Gene at
yarışlarına takılıp son kuruşuma kadar yatırdım, gene meyhanedeki televizyonda
at yarışlarını seyrederek zıkkımlandım ve meyhaneciye veresiye yazdırdım, gene
zil zurna sarhoşum…
“Yakamı bir türlü
bırakmayan bu musibetten bir türlü kurtulamıyorum.”
“Bunun tek suçlusu
sensin. Başkalarını suçlamaya hakkın yok.”
Kendi kendimle
konuşuyorum.
Yürüyeceğim uzunca
bir yol var. Ziya Paşa Caddesi boyunca yüz metre kadar yürüdükten sonra bir
yağmur çiselemeye başlıyor.
“Bu yağmur da
nereden çıktı şimdi?"
Bir çizgiyi aşar
gibi yağmursuz alandan yağmurlu alana giriyorum. İki adım gerimde yağmur yok.
Yemin ederim ki, iki adım mesafe içinde, görünmeyen bir çizginin berisinde
yağmur varken, ötesinde yağmur yok. Adımımı atıyorum yağmur altına giriyorum,
geri dönüp iki adım atıyorum, yağmursuz alana giriyorum. Bir gram yağmur yok!
Yok! Enteresan bir doğa olayı yaşıyorum. Yakınımdan geçen bir otomobilden
sırıtarak bana bakıyorlar.
"Adam kafayı bulmuş iyice, mehter takımı sanıyor kendini, demişler midir;
demişlerdir. Burada daha fazla oyalanamam, yoluma devam etmem lazım…”
Mübarek benim yola
koyulmamı bekliyormuş. Yol boyunca sığınabileceğim bir mekân yok, aslında
sığınmamı gerektirecek şiddette bir yağmur da yok. Bana yakışan bir taksiye
atlayıp gitmektir ama şu an müstahak olduğumu yapmak zorundayım. Ana avrat
söverek yürümeyi sürdürüyorum. Bu durumlara düştüğüm için kendi kendime
sövdüysem mesele yok ama yağmura sövdüysem Allah affetsin! Yarım saat kadar yürüyeceğim.
Ulaşacağım yer, eli topuzlu zebaninin beni beklediği cehennem. Evden öğlen
vakti çıkıp gece yarılarına kadar sürtmemin hesabı öyle bir sorulacak ki, yırt
yırtabilirsen! Ahiret sorgulamasından kurtuluş yok. Kafama indirilecek topuzdan
da… Yağmur hızını arttırmaya başlıyor. Yanıma sokulan polis minibüsünün
camından kafasını uzatan bir polis memuru laf atıyor:
“Ne yapıyorsun bu
yağmurun altında, hemşerim?”
“Meyhaneden
çıktım, evime gidiyorum…”
“Nerede
oturuyorsun?”
“Şurada,
Sivrihisar caddesinde.”
“Kimliğini ver, bakayım!”
“Yok!”
“Ne iş yapıyorsun
sen?”
“Emekli memurum.”
“Ha’di bakalım,
fazla dolaşma buralarda; doğru evine git!”
Ben sanki başka bir yere gidiyorum! Biliyorum, kendi
akıbetlerine duydukları merhametle bağışladılar hürriyetimi. Ben bir polis
olsaydım ve gecenin bu saatinde yağmur altında sırılsıklam olmuş bir yaya ile
karşılaşsaydım, yemin ediyorum ki, devriye aracımla onu evine kadar
götürüverirdim. Gene de kimliğim olmadığı için karakola götürüp sabaha kadar bir nezarethanede
tutmadıklarına şükrediyorum.
Sırf ayakaltından uzaklaşmış olmak için Tabakhane’nin ara sokaklarına sapıyorum. Bekçi düdüklerini duymaya başlayınca da, bir bekçiyle karşılaştığım takdirde, onun elinden, polislerin elinden kurtulduğum gibi kolayca kurtulamayacağım geliyor aklıma! Tekrar, en yakın ana caddeye doğru yöneliyorum.
Sokak lambalarının altında hızla yürüyorken binaların arasındaki karanlık bir
arsadan deli gibi birisi fırlıyor. Korkuyorum… Havladığını işitince, onun dev
gibi bir sokak köpeği olduğunu fark ediyorum. Havlıyor ama beni ısırmaya niyeti
yok. Kuru gürültüye pek pabuç bırakmam. Köpek dediğin dişini göstermeden
ısırmalı! Dalga geçmek için, tıpkı onun gibi havlamaya başlıyorum. Bu tavrım
karşısında susuyor. Üzüntülü, suratıma bakakalıyor. Onun bu haline ben de
üzülüyorum.
“Özür dilerim, Karabaş!
Seni rencide etmek istememiştim!” diyerek gönlünü almayı deniyorum.
Pek de gönlü olmuş
gibi görünmüyor. “Biz sana derdimizi açıyoruz, sen bizimle dalga geçiyorsun, be
abi!” diyerek sitem ediyor.
“Ansızın önüme
çıktığın için çok korktum. Ne dediğini anlamamıştım, Karabaş’çığım. Anlat!
Kulaklarımı açtım, seni dinliyorum,” diyorum.
“Karımı öldürdüm,
abi!” diyerek bacaklarıma dolanmaya başlıyor. “Anlıyor musun? Ben, katil
oldum!” Ağlamaya başlıyor…
Nasıl bir
şaşkınlık içinde olduğumu anlatamam. “Ağlama be kardeşim! Sus da, anlat!”
diyebiliyorum.
“Abi, kendisine
otuz defa yalvardım, “ diyerek anlatmaya başlıyor. “Karıcığım, namusunla otur
yuvamızda, dedim. Namusumla, şerefimle daha fazla oynama, dedim. Bir türlü
dinletemedim, yahu!”
“E-e? Zina
yaparken mi yakaladın, yani?”
“Hem de zinadan da beter, be abi! On, on beş tane serseriyi takmış peşine, sokak
sokak dolanıyordu. Üstüne üstlük hangisine enselenirse, o serserinin altına
giriyordu. Ah ulan, ah! Bana yapılır mıydı bu, yahu?”
“Yapılmaz, tabii
ki!”
“Ben de hesabını
kestim, abi! Namusumu temizledim.”
“Vallahi iyi
etmişsin Karabaş’çığım. Ben de olsaydım, aynını yapardım.”
“Hay ağzın bal
yesin, be abi! Vicdan azabımı hafifletiverdin, vallahi!”
“Vicdan azabı
çekmeye değmez bi sürtük için…”
“Değmez, değil
mi?”
“Namuslu bi köpek
bulursun kendine…”
“Bulurum, değil
mi?”
“Hayatına yeni
baştan başlarsın…”
“Başlarım, değil
mi?”
“Başlarsın,
başlarsın!”
“Başlarım, abi…”
“Aferin! Böyle ol
işte! Göreyim seni…”
“Beni arayacak
olursan, buralardayım abi. Arada sırada uğra…”
“Uğrarım, Karabaş…
Haydi, hoşça kal!”
“Güle güle abi!”
Bekçi düdükleri ya
yan sokaktan, ya da onun yanında ki sokaktan geliyor. Caddeye bir an önce
ulaşmak için adımlarımı sıklaştırıyorum. Yolu yarıladım. Porsuk’un kıyısındaki
parkın içinden beni evime ulaştıracak Vatan caddesine ulaşacağım, az kaldı.
Yağmurun oluşturduğu gölcüklere bata çıka koştururken sırılsıklam olmama rağmen
ayakkabılarımın bir gram bile su geçirmeden ayaklarımı sımsıcak tuttuklarını
hissederek, her şeyin kalitelisini almak akıllıca, diye düşünüyorum. Birdenbire
koyu çam ağaçlarının arasından fırlayan
beyaz bir köpek kucağıma sıçrıyor.
“Lanet olsun!”
Korkudan
bacaklarımın bağı çözülüyor. Köpekle birlikte yere yıkılıyorum. Köpek başlıyor
suratımı yalamaya, yalakalık yapmaya… Onun bu tavırları üzerine korkum
yatışıyor.
“Kurtar beni, abi!
Yalvarırım, kurtar beni!”
Yerden
doğrulurken, “kimden, neden kurtaracağım seni?” diye soruyorum.
“Sapıktan,” diyor.
Şaşkın şaşkın, “ne
sapığı, nerede?” diye soruyorum.
“Onbeş yaşında bir
oğlan çocuğu çam ağaçlarının arasında bana, yarım saattir tecavüz etmeye
çalışıyor,” diyor. Çam ağaçlarına doğru havlayarak, “işte orada saklanıyor,”
diye haykırıyor.
İşittiklerime
inanamıyorum. Ben de çam ağaçlarına yönelerek, “kim var orada? Çık ortaya!”
diye bağırıyorum.
Ağaçların
arasından ansızın fırlayan bir erkek çocuğu hızla kaçmaya başlıyor. Tutabilene aşkolsun! Duyduklarım, gördüklerim
gerçek olamaz. “Aman Allah’ım! Ne kadar utanç verici bir şey!” diye mırıldanıyorum. Köpekten insanlık
adına tekrar tekrar özür diliyorum. Ona, hiçbir insanın böyle bir şeye tevessül
etmeyeceğini, böyle bir sapığın insan olamayacağını anlatmaya çalışıyorum.
Zavallı hayvan öylesine hoş görülü ki, “siz, kendinizi üzmeyiniz, lütfen! Ben,
insanların yanında büyüdüm, onlardan çok iyilikler gördüm…” diyerek beni
teselli etmeye kalkışıyor. “Belki, böylesine süslü bir dişi köpek oluşum baştan
çıkarmıştır çocuğu. Ya da, içinde
yaşadığı yakın çevresi, çocuğa yeterli cinsel eğitim verememiştir. Onun için bu
hatayı yapmıştır. Olan oldu artık; inşallah, bir daha olmaz!”
“İnşallah!”
diyorum. “O kadar iyisiniz ki, sizinle tanışıp dost olmak isterim. Lütfen
adınızı bağışlar mısınız?”
“Memnuniyetle!
Sahiplerim beni evlerinde barındırırlarken, Süslü diye hitap ederlerdi.”
“Benim ki de Ömer.
Memnun oldum, Süslü’cüğüm. Lütfen, gene sahiplerinin yanına dön! Görüyorsun,
sokaklar tehlikeli…”
“Sahiplerim,
maalesef, büyüdükten sonra yanlarında istemediler beni. Yeni bir yavru köpek
alıp, onu büyütüyorlar şimdi…”
“Senin gibi cici
bir köpeğe nasıl kıyarlar!”
Evime davet edip
misafir etsem, ne yazık ki evin reisi onunla beraber beni de almaz içeri.
“Neyse, ben
gidiyorum… Hoşça kal!”
“Güle güle Ömer abi!”
Güle güle imiş…
Sanki güle oynaya yaşanacak bir hayatım varmış gibi…
En kısa zamanda geleceğim Süslü’yü görmeye ve Karabaş ile aralarında
çöpçatanlık yapacağım… Caddeye ulaştığım andan itibaren beş dakikalık yolum
kalacak. Yok, hayır, bu tempoyla yedi sekiz dakika çeker. Sekiz dakika sonra
varacağım yer bir cehennem de olsa, benim evim.
“Güle güle, imiş…
Güle, değil. Güle güle güle de değil. İlla da iki tane güle yan yana. İki tane,
güle ve güle!”
Bekçi düdükleri de
kıçımın dibinde ötmeye başlıyor. Kimliği olmayan bir sarhoşa bir gece bekçisi
neler yapar, neler! Yirmi, yirmi beş adım sonra tamam, caddedeyim… Bekçilerin görev alanından çıkmış olacağım.
“Bu akşam /Canım
/Tutuklanmak /Nezarette coplanmak /Vermediğim fadenin altını imzalamak
/Çekmiyor…”
Bu akşam olmaz! Bu
akşam evimde olmalıyım; yoksa karım gebertir beni. Hoş! Zaten gebertecek ya!
“Bir gün gerçekten
tutuklanırsam/ Coplanmak/ Vermediğim ifadeyi imzalamak/ Mühim değil!/ Bir an
yüzlerine tükürsem yeter!/
Aşağılanmak,/ Sinmek yok!/ Boyun eğmek yok…”
Bu şiirimsi
sözcükler bir yerlerden kalmış aklımda. Ben mi yazmıştım acaba? Vatan Caddesine
ulaştığımda yağmur başladığı gibi ansızın diniveriyor. Bir oh çekiyorum. Yağmur
dindiği için mi? Bekçilerden kurtulduğum için mi? Bilmiyorum. Bir şarkı
mırıldanmaya
başlıyorum. Söylediğim hep aynı nakarat. “Bu akşam ölürüm
Beni kimse tutamaz
Sen beni tutamazsın Yıldızlar tutamaz
Bir uçurum gibi
Düşerim gözlerimden Gözlerin beni tutamaz…”
Şarkı sözlerinin
tamamını bilmiyorum. Zaten, bilmeme de gerek yok. Bu nakarat Vatan caddesinden
Sivrihisar caddesine, oradan da evime ulaşıncaya kadar bana yetiyor. Apartmana
girip de evin kapısını çalarken de aynı nakarat sürüyor.
Karım, “Oo-o!
Beyimiz gene zıkkımlanmış!" diyerek açıyor kapıyı, elinde topuz yok. İçeri
girer girmez üstümdekileri çıkartmaya başlıyor. “Ağustosun ortasında ancak
senin gibi uğursuzlar yağmurda ıslanır zaten! Zatürree olursun da, geberirsin
inşallah!” İşte, başladı.
Hem zatürre olmamam için üstümdeki ıslak giysileri çıkartıyor, hem de zatürre olup gebermem için beddua ediyor. Hoş kadın!
Benim ağzımda hala
aynı nakarat var. “Bu akşam ölürüm…”
Biraz da numara
yapıyorum galiba; böylelikle onun dırdırından etkilenmemeyi umuyorum.
Pijamalarımı giyer giymez koltuğa uzanıyorum. Uykuyu oynamaya başlıyorum.
Dırdır sürüyor. “Kıçımız borçtan kurtulmuyor. Üniversite okuyan çocukların var
ama harçlık yollamıyorsun. Mutfağa günlerdir sebze, meyve, kıyma girmiyor.
Zıkkımlanmaya para buluyorsun ama… Yeter artık! Seni terk edeceğim.
Boşanacağım, kurtulacağım senden!”
Bakıyorum,
susacağı yok; horlamaya başlıyorum. Yutuyor.
“Sızdı kaldı,
pezevenk!”
Az sonra gerçekten
sızıp kalıyorum.
*