Eskişehirspor’un maçlarında kaçağı engelleyemedikleri gibi, arada sakatlıklarında olması nedeniyle il valiliği, spordan sorumlu yetkililer, kulüp yöneticileri filan bir araya gelip, her bir aile büyüğü yanında giren bir çocuktan bilet alınmaması kararını almıştılar. 

Tabii ki, kendimize her maçta bir baba bulma telaşı başlamıştı bu defa da. Bilet kuyruğundaki adamların yanına sokuluyorduk ve en sevimli mimiklerimizle, “amca, benim babam olur musunuz?” diye soruyorduk. Bilet denetleyicilerinin önünden geçer geçmez bitecek bir babalığı herkes kolayca kabul ediyordu. 

Fenerbahçe ile oynayacağı Türkiye Kupası final maçında bir beraberlik dahi Es Esin kupayı alması için yeterli bir skor olacaktı. 

Gazetesinin, kitaplarının ve daktilosunun başından kalkıp çalışma odası olarak da kullandığı yatak odasından nadiren çıkan, hayatımızla ilgili eylemlerimizde müdahale sesini nadiren duyabildiğimiz, evin içindeki varlığıyla yokluğu arasında bir fark bulunmayan, kendi kabuğu içine çekilmiş bir adam olan babamın, nerden bulduysa, eline bir maç bileti geçmişti. Bunu bana, maç gününden önceki akşam, akşam yemeğinde, önemli bir müjde olarak bildirmişti: “Haydi bakayım, annenin koyduğu yemekleri itiraz etmeden bitirirsen, seni yarınki maça götüreceğim!” 

Bu haber suratımın asılmasına neden oldu. 

Sevinç çığlıkları atacağımı, gece sabaha kadar uyuyamayacağımı, filan umuyordu herhalde. “Ne oldu, sevinmedin mi?” diye sordu.

Alıştırdığı ilgisiz baba tipinden sonra, oynamak istediği bu iyi baba rolü pek parlak bir fikir değildi. Sigara içemeden ve küfür edemeden seyredilecek maç, değil Fenerbahçe ile, Galatasaray ile, Real Madrid ile olsa ne yazardı? Hiç bir keyfi olmazdı ki… “Yok… Sevindim de… Ödevlerim vardı da… Hatta yazılı sınavım vardı da… Ben gelmesem de ders çalışsam… Biraz da, üstünüze afiyet, kırıklığım var da…” Falandı da, filandı da, diyerek üretebildiğim tüm mazeretler de, annemin koyduğu her yemeği itiraz ede ede bitirmemem de ve hatta “Kardeşim Ersin’i götür istersen, babacığım,” diye oynadığım fedakâr abi rolü de bir işe yaramamıştı.

Çaresiz birlikte gitmiştik maça ve tek biletle ikimiz de girmiştik. İğne atsan yere düşmezdi, öyle bir kalabalık. Kale direğinin hizasına denk gelen yerlerde, hemen köşe (korner) noktasının dibinde, zar zor oturacak bir yer bulduk. “Ayderler” tüm Türk spor kamuoyu tarafından benimsenerek kullanılan özgün tezahürat tekerlemelerini haykırmaya başladıklarında, ben de ayaklandım, başladım bağırmaya: “İçinizdeee Feeener aşkııı baaambaaaşkaaa… Orospuuu taraftarınlaaa çoook yaaaşaaa… Fenerbahçeee engelleriiii aaaşaaacak… Kupalarıııı biiirer bireeer NAHHH alaaacak…” 

Tezahürata iyice kaptırmıştım ki, kolumun yeninden çekiştirilip oturtuldum. Babam, tezahürat gürültüsü içinde parmağını “çok ayıp, çok ayıp” diye sallayıp, sesini duyurabilmek için bağırarak nutuk çekmeye başladı: “Orospu sözcüğü genelde kadınlar için kullanılır. Fahişeliği meslek edinmiş kadınlar öyle adlandırılırlar. Bazen, bazı kalleş erkek karakterleri ile ilgili olarak ta o adlandırma yapılır, ama bu yaygın değildir. Bir futbol kulübüne taraftar olan herkesi o sıfatla itham etmek doğru değildir. Hatta, az birazını bile itham etmemeliyiz... İçinde aşk ateşi bulunan insan tutkulu insandır, tutkulu insanın gözü, tutkulu olduğu şeyden başka hiçbir şeyi görmez. Gözü tutkulu olduğu şeyden başka hiçbir şeyi görmeyen insan nasıl başka başka şeylerle ilişki kurar? Başka başka şeylerle ilişki kurmayan insan fahişe olabilir mi? Akıl mantık alıyor mu? Çok yanlış, çok… Bir futbol takımına taraftar olan kadınlar arasında fahişeliği meslek edinmiş kaç tane kadın olur ki? Üstelik bu tip kadınlar yalnızca Fenerbahçe taraftarları arasında mı vardır? Eskişehirspor taraftarlarının arasında da yok mudur? Sen, sen ol, hiçbir zaman, hiç kimseye karşı böyle saygısızlık yapma evladım!” 

Bu arada maçı yapacak takımlar sahaya çıkmıştı ve tribünlerden atılan konfetiler altında müthiş bir tezahürat başlamıştı. “Es Es Es… Ki Ki Ki… Es Ki Es Ki Es…” Tezahüratlar çın çın öttükçe, onlarla birlikte bağırıp çığırmak için can atıyordum, ama yanımdaki otoritenin etkisinde gıkım çıkmıyordu; çünkü, yanımdaki otorite sesini duyurabilmek için sürekli bağırarak benimle konuşmaktaydı: 

“Bu tezahüratı ilk icat eden bizim jenerasyonu-muzdu. Amigo Orhan’ı duydun mu hiç? 
Duymuşsundur tabii ki… Onun ismini duymayan kalmamıştır ki, sen duymamış ol… Türkiye’nin amigoluk tarihi onunla başlar. Amigo lakabıyla ünlenmiş ilk amigo o olduğu için… Bu Amigo Orhan, o zamanlar stadın tam ortasına dikilir, ellerini kaldırır, sonra öne doğru eğilerek yerdeki çimlerden bir tutam kopartır, sonra doğrulur, koparttığı çimleri havaya savurur, tam o anda bütün tribünler ayaklanıp HEYYY ALLAHHH!... diye bir bağırırdı ki, Eskişehir’in en ücra köşelerinden bile duyardın. O aynı hareketleri dört defa tekrar ederdi; tabii ki, tribünler de HEYYY ALLAHHH!... diye haykırmayı. Bu haykırmayı hemencecik, ES ES ES Kİ Kİ Kİ ESKİ ESKİ ES!... haykırışları alırdı. Bu nakaratı da üç defa tekrarladılar mı, tezahürat tamamlanmış olurdu. Sonra sonra bu tezahürat diğer şehirlerin taraftarlarına da sirayet etti. Mesela Karşıyakalılar, Kaf Kaf Kaf Sin Sin Sin Kafsin Kafsin Kaf !... şeklinde tezahürat yaparlardı. Galatasaraylılar da Re Re Re Dal Dal Dal… nasıldı onların ki, hatırlayamadım yahu… Neyse… İşte öyle bir şeydi… Bilmiyorum. Sen, sen ol, hiçbir zaman, bilmediğin bir şeyi çok biliyormuş gibi söylemeye uğraşma evladım!” 


Onun jenerasyonunun haykırdığı aynı tezahüratı aynı şekilde benim jenerasyonum da yapmaktaydı ve elbette ki benim de defalarca yaptığım bir tezahürattı. 

Nasıl olsa çenesi durmayacaktı, başka sıkıcı konular yaratıp susmacasına konuşacak duracaktı; hiç değilse ben yönlendireyim konuşacağı konuları, diye düşünerek, “amigo Orhan o çimleri yolarken ne diyordu babacığım?” diye sordum.

Cevap veremedi soruma. “Bilmiyorum,” deyip çıkıverdi işin içinden. “Statta o kadar çok gürültü olurken sahanın ortasındaki bir adamcağızın ne dediğini nasıl duyacaktım; değil mi evladım?…” 

Ortalığı, birden “Gooolll!...” çığlıkları sarmıştı. En son hatırladığım görüntü, futbolcuların tribünleri, el kaldırarak “Soool… soool… Soool…” diye selamladıkları andı. Maç ne zaman başlamıştı da, ne zaman gol olmuştu, bir türlü aklım ermedi. Neyse, olan bir gol vardı ve herkes çığlık atıyordu, nasıl olduğunu görememiş olsam da, ayaklanıp, “gooolll!…” diye haykırarak sevincini yaşamamam için bir neden yoktu.

Ne demek “yoktu”, babam vardı ya!

Gökyüzüne baktım, koyu renkli tek bir bulut yoktu. Hava oldukça sıcaktı, değil ceket gömlek bile sıkıyordu. Seyircilerin çoğunun üst kısımları çıplaktı, geri kalanları da fanilalıydı. Dayanamadım, ceketimi çıkarttım. Babamın acil müdahalesi yetişti tabii ki, “Evden çıkarken sıkı giyin deyince, hava güzel babacığım, deyip giyinmedin. Ya yağmur yağar da, Allah muhafaza ıslanırsan…Ne o, ceketini mi çıkarıyorsun sen? Tam da, ben sıkı giyinmediğin için kızarken hem de… Eskişehir’in havası bu, belli mi olur, ha oynak bir karı, ha Eskişehir’in havası… Hasta olursan görürsün gününü… Sonra da, okulundan da kalırsın… Yazılı sınavın da varmış bak… Gidemeyince öğretmenin basar sıfırı… Biz evde sıkılmışındır, derslerden sıkılmışındır diye, temiz havada zihnin açılsın diye getirdik seni maça, hastalanıp yataklara düş diye, değil. Sen, sen ol, hiçbir zaman, baba sözünden çıkma evladım!” 

Yan tarafımızdaki bir adam maç seyretmeden habire gevezelik yapan babamdan gına getirmiş olacak ki, babamı, “Beyefendi, bi sus da maç seyredelim yahu!” diyerek azarladı. Babam nezaketsiz adama bozularak sustu.

Tam da o anda, az önce Eskişehirspor’un gol attığı kaleye bir Fenerbahçeli futbolcu gol atmaz mı? Kendi kalesine attı sanarak, hemen ayağa fırlayıp bağırdım, “gooolll…” diye. Çevremden hem gık çıkmıyor, hem de herkes gözlerini pörtletmiş bana bakıyor. Dayak yeme korkusuyla, Fenerbahçe kendi kalesine gol atmadı mı, EsEs iki sıfır olmadı mı, diye çevredekilere sormaya başladım. Sağ tarafımdaki sempatik bir abi, Fenerliler attı gülüm, maç bir bir oldu, deyince, ben anlayamadan maçın ikinci devresinin oynanmaya başlanmış olduğunu, EsEs’lerin gol attığı kalenin ikinci devre başladıktan sonra EsEs’lerin kalesi olduğunu anlamış oldum. Duyduğum mahcubiyetten dilim damağım kurumuştu. Dilimi şaplatarak damaklarımı ıslatmaya çabalayıp, “Susadım babacığım,”dedim.

“Susadın mı? Bak, bu olmadı. Gazozcu! Gel bakayım, bir gazoz ver! Kaç para? Beş lira mı? Çok yahu… Bakkalda bir buçuk lira olan şeyi burada beş liraya satmaktan utanmıyorsunuz da…” Babam hem kızmış, hem de adamın parasını elden ele yaparak yollamıştı. Adam da pet bardak içindeki gazozu elden ele yaparak babama yollamıştı. Babam, gelen gazozdan koca bir fırt çekip gırtlağını ıslattıktan sonra bardağı bana verdi. “Gazozu birdenbire içme oğlum!” Sanki birden bire içilip de bitirilecek gazoz kalmıştı da bardakta, yarısını kendisi içmişti maşallah… Sıkıntıdan oflamaya puflamaya başlamıştım, ama babamın umurunda değildim. Babamın çenesinden gına gelmişti iyice, ne maçı takip edebiliyordum, ne de onun söylediklerini algılayamıyordum. Acilen bir sigara içmeliydim. “Babacığım sıkıştım, helaya gideceğim,”deyince; babam itiraz etti.

“Bu kalabalıkta helâya nasıl gideriz şimdi? Adım atılacak gibi değil ki… Kalkarsak yerimizi kaybederiz, sık yarım saat…”

“Olmaz, çok sıkıştım. Ben kendim gider gelirim. Korkma,” 
diyerek mızmızlanınca, babam söyleve başladı gene.

“Madem böyle bir yere geliyorsun, burada saatlerce oturacağını düşünüp, evden çıkmadan önce, çişini, mişini edip öyle çıksaydın ya sokağa… Helânın nerede olduğunu biliyor musun, bari? Gördün mü bak, bilmiyorsun… Haydi bakalım, git de arabul!...” 

Sevinç çığlılığı atmamak için zor tuttum kendimi. Ben dar arada insanlardan müsaade isteye isteye, özür dileyerek çıkmaya çalışırken babam, bana az önce maçın bir bir olduğunu söyleyen sempatik abiye bir şeyler anlatmaya başlamıştı. Sempatik genç abi onu önemsemeyerek maçın heyecanıyla kah oturup kah kalkarak tezahüratını sürdürünce, babamın başkalarına bir şeyler anlatmak için çırpınmaya başladığını gördüm. Aradan çıkıp da merdivenlere ulaştığımda, insan bedenlerinin arkasına sığınıp gizlice babamı gözleyerek çorabımın içinden çıkarttım bir sigara yaktım. 

Babam, hiç kimseden yüz bulamayarak çaresiz maça bakmaya, sonra da diğer seyircilerle birlikte maç pozisyonlarını ahlarla vahlarla tenkit etmeye, sonra sonrada arada küfürlere kaptırarak bağırıp çığırmaya başlamıştı. “Yuhhh! Hakeeemmm! Gözüne gözlük, başına tarrakkk!... Yürüme, koş be evladım! Koşsana ulaaannn. Bu takımı mehter takımı mı sandın… Es Esli gibi oyna… Hakeeemmm, gözün poka mı bakıyoooo, ulaaannn…” 

Sigaramı içip bitirdiğim halde, gitmedim yanına ve maçı seyretmek yerine büyük bir keyifle babamı seyretmeyi sürdürdüm.

“Hop hop kaleci…Top kaleciii…Yuuuhhh… Kova… “ 

Maçın bitmesine birkaç dakika kaldığında döndüm babamın yanına. Sanki ne kadar terbiyesiz bir baba olduğunu görmemişim gibi, yanına oturduğumda ağırbaşlı tavırlarını takınıverdi.

Babam bana, “geç kaldın,” diye çıkıştı. “Bir yere gittin mi çabucak işini yapıp döneceksin…”Babam saatine bakınca birden telaşlandı, “Ooo, maç bitmek üzere… Kalk, kalk, çıkalım hemen. Kalabalığa yakalanacağız yoksa…” 

Dar aralıktan ite kaka, bir sürü laf işittikten sonra çıkışa ulaşmıştık. 

Babam, “Maç kaç kaçtı?” diye sordu.

“Bir bir”

“Kupayı kim kazandı?”

“Biz…” 
dedikten sonra ne kadar bilgili olduğumu babama kanıtlamak isteyerek açıklama yapmaya başladım. “İstanbul’daki ilk maçı bir sıfır biz aldıydık babacığım. Bu bir birlik skorla kupayı aldık…” 

Otobüs durağına doğru hareketlendiğimizde, stadyumun içinde yükselen bir uğultu oldu. Eses galiba gol yemişti…

Otobüs durağına ulaştığımızda adamın biri ötekine, "Fenerbahçe son saniyede Tuna’nın attığı golle maçı iki bir almış…” diyordu.

Babam, “ ne olmuş?” diye sorduğunda, öyle çok sinirlenmiştim ki…

İçimden, “Ananın hörekesi olmuş,” dedikten sonra, ona, “ Fenerbahçe kupayı kazanmış, babacığım,” dedim.

Babam bana kızarak, “hani biz almıştık kupayı? Öyle demiştin hani?” dedikten sonra başladı gene söyleve: “insan hayatta emin olmadığı bir bilgiyi, malikmiş gibi anlatmamalı başkalarına. Bu onun bilgili olduğunu değil, sadece ukela olduğunu gösterir. Sen sen ol, ukalalık yapma evladım!” 

Allah’tan otobüs çabuk geldi de, çabuk kurtuldum.

Eve ulaştığımızda, oğlunu maça götüren kocasını sempatiyle karşılayan annem babamın verdiği müjdeyle sevinç narası attı. 

Babam: “Hanım, hani maça gidip deşarj oluyorum derler ya; aynen öyleymiş yahu! Bundan sonra bütün maçlara gideceğim vallahi!… Aslan oğlumla beraber gideceğiz hem de, değil mi oğlum? Sen bize şöyle siyah-kırmızı renkli iplerle birer tane kaşkol ile şapka ör bakiim…”diyordu.

Kendi, öz babamla değil, ama bilet kuyruğundan bulacağım geçici bir babayla maçlara girmeyi sürdürecektim. 

Kendi öz babam ise çeşitli mazeretlerle başımdan savuşturdukça, benden yüz bulamayacağını anlayarak, erkek kardeşimle maçlara gitmeye başlayacaktı. 

Kardeşimin, maçlara gitmeden önce doya doya su içip, uzun uzun tuvalette vakit geçirmeye başlamasından sonra, babasıyla arkadaş gibi maçlara gitmekten mutluluk duyduğunu düşünmeye başlamıştım.
*
( İçimizde Es Es Aşkı Bambaşka... başlıklı yazı AliKemal tarafından 9.08.2015 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu