınılarak bazen gereğini yerine getirmek adına, bazen karakter ve yapı gereği bu zamana aykırı düşen dindarlıkça kınanan hal maalesef vuku bulmuştur. Gerek Eflaki�nin kayıtlarında, gerek kendi divanından bunun böyle olduğunu anlıyoruz. �Rindim, kalleşim, apaçık şarap içmedeyim, başım bile gitse vazgeçmem giderse gitsin buyum ben işte, şarap bana helaldir. Çünkü ben celal nurundanım. Tanrının yolunda işvelerle dolu Veled�im ben� diyen Ulu Arif Çelebi�nin dayanağı nedir bilemiyoruz. Ama Mevleviliğe bu geleneği onun soktuğu anlaşılmaktadır. Gelenek ağır gelse de bu yolun tutulmasına neden odur. Mevlâna�nın içip içmediğini bilemiyoruz. Kanaatimiz içmediği yönündedir. Mevlâna�da şarap sanıyoruz ki doğu kültüründe giydirildiği anlamı ile kullanılmıştır. Bir tür bade şerbet mesabesinde mest olma aracı. Ne diyor Mevlâna �Hoş ve güzel olan her şey aşağılık kişilere delil olmasın onların eline düşmesin diye men edilegelmiştir. Yoksa şarap içmek, çengi çalmak, güzel sevmek ve sema etmek, seçkin kişilere helaldir. Aşağılık kişilere haram� demektedir. Bir şeyi öyle anlamakla yapmak arasında ki farkı da biliyoruz. Ulu Arif�in tutumunun bir yol ayrımı getirdiği de muhakkaktır. Mevlâna�ya insanların bir kısmı saf iman ardında olurken, bir kısmının da rindlik peşinde olduğu muhakkak. Ulu Arif�in tutumuna tepki gösterenlerde, taraf olanlarda bulunmuştur. Çok büyük saygı görmesi taraftarlarının çokluğuna işarettir. Halife Alaaddin�in tepkisinin yanında olanlarda bulunacaktı ve bulunmuştur. Ayrıca Ulu Arif�in gönül maceralarına da şahit oluyoruz. Bunlarla birlik toplu bir bakışla Ulu Arif Çelebi�nin Mevlâna ve Mevleviliğe büyük bir ivme kazandırdığı, her kesimin saygısını kazandığı, davetine karşılık bulduğu muhakkak. Ardında; Ahi Ahmet Bayburdi, Şeyh Emir Germi, Ahi Musa Akşehri, Nasuhiddin Sabbağ, Ahi Muhammet Belh Veledi Kalemi, Mevlâna Kemaleddin, Mevlâna Muhiddin, Tacettin Mesnevi-Han gibi.. Görüyoruz ki fütüvvet ehli ile yani ahilerle de önemli bir bağ kurmuş, bir çoğunu kendisine halife yapmış, bunlar vasıtasıyla, Anadolu başta olmak üzere büyük bir coğrafyayı kuşatmıştır.

Ulu Arif Çelebi sonuçta derli toplu ciddi bir tarikatın oluşumunu maddi ve manevi olarak sağlamıştır. Artık Mevlevilik İslâm coğrafyasında ve Türk gönlünde ciddi bir gerçekliktir.
Çelebi Hüsameddin, Sultan Veled�le temellleri atılıp, Ulu Arif Çelebi ile gelişen, yayılan Mevlevilik, Çelebilerin dışında da ağırlıklı propagandacılar bulmuştur. Bunların en önemlileri Divane Mehmet Çelebi ve Celaleddin Ergun Çelebi�lerdir. Artık bu aşamadan sonra Mevlevilik billurlaşmıştır.Yani hakkında fikir yürütmek mümkün hale gelmiştir. Bu aşamada zahitlik bir damar olarak devam etse de asıl karakteri melametlik oluşturmaktadır. Ne kadar dinin görünen hadlerini zorlamıştır? Bunu kestirmek çok kolay değil. Bu ferdin hayatında bile böyledir. Alevi-Bektaşi tutumu da Mevlevilik dairesi altında kendine yer bulabilmiştir. Bir gerçek daha var ki zamanında ve günümüzde bu olup bitenler halkın gözünden kaçmamıştır. Mevlâna daima bir kutup olarak ufukta parıldamıştır. Ancak gölgesine bir çok meşrepten insan sığınma ihtiyacı duymuştur. Tabiidir ki açılım böyle güçlü olunca, topluma mal olunca onun topluma çok şey vermesi gerçekleşmiş, toplumda Mevleviliğe çok şey katmıştır.

�Kendi ayran çanağım önümde oldukça and olsun, hiç kimsenin balını düşünmem bile. Azıksızlık ölümle kulağımı bursa bile hürriyeti kulluğa satmam.� Diyen Mevlâna�nın etrafını kimlerin ördüğünü biliyoruz. Mevlâna bağlıları alın teri ile yaşayan insanların çokluğu ile sabittir. Kendilerini Mevlâna ruhuna teslim edip, müzik, raks, cezbe, vecde, sema ile coşma ve taşma devrinden sonra, bir tür yükseliş devrinde Sultan Veled ve Ulu Arif zamanında tekkeler, Çelebi Halifeleri tarafından kurulmaktadır. Devletlilerle ilişkileri üst seviyede olsa da baskı ve müdahale söz konusu olmayıp, aksine yardım ve saygı omurgayı oluşturmuştur.
Bu ululardan sonradır ki Mevlevilik kabuk değiştirir. Mevlevilik hayatında devlet ciddi bir gerçeklik olur ve Mevlevilerin ana unsurunu artık devletliler oluşturmaya başlar. Halifeler tarafından bin bir emekle açılan tekkeler artık varlıklarını devlet erkanına terk eder. Devamlılıklarını devlet yardımı ile sürdürmek durumunda kalırlar. Arakiye giyen, Mevlevi sikkesi giyen onlarca devletli Mevlevi dervişi olarak yer alırlar.

Mevlevilik tarihi içinde bir nevi halktan koparılarak yüksek zümre tarafından kabul görünce bir çok imtiyazı da peşin olarak elde eder. Vakıflar çoğalır ve güçlenir, dergahlar yenilenir. Harap olanlar tamir görür. Dervişlerle birlikte teşkilatta kabuk değiştirir. Bu durum bir ayrılığa da getirir. Çelebiler askerlik görevinden muaf tutulurlar, köprü parası vermezler.
Bu gidiş arkasında bir çok sakıncayı da birlikte getirmiştir. Halktan kopuş anlamına gelen bu değişim sonucu artık yayılma ve gelişme durmuştur. Canlının sönmüş, yıpranmış ve dağılma-çürüme başlamıştır. Başta bir zamanlar köylere kadar uzanan Mevlevi tekkeleri muhip (bağlı) bulunmadığından kapanmış, aynı durum orta ölçekli tekkeleri de kısa sürede etkilemiş, artık toplantılar yapılamaz olmuştur. Ayrıca iç bünyede hayli değişerek ailevi bir tarikat yapısı oluşmuştur. Tekkelerin kapatılması ile ilgili kanun çıktığında Mevlevilikte nefes almakta zorlanıyordu.

Elbette bu kadar yaygın bir teşkilatlanmayı başaran oluşumun siyasi duruşu da önemli olacaktı. Hele içinde yaşadığı devletin dini bir hassasiyetinin bulunma ve Mevleviliğinde din kaynaklı bir oluşum olması otorite ile oluşum arasında bir etkileşime neden olacaktı, olmuştur da.

Mevlâna �nın sağlığında da kısmen devletle temas içinde bulunulmuştu. Bunun nedeni bizce Mevlâna�nın siyasi bir arzu taşımasından çok halka mal olan bir kişilik olması nedeni ile istemese de devletin gözü üzerinde olacaktı. Nitekim öyledir de. Ancak burada önemli olan Mevlâna�nın tavrıdır. Sebep-sonuç ilişkisine bağlı olarak Mevlâna�da siyasi bir tavır almış olabilir. Yine kanaatimizce Selçuklunun çöküşü mukadderdir. Moğollar geleceğin tek hakimi olacaktır inancı Mevlâna�nın kanaati üzerinde etkili olmuştur. Bu endişeyle son dönemde Moğollardan yana bir tavır aldığı gerçektir. Ancak burada bazılarının iddia ettiği gibi hemşehricilik rol oynamış mıdır? Bunu net olarak görmek eldeki verilerle mümkün değildir. Mevlâna�nın hedeflediği kanaatimizce fikrinin neşvünema bulacağı ortamı kim sağlayacaksa onun yanında olmak, bir bakıma suhuneti tercih etmek.

Mevlâna�dan sonra Mevleviliğinde tarih içinde siyasetle olan seyrine baktığımızda Mevlâna�nın tavrından farklı bir tavır göremiyoruz. Birkaç ilginç vakanın dışında bütün tavırları otoritenin yanında yer almak olmuştur. Burada yanlış anlaşılmamaya meydan vermemek için biraz açmak isterim. Otoriteden kastımız huzur ve sükunu sağlayacak ve kendi hesaplarına hürriyetin gelişmesine yol açacak kanalların açık tutulmasıdır. Otoriteye karşı çıkarak hele o dönemde bir takım mazlumların hakkını korumak mümkün değildir. Prensip, otoriteyle iç içe olmadan, yanında yer alarak hem otoritenin zararını önlemek, hem bağlılarını korumak, hem de fikri tekemmül ve hürriyeti gerçekleştirmek. Din ve tarikat mensuplarının da bundan farklı davranması akıllıca olmazdı. İkinci yolu deneyenler olmuşsa da (Babailik gibi) onlara neye mal olduğunu biliyoruz. Bu tutum;argo tabiri ile bir kaypaklık değil, aklın ve mantığın icab ettiğinde devreye sokulmasıdır. Mevlevilik bunu başarmıştır. Bağlılarına da tarih boyunca bir zarar gelmemiştir.

Sonradan devletle içiçeleşme sürecine girilmiş, fikri anlamda Mevlevilik, Mevlâna�dan gelen halkla beraber olma özelliğinin kaybedilmesine neden olunmuştur.

Siyasal ve sosyal açılıma girdiğimiz bu noktada Mevlevilikte kadının durumuna bakmamız gerekmektedir. Gerçek olan şu ki Mevlâna kadını cemiyetin ana öğesi kabul etmektedir.Ana unsur olunca da böyle bir muameleye tabi tutulmalıdır. Öyle de olmuştur.Kadınlarda erkekler gibi Mevlâna bağlısı olabilmiştir. Kadınlarca da sema meclisleri oluşturulmuş, Mevlâna bu meclislere özel davet edilmiş, bir kere Mevlâna ailesine ait olan kadınlar için yasak söz konusu olmamıştır. Onlar erkeklerle onlarca diyaloga girmişler, görüş belirtmişler, hatıralarını anlatmışlardır.

Sultan Veled�in kızının bir çok müridi olduğu,Konyalı Arife-i Hoş-Likaa, Tokat�ta Mevlevi halifesi olmuştur. Bu da şu anlama gelir ki erkek, kadın, ileri gelenler O�nun müridi-bağlısı durumundadır. Ulu Arif Çelebi�nin de kadın meclislerine gittiğini biliyoruz.

Görülür ki Mevleviliğin ilk devirlerinde kadınla erkeğin bir farkı yoktur demek belki büyük iddia ancak, kadının zamanın koşullarına göre hayli yol aldığı ve saygı gördüğü muhakkak. Kadına halifelik verilmesi, erkeklerin kadınlara mürid olması azımsanacak bir açılım değildir. Divane Mehmed Çelebi soyundan Destina Hanım Karahisar Tekkesi�ne mütevelli olmuş, erkekler gibi hırka ve külah giymiştir. Aynı hamleyi yine aynı soydan Güneş Han Hanım�da da görmekteyiz. Güneş Han Hanım sırtında hırkası, başında külahı ile çarşıya alış veriş yapmaya gittiğini de kaynaklardan öğreniyoruz. Bu davranışları tepki değil, hakkında methiyeler yazılmasına neden olmuştur. Bu tutum Hacce Fatıma gibi Mevlevi şairlerin yetişmesini sağlayabilmiştir.

Kanaatimiz o ki,bu günün aksine şehirlerde kadın biraz daha fazla baskı altında tutulurken, ilçe ve köylere gidildikçe kadınların tekkelerde daha fazla yer aldığı kanaatindeyiz. Benimde çocukluğumda bir çok tarikatla ilgili duyduğum ve şahit olduğum, kadınların yer aldığı, çoğu zaman sadece kadınlardan oluşan meclislerin varolduğunu biliyorum. Merkezi otoriteden uzak olan bölge ve yerleşimlerde insanların kendini gerçekleştirmesi dünde bugünde hürlük açısından daha kolaydır. Hayat tarzı itibariyle boş zamanları çok olduğundan özellikle uzun kış geceleri uygun saatler olagelmiştir. Demek ki bir Mevlevi kadını, uzun dönem bir erkek Mevlevi gibi kendini gerçekleştirebilmiştir.

Mevlâna�nın getirdiği fikri, zihni ve uygulamalı açılım sonucu diğer dinlerle özellikle Hıristiyanlıkla kurulmuş ilişkiler mevcuttur. Mevlâna�nın tabii çağrısı sonucu,bu böyledir. Bu hassasiyeti fark eden Mevlevilik kurucuları ve devamını sağlayanlar, zaman zaman sapmalar olsa da diğer dinlere karşı hoşgörüde hayli farklılık sağlamıştır. Bu öz itibari ile bir kayıp olmayıp, kazanımdır. Bu durum başka dine tabi olan insanların Mevlâna ve Mevleviliği tanımak yolu ile İslam�ı tanımalarına neden olduğu gibi, Mevlevilerinde Esrar Dede�de gördüğümüz gibi diğer dinlerin tanınmasına neden olmuştur. Biliyoruz ki tanımak ve anlamak körüklenen düşmanlıkların en etkin ilacıdır. Bu gün bile Doğunun, İslâm�ın, Tasavvufun en büyük şanssızlığı doğru ve yeterince tanınmamasıdır. İlginç bir korku sarmalı topluma ve toplumlara angaje edilmektedir. Hele bizim gibi az okuyan toplumlarda vahim sonuçlar doğurmakta, propaganda şuurları alt üst etmektedir. Kakafoni ve karambol gerçekleri görmemizi engellemektedir.

Mevlâna ve Mevlevilik tarih içinde olayları birbirine bağlayıp sonuç çıkarmamızı da sağlamıştır. Mevlâna�nın hikayelerinden hep doğunun tutumunu anlıyoruz. İnsan davranışlarını tespit ediyoruz. Bu gün Anadolu�yu ören kültürel kodlara ulaşıyoruz. Mevlâna olayları yaymakla bir bakıma da tarih yapmıştır. Geçmiş Mevlâna ile birlikte Mevleviliğe, oradan da günümüze taşınmıştır. Bu seyir içerisinde bir çok kültürü tanıyoruz. Anadolu�da oluşan kültürel alt tabanın ipuçlarına ulaşıyoruz. Mevlevilikle birlik diğer oluşum ve tarikatları ve topluma etkilerini anlıyoruz. Örneğin Bektaşilikle olan münasebetler, ahilik ve fütüvvet ehli ile olan ilişkileri Mevlevilik ve Melamiliyi, Hurufiliği, Nakşibendiliği, Gülşeniliği anlıyor, tanıyoruz.Bu durum şunun için önemlidir. Bu gün Anadolu�da Türk toplumunun davranışlarında hep bu oluşumların uzantısını buluruz. Evet bunların belki çoğu tarihe malolmuş, devrini tamamlamış olabilir. Ancak biz biliyoruz ki kültür kodlarımızda ve günlük davranışlarımızda bunlardan oluşan katılımlar sürüp gitmektedir. Farkında olmamamız yok olmalarını sağlamıyor. Aslında çoğu Türk toplumu için ayan beyan bir gerçeklik.
Bu toplumun, tekkeleri saygıyla aşındırdığı bir gerçek, ağaçlara bez bağlamak, adak sunmak, kırklar dağına ziyarete gitmek, mezar başına ocak yakmak... Gibi değişik bölgelerde değişik tutum ve davranışlar olarak günlük hayatımızda yer almaktadır.
Yine bu kanaldan gelen bilgilerin entelektüellerimiz tarafından yaygın medyada her gün tartışıldığı da bir gerçek. Toplumun içine nüfuz edemeyenlerce yadırgansa da Türk kültürünü bu kaynaklar hala beslemeye devam etmektedir.

YENİ DURUM

Evet göklerle olan işimiz,ilişkimiz devam ededursun, insanlık yeni bir durum karşısında, yeni ve yepyeni. Kendi hayrına olacak diye oluşturduğu bunca bilgi, beceri, teknoloji, üretim-tüketim gibi insanlık birikimi ve onun yine hayatına yansımaları karşısında şaşkın. Bu yeni durumu asıl karmaşa haline getiren yeryüzünün tekliği. Biricik yeryüzü.

Biricik yeryüzü bilinen tarif ve vesika- verilere göre hiç bu denli kalabalık olmamıştı. İnsanlık yığınlara dönüşmemişti. Haritalar paramparça, sorunlar çok genli olmamıştı. Mutluluğumun kaynağı dediği teknoloji ve onun türevleri karşılığında vehme kapılan kendisi oldu. Problemler kadar çözümlerde çok genli, her çözüm denilen açılım yeni sorunlar yumağına yol açıyor. Çok renkli bir yumak, yığınların tercihi ise her renge müptelalık. Bir yumak açılırken, binlerce yeni yumak oluşturulmakta...

Herkes ama herkes bu yeni durumun muhatabıdır. Kimsenin bana ne deme şansı olmayan yeni bir durum. Sizin durum ve eşya karşısında tavır almamanız, size tavır alınamayacağı anlamına gelmez. Sizin yola çıkmamanız, veya iyi bir araç kullanıcısı olmanız kaza yapmayacağınız anlamına gelmiyor. İnsanlık ve problemleri sizi, size rağmen sarıp-sarmalamıştır. Bu durumda tavır almak zorundasınız. Madem ki tavır almaya mecbursunuz neye, kim ve nasıl sorularını da soracak olan sizsiniz neye? Yeni bir durum karşısında olunduğuna göre her şeye, kime ? Herkes bu yeni durumun bir öğesi-elemanı olduğuna göre herkesi, niçin sorusuna yer olmayan bu akışta. �nasıl� sorusu önem kazanmaktadır. Nasıl sorusu hayatımız bahasına cevap vermemiz gereken sorudur. Yedi milyara nasıl sorusunu sormakta. Bu durakta �niçin� sorusunu anlamsızlaştıran yola çıkmışlığımızdır. Bu durağa binlerce, milyonlarca niçin sorarak geldik. Son sorduğumuz niçin karşısında insanlığın aldığı cevap; yaşamak için oldu. Salt yaşamla hayatımızı sürdürmek. İnsanlık binlerce deneme-yanılma yaşayarak geldi. Hayatımızı, hayatların sürdürülmesinin imkansızlaşması kapıları çalmada; gerçekten sürdürülemeyen hayatlar var, acılar çeken hayatlar, ölü hayatlar, öldüren hayatlar...

Yine tarih boyunca biliyoruz ki insanlık kendini öldürmeyecek bir akli olgunluğa ulaşmadı.Yüksek perdeden seslendirilmese de bu durum insanın doğasında var, denildi.Böyle denilince bunun meşruiyeti sorgulanır. Meşruiyet ve alanı karşımıza bir çözüm çıkarmaz, onunda; kime, neye, nasıl? Soruları vardır. Öldürmek ve yaşatmak; her şeye rağmen insanın öldürmekten çok yaşatmaktan yana tavır koyduğu tarihi gerçeklik. Öyle bir gerçeklik ki öldürmekte yaşatmak içindir denebilmiştir.

İnsanlığın özde yaşatmak adına yola çıktığını düşleyip ve düşünebiliriz. İlk yaratma yaratılma söz konusu olduğunda Adem ve Havva ile yüzleşiriz. Bu iki cins özde yaşatmayı temsil ederler. Yaşatmak çok kolay olmaz. Habil ve Kabil kardeşleri tanımamız geç olmaz. Ölüm mukadderdir, ancak, Habil ve Kabil ile öldürmeyi ve öldürülmeyi tanırız. Adem ile Havva�nın varlığında insanlık yaşama ve yaşatmayı öğrenirken, Habil ve Kabil�de öldürme ve öldürülmeyi öğrenecektir. Bu kabullerle başlar inananların dünyası. İnananlar... Allah�a ve Peygamberlerine inananlar, insanlığın bilinen tarihi içinde en büyük yol ayrımı buradan başlar. İnananlar ve inanmayanlar. Yine bilinen tarihi inanmayanlardan çok inananlar yapar. İnananlarsa öldürmekten çok yaşatmaktan yana tavır korlar. Ancak öldürmekte insanlığın bir aracı olmaya devam eder.

Bütün peygamberler görevlerini eksiksiz yapar. İnanmak bunu gerektirir. Bilinir ki görev eksiksiz yapılmadığında ikaz ve ihtar gelir. Tıkanan yol yaratıcı tarafından yeniden açılır. Peygamberlerin varlığı ve yapıp ettikleri insanlığın bir şansıdır. Serazat bir boşluğa bırakılmaktan korkunç ne olabilir. Allah yarattığı kullarına kıymamış ve ona rehberler göndermiştir. İyilik ve kötülükle donanan insan, öyleki ; iyiyi ve kötüyü seçip ayıklamakta yetkin değildir. Yarattığını bilen Allah bu zahmeti insanın boynundan kaldırmak için rehberini sunar. Yapılacak şey ona uymaktan ibaret. Öyledir de, bu pek kolay olmaz. İnananlara karşılık inanmayanlarda sesini yükseltir. Onlarında kendilerince rehberleri ve bağlıları olur-oluşur.

Özellikle din kitaplarından ve bilinebilen tarih belgelerinden anlıyoruz ki yine bilinen tarihi inanan-inanmayan ekseninde oluşan dinler ve karşı olanlar belirlemiştir.Tarih bu bağlamda inanmayanlardan çok inananların tarihi olmuştur.

Büyük dinler peygamberleri ile insanlığın hayatında yer almıştır. Bunun yanı sıra bir takım inanç gurupları da hayatiyetini sürdürmüştür. Kavim kavim yaratılan insanlar, bir kavme inen peygamberler etrafında çoğu zaman kemiyetlerini koruyarak yer almışlardır. Bir dini temsile koyulmuşlardır. Din adına gerekleri yerine getirmişlerdir. Bu gerekler yerine getirilirken de insanlığın hafızasında bulunan vasıtalar kullanılmıştır. Yer yüzü her dinin kabulünden sonra yeniden paylaşılmış ve şekillenmiştir. Bu şekillenme çağımızda da etkili olduğu gibi toprağa dayalı, toprağın paylaşılması şeklinde gerçekleşmiştir. Fakat yine bir gerçek hayatiyetini sürdürmeye devam etmiştir. Öldürmek...

Büyük dinlerin gelişi insanlığın yeniden dizayn edilmesi anlamına gelir. Yolu tıkanan insanlığın yolunun yeniden açılması bir gün gelir ve insanlık yeni ve yepyeni bir rehberle yüzleşir. Bu insanlığın son ve ekmel dini İslam ve onun peygamberi Hz.Muhammed (S.A.V) takdim ettiği idin insanlığın yaşadığı bütün dinlerin tekamülüdür. Peygamberini bütün alemlere rahmet olarak takdim edecektir.Bu durum bugüne kadar insanlığa sunulan dinleri ve insanlığın geliştirdiği felsefi boyutun çok ötesinde ve üstünde bir açılım ve sunumdur. Kapsamı aklın sınırlarını zorlayacak kadar geniş, o denli kuşatıcı ve o denli çekici bir tavırdır.

Önce içinden geldiği Arap toplumu,daha sonra birçok milletler ve coğrafyalarda yankı bulacak, hayat olacak insanlığın bağrında bir medeniyet inşa edilecektir. Bu medeniyet kendisini inşa ederken; bünyesine aldığı milletlerin, toplumlarında bir bütünün parçaları gibi inşa edecek ve zaman boyu fertlerde bu oluşum ve inşadan uzak kalamayacaktır. Bir dinin, düşüncemin insanlara mal edilişinde yeni durumlar ortaya çıkar. Yeni durumlar yeni yapılanmalara ve yeni inşalara yol açar. Bu yeni oluşum ve inşalar bazen aslına uygun olarak seyrederken,bazen dışına çıkar bambaşka oluşum ve sonuçlara yol açar.Dinlerin hayata adaptasyonu sürecinde bu farklı sonuçlara varmak çoğu zaman hoş görülmez ve yeni düşmanlıklara yola açar bazen de aslına uygun olarak yeni kişilikler, yeni oluşumlar söz konusu olur ki, bunlarda zaman zaman farklı toplum kesimlerinden olumsuz tepkiler alsa da zamanında ve zaman içinde olumlu tepkiler bulur ve çevrelerine, ülkelerine, ruh dünyalarını oluşturan coğrafyalara, dahası insanlığa yeni bir diriliş, uyanış, umut oluverirler.

Konumuzun ana başlığını oluşturan Mevlâna Celaleddin Muhammed Rumî böylesi bir oluş ve dirilişe neden olan bir dünyalıdır. Tarihe kontra-ters bir yönü yoktur. Aslında O önceden açıkladığımız gibi din temelli bir anlayışın ürünüdür. İslâm coğrafyasında bir Müslüman olarak doğmuş, eğitim almış, yine tarih içinde İslâm�ın yaşadığı süreçte meydana çıkıp oluşan tasavvuf anlayışına-yaşayışına gönül vermiş ve tasavvufun tarihi seyri içerisinde kendini inşa etmiş, gerçekleştirmiştir. Kendisini çağının bir numarası yapabilmiş, inşa ettiği oluşum ve anlayışın devamını da günümüze kadar sağlayan Mevlevilik tarikatının oluşumunu hayatında tam olarak sağlamasa da Mevleviliğin varolmasının tek nedeni yine kendisi olmuştur.Yani Mevlâna.

Mevlâna�nın dönemine ve sonraki çağlara etkilerini belli bir anlayışla açıklamıştık.Belki en önemlisi Mevlâna bize, belki bana ne etkide bulunur-bulunmaktadır?Bu sorunun cevabına kendimden başlamak isterim.Kendim için bir anlam taşımayan fikri, varlığı, nesneyi, kişiyi, başkalarına takdim etmek kadar anlamsız bir şey olabilir mi? Elbette olamaz. Elbette olamaz dediğimdendir ki bu yola koyuldum. Yani Mevlâna ile ilgili bir eser ortaya koymayı kutlu bir iş edindim.

Evet ben bu konuda şanslı sayılırım.Dedem çevresinde tanınan eskilerin molla dediği medrese eğitimi görmüş bir İslâm alimi, amcalarım da öğle. Köyde bulunan konak odalarında dervişlerin Hu..hu..seslerini duyduğumda henüz beş yaşındaydım. Din, diyanet, tarikat, şeriat, tasavvuf, sofu, ermiş, veli, evliya, ehlullah gibi terimlere ta çocukluğumdan aşinaydım. Öyle ki Kerem ile Aslı, Yusuf ile Züheyla, Ferhet ile Şirin hikayelerini İrşadi, Celali, Hicrani, Sümmani gibi aşık ve şairleri çok erken tanımış, orta okul yıllarımda hepsini babama uzun kış geceleri okudum.Bu okumalarım çok hoş hayaller kurmama neden olurdu. Ancak bu aşıkların kırgın ve kırık bir duruşları vardı. Bu durum benidu burkardı, burkulurdum. Bu durum benim ruhi örgü kurmama neden oldu. Öyle ki on sekiz yaşımda gidip kütüphaneden alıp, Mesnevi Şerhini okudum. Takdir edilir ki neyi ne kadar anladığım o yaşta tartışılır. Yanımda bir sözlük bulundurduğumu hatırlıyorum. Elbette ilmi anlamda çok şey anlamamıştım, ancak hiç yararlanmadım demem, yalan ve yanlış olur. Başta çok hoş duygular edindiğimi acımasız anarşizmin devam ettiği bir tür kıyımların yaşandığı o günlerde ben aklı selimi daima önde tuttum. İşin o kadar basit olmadığını, bazı gayret ve çabaların yanlışlarla yüklü olabileceğini, kendimize yetememek, kendimizi aşamamanın bir handikap olduğunu, bu işte bur terslik olduğunu çok erken fark ettim. Bunu da yakın çevreme telkin ettiğimi gün gibi hatırlıyorum. Bu tavrımı da o gün çok erken denebilecek yaşta Mesnevi Şerhini okumuş olmamın büyük payı olduğundan hiç şüphe etmedim. İnsana, insanlığa ve hayata bakışımı kesin olarak etkilemişti. Öyle ki liseyi okumak için Niğde, Aksaray�a gittiğimin ikinci yılında bir arkadaşımla yatılı okulumuzdan ayrılma fırsatını tanıyan ilk tatilde Konya�ya gidip iki kez kalıp Mevlâna�nın kabrini ziyaret ettim.Arkadaşımı da ben sürükledim. Çocuk ruhumda çok derin izler bıraktığını düşünüyorum. O ağız tadıdır ki bana on sekiz yaşımda Mesneviyi okumamı gerekli kıldı ve okudum. Kayseri�ye atandığım da yine ilk olarak , şuurlu bir tutumla Seyyid Burhaneddin�in kabrini ziyaret ettim. Bu ziyaretlerim sonra ki yıllarda da mümkün oldukça devam etti. Tabiki bu ilgim Mevlâna ile sınırlı değildi. Ancak kişiliğimin gerçekleşmesinde yetkin bir yere sahip olduğu muhakkaktır. Tabiidir ki bunun önce aileme, yakın çevreme, çalışma alanıma, yazılarım dolayısıyla da ulaşabildiğim yerlere kadar etkili olduğu muhakkaktır. Mevlâna benim hayatımda yer alan önemli bir gerçekliktir. Görülür ki, serpilip boy verdiği bu toprakların insanı içinde gerek yaşadığı çağda gerekse günümüzde önemli bir etkinlik düzeyindedir. Bir kere huzur içinde yatmakta olduğu Konya Şehri ve Konyalılar için maddi ve manevi anlamda bir velinimettir.Mevlâna var diye Konya Türkiye�nin Mekke�si olmuştur. Anadolu halkı, Türk insanı Mekke�nin ardından Konya�ya böyle bir anlam yüklemiştir. Anlam yüklemekle kalmamış, gereğini de buna göre yapmış, yapmaktadır. Binlerce yerli turist Konya�yı ziyaret etmekte hem kendini, hem de Konyalıyı ihya etmektedir. Mevlâna müzesi, çevresi onunla bütünleşen Konya halkı insanları gerçekten etkilemekte ve insanımıza ruh planında çarpıcı kazanımlar sağlamaktadır. Mevlâna toplumumuzun üzerinde ittifak ettiği nadir bir kişiliktir. Her kes şöyle veya böyle eteğinin bir yanından tutunmaktadır. Bu göz ardı edilmeyecek kadar önemlidir. Çünkü insanların ittifak ettiği şeyler çok nadirdir. Maalesef bu da insanın kötü bir özelliği. Zaten Mevlâna�yı da ortaya çıkartan insanın bu kötü yanıdır. Farklı olarak devletimizde Mevlâna�ya iltifat etmiş ve sürekli öne çıkarmıştır. Her devletlinin ağzında birlik ve beraberliğin çağrısında, dillerde pelesenk olmuştur.

Devam edecek...

NOT:Makalat isimli Şemsi Tebriz'i ile Mevlana'nın diyaloklarından oluşan eser, ben yazıyı hazırladığım günlerde henüz çevrilip basılmamıştı. Ancak şu an basılmış durumdadır. Çok yakın tarihte temin ederek okuma şansına kavuştum.










( Mevlana'da Aşk Yunus'ta Sevgi -7 başlıklı yazı HayrettinYazcı tarafından 23.10.2010 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.