Öğretmenliğe çok genç
hatta çocuk denecek yaşta adım attığı için, kendi isteğiyle, mesleğinde otuz
yılı devirip erken emekli olmuştu.
On yedi yaşında
başlamıştı öğretmenlik yapmaya ve öğrencileri neredeyse onun yaşına denk
gelmekteydi.
Hem mesleğini icra etti
hem de öğrencileriyle beraber büyüdü, olgunlaştı: Özellikle henüz yolun
başındayken…
Emeklilik yaşı gelip
çattığında hiç de kolay olmadı çocuklardan, çocuklarından kopması…
Nihayetinde de
mesleğine çok yakın bir işte karar kıldı babam…
Sayısız okulun yer
aldığı bir semtte ki yaşadığımız semtti aynı zamanda, bir kitapçı dükkânı açtı
akabinde. Çocuklarla dolup taşan, eş dostun ağırlandığı ve benim de gitmekten
büyük keyif aldığım çok sevimli bir dükkândı.
Hele raflardaki o
muhteşem, o eşsiz kitaplar yok muydu: Nasıl da çağırırlardı beni yanlarına her
seferinde. Bırakın okumayı dokunmaya kıyamazdım. Ama bir elime aldım da mı,
kimse koparamazdı beni onlardan. Hoş onca sene geçti yine de değişen bir şey
yok benim açımdan… Neyse…
‘’Yiğidi öldür, hakkını
ver,’’ demişler. Gerçi çok şey yasaktı ama kitapların sayesinde yolculuk
ettiğim o eşsiz dünya, hele ki koklamaya halen de doyamadığım o kâğıt kokusu ve
dalıp gittiğim, tanıdığım yeni dünyalar ve gözüm açıkken bile gördüğüm o bitmek
bilmez rüyalar hep mutlu etmiştir beni. Sanırım küçücük şeylerle mutlu olmayı
öğrenmek o günlerden mirastır bana.
Dükkânımızın çok sayıda
müdavimi vardı. Sayısız insan geçti oradan. Her yaştan, her meslek grubundan
farklı farklı insan ve onların şahsına münhasır dünyaları.
Hele hele biri vardı
ki: Çocukların sevgilisi ‘’Şekerci Dede.’’
Bu lakabı yadırgamanız
çok mümkün. Zira ilk başta ben de oldukça yadırgamıştım. Kimdi bu adam, neden
onu bu isimle çağırıyorlardı, yoksa şekerden mi yapılmıştı? İşte çocuk aklımla,
zihnimi kurcalayan sayısız anlamsız soru.
Nereden düşmüştü yolu
bizim dükkâna? Üstelik babamı nereden tanıyordu? Az meraklı değildim hani.
Kısaca aniden hayatımıza girmişti. Ve onu tanıdıktan sonra artık hiçbir sorunun
ve bilmediğim cevapların bir önem arz etmediğine vakıf oldum.
Beyaz saçlı, hafif
kilolu ve inanılmaz güler yüzlü bu şahsı muhterem bile unutmuştu kendi adını.
Varsa yoksa ‘’Şekerci Dede.’’
Onu metrelerce uzaktan
gördüğümüz her sefer ne de mutlu olurduk. Tabii ya, adamcağızın tüm cepleri
şeker ile doluydu. Ama tüm cepleri; ceketi, pantolonu ve gömleğine kadar. Hem
de her çeşidinden şeker taşırdı: Renk renk, farklı farklı, irili ufaklı ve inanılmaz
lezzetli.
Yalnız semtteki
çocukların değil herkesin sevgilisiydi. Namı alıp yürümüştü:
Şekerci Dede aşağı,
Şekerci Dede yukarı…
İnanılmaz güleçti. Adam
sanki etten kemikten değil de şekerden yapılmıştı. Kısaca adı gibi şeker gibi
bir adamdı adeta.
Evi neredeydi, kimin
nesiydi, kaç yaşındaydı, ne iş yapardı… Ne önemi vardı ki tüm bu soruların.
Bizim tek merak
ettiğimiz, bize hangi şekerleri vereceği ile ilgiliydi. Çocuk aklı işte…
Herkes onun gözünde
eşitti: Çocuk olmuş büyük olmuş muhatap oldukları, hiç mi hiç önemi yoktu. Zira
yetişkinler bile nasiplenirdi dağıttığı şekerlerden.
Adamın ya şeker
fabrikası vardı ya da bitmek bilmeyen bir şeker deposu.
Tek bir çocuğu bile
geri çevirdiğine şahit olmamıştım. Şekerin yanında selamını da esirgemezdi ve
yüzündeki o kocaman gülümsemeyi de.
Gel zaman git zaman
ziyaretleri seyrekleşmeye başladı Şekerci Dedenin. Daha az uğrar oldu dükkânımıza.
Ve mahzunlaşmaya başladı
herkes onun eksikliğini duyumsarken.
Önceleri neşesini
kaybetti Şekerci Dede. Fazla hal hatır sormaz olmuştu. Belli ki bir derdi vardı
yansıtmadığı ama ister istemez belli ettiği. Kimseler de sormadı ona neyin var,
diye. Kimseler bilemedi.
Nihayetinde iyice kesti
ayağını. Adeta görünmez olmuştu.
Ne haberini aldık
sonrasında ne de akıbetini öğrenebildik Şekerci Dedenin.
Nereden çıkmıştı ve
nerelere kaydolmuştu?
Sanki Yaradan’ın
yeryüzüne gönderdiği kanatsız bir melekti. Ve geldiği gibi de çekip gitmişti
bilinmezliklere…
Çok ama çok uzun zaman geçti üzerinden. Belki
bir asır…
Hatta geçenlerde, onun
bu kısacık hikâyesini yazmaya karar verdiğimde, bir an şüphe ettim kendimden. O
gerçekten yaşamış mıydı ve gerçekten böyle bir olay yaşamış mıydım ben
çocukluğumda?
Ve sordum anneme,
şekerci dedeyi hatırlayıp hatırlamadığını.
Evet, bir hayal değildi
yaşayıp, gözlemlediklerim ama unutamadığım çok hoş bir anıydı.
Şimdi aklıma geldi de:
Neden günümüzde bu denli neşe ve mutluluk saçan insanlar yok, diye.
Zira adamın tek gayesi;
bir yandan insanların ağzını tatlandırmak bir yandan da gönüllerini hoş
tutmaktı. Sanırım rahmet istedi.
Herhalde böyle bir olay
zamanımızda yaşansa, ya adamla alay ederlerdi ya da küçümseyip, aşağılarlardı.
Çünkü günümüzde bu tip insanlar ve olaylar fazla değer görmüyor.
Çünkü mutluluk çok
farklı yollarla elde edilmekte ya da edildiği sanılmakta. İnsanlar mutlu olup
olmadıklarının bile farkında değiller.
Her şeye ve herkese
rağmen, bu tip insanlara ihtiyacımız olduğuna inanıyorum. Zira karşılık
beklemeden insanların mutlu olmaya öylesine ihtiyaçları var ki…
Çok basit değerler bile
yitip gitmişken, ne çok şeyi unuttuk: Sevgi gibi, neşe gibi, karşılıksız,
beklentisiz sevip, mutlu olup mutlu etmek gibi…
Nereden nereye…
Nurlar içinde yat
sevgili Şekerci Dede. Ve ne mutlu bana ki; koruduğum değerlerimi benimsememe
yardımcı olan önemli insanlardan biriydin sen; her ne kadar buna yeni yeni
vakıf olsam da.
İyi ki seni tanımışım
her ne kadar hoş bir esinti olarak kalsan da bana ta çocukluğumdan yadigâr…