"Bu fotoğraftaki kadın Safinaz abla; benim çipiş gözlüm. Senin de henüz altı yaşındayken yaşadığın ilk aşkın. Bu fotoğrafa iyi bak, sana binlerce öykü anlatacak!"
"Safinaz ablayla ne zaman
tanışacağım?"
"Az kaldı!"
*
Ablamın ortaokula devam
etme zorunluluğu nedeniyle babamın tayin edildiği köyde değil de, il merkezinde
bir ev kiralamaya karar verilmişti. Babam şehre yakın sayılabilecek köye trenle
gidip gelecekti. Babama da kolaylık olması için hemen istasyon yakınında
bir küçük ev bulup, istasyon ambarından getirdikleri eşyalarımızı
yerleştirmişlerdi. Ev, Kore mahallesi denilen bir yerde, tam da istasyonun yanı
başındaydı. Babamın maaş durumu, daha iyi bir yerde, daha büyükçe bir ev
tutmaya el vermiyordu.
Romanların yaşadığı Kore
Mahallesi şehrin en şenlikli yeriydi. Ahalinin ekserisi çalgıcı takımından;
geri kalanların içindeyse hırsızı, uğursuzu, dolandırıcısı, yol bağcısı,
kalpazanı, tırnakçısı, dızdızcısı, papelcisi, üçkâğıtçısı, kaldırımcısı,
kapkaççısı, yankesicisi, kerhanecisi, telekızcısı, konsomatristi, meyhanecisi,
soyguncusu, kerizcisi, beyazcısı, silahçısı, pazarcısı, aklınıza her ne gelirse
işte ocusu, ne ararsan mevcuttu.
Öyle kara, kuru
Romanlardan göremezsiniz orada. Hemen hemen hepsi sarı saçlı, mavi gözlü;
sanırsınız ki, Kuzey Avrupa’dan göç etmiş Finli. Safinaz abla ise onların
içinde en mavi gözlüsü, en sarı saçlısı… Aramızda on yaş var, o tam onaltı
yaşında. Olsun! Erkekler kendilerinden on yaş küçük kadınlara aşık olabiliyorlarsa,
kendilerinden on yaş büyük kadınlara da aşık olabilir!
Aynı taşlık üstünde iki
ayrı evde oturuyorduk. Ev dediysem, bir sofa ile bir oda. Sofanın bir köşesinde
bir kara mozaik setle çeşmeden ve üç dört raflı bir sergenden ibaret mutfak.
Helâ, avluda ve müşterek…
Babam, hafta içlerinde
görevli olduğu köy okulunda kalıyordu ve hafta tatillerinde eve geliyordu. Bu
sıkıntıya katlanmasının yegâne sebebi, ortaokulda okuyan ablamın okuyabilmesi
içindi. Trenle gidip gelmekteydi.
O yıllar, yokluk yıllarımızdı. Kahvaltı sofralarında bir zeytini iki sokum
ekmeğe katık ettiğimiz yıllardı. Vita Yağ diye bir bitkisel margarin yağı
vardı, kehribar gibi, sarı; ondaki lezzeti şimdiki hiçbir margarin yağda
bulamazdınız. Ekmeğe sürüp üstüne de toz kırmızıbiberi serptik mi, iki diş
sarımsakla beraber yemeğe doyamazdık.
Aslında memleketin genel
hali berbattı. Memurların, işçilerin maaşları ödenememekteydi ve maaş yerine
kısaca “Bono” denilen Hazine Bonoları veriliyordu, kiranızı ödeyeceğiniz maaş
veremiyoruz, ama bir sürü kâğıt parçası veriyoruz işte, çorbasını yapıp için
deniliyordu memurlara. Memurlar sağda solda türemiş “bono” simsarlarına götürüp
paraya çevirtiyorlardı genelde, böylece maaşlarının üçte ikisi onların, üçte
biri simsarların cebine giriyordu. Hal böyle olunca sürekli borçlanan babam,
gırtlağına kadar batmış haldeydi.
Biz beş kişilik bir
aileydik; ben, benden üç yaş küçük erkek kardeşim Ersin, benden beş yaş büyük
ablam Esin, annem, babam.
Kardeşim Ersin’in,
aramızda sadece üç yaş olmasına rağmen, vücudu benimkinin yarısı kadar ya var,
ya yoktu. Bebekliğinden beri yaşamadığı hastalık kalmamıştı. Mübalağasız
söylüyorum, on iki ayın en az ikisini hastane köşelerinde geçiriyordu. Benden
çok farklı, değişik bir çocuktu o…
Her aybaşı, babam, onun
için köyden bal ile halis tereyağı getirirdi. Beyefendi cılız kalmış ya,
bunlardan yiyip irileşecekmiş. Tereyağı ile balı ekmeklerin üstüne sürüp sürüp
yerdi. İki dilim, üç dilim, doymak da bilmezdi deyyus, gene de cılız kalmayı
sürdürürdü.
Normal şartlarda olsa
benim iki dilim Vita Yağ sürülmüş ekmeğimi, onun on dilim ballı ekmeğine
değişmezdim ya, karşımda ağzına burnuna bulaştıra bulaştıra bir yiyişi vardı
ki, illa ki canım çekerdi.
“Anne, bir dilim de bana
sürsen ya…”
“Kardeşin hasta, o yesin
de iyileşsin. Sen ne olsa yersin…”
Tabii ki, ısrar edemezdim.
Arada sırada gizlice,
fırından yeni çıkmış sımsıcak bir ekmek alır gelir, bıçakla ortasını yarar,
tereyağı ile balı bir güzel doldururdum içine; sonra da gizli bir köşeye sinip
o koca ekmeği bir güzel yerdim.
Kardeşime ilaç niyetine
yedirilen ballı tereyağını bu şekilde aşırarak yemek, vicdanımı zerre kadar
rahatsız etmezdi.
Safinaz ablalar ise dört
kişilik bir aileydiler. Her yanı sacla kapalı döküntü bir minibüsle pazarlarda
kap kacak satan Kenan amcayla karısı Meliha’nın öz çocukları benimle akran bir
oğlandı. Safinaz abla, Kenan amcanın önceki karısından kalmaydı.
Kenan amca işinden
yorgun ve sinirli geldiği her akşam hıncını Safinaz abladan çıkartırdı. İyi
adamdı, severdim onu da, bir de bu dayakları olmasa…
Annem, kadın başına
varırdı Kenan amcanın üstüne, kızı alırdı elinden, bizde yatırırdı. Ablam,
sofuda yatıp kalkardı ve yatağına biz kardeşleri dahil hiçbir misafiri kabul
etmezdi. Erkek kardeşimle benim için yere serilen döşekte, annem kardeşimi
kendi yanına alırdı ve biz Safinaz ablayla beraber yatardık. Gece olup da,
annem o meşhur horlamasıyla uykusuna daldığı vakit, biz de yatardık. Safinaz
abla dolanırdı boynuma, bacaklarının arasına da bedenimi sokuştururdu, öyle
uyurdu. Hele hele uyumadan az önce bir iki de öpücük kondurdu mu yanaklarıma,
kuşlar gibi huzurla uyur kalırdım.
*
"Öyle derin uykulardı ki, uyuduklarım...
Mutluluklarımın sıcaklığından erimiyordu karlarım, ayaklarım kaymıyordu
kaldırımlardan, dizlerim kanamıyordu."
*
Uyandıktan
sonra üvey annesinin o cırlak sesi köhne binamızı ayağa kaldırırdı. "Kız
Safinaz, kız! Canı çıkasıca orospu! Çabuk eve gel diyiyom sana kız!" O
küçük yaşıma rağmen ben bile biliyordum ki evin işlerini gördürmek içindi bu
hırçınlığı. Evlerine dönüp de bir kaç gün dayak yemezse, Allah'a, Kenan amcanın
ona dayak atması ve annemin de onu kurtarıp bize getirmesi için dua etmeye
başlıyordum.
Kenan amca, Safinaz
ablayı, bir pazarcı arkadaşının oğluna vereceğini açıkladığı gün, çektiğim
ıstırabı anlatamam.
Damadı düğün günü gördüğümde ıstırabım daha da arttı. İnceden bir güzelin
evlendirildiği oğlan, onun iki bedenine bedel bir ayıydı. İkisi beraber ayıyla
yavrusu gibi görünüyorlardı. Çok acımıştım kızcağıza.
Kızcağızın zifaf
gecesinde ayının altından sağ salim kalkıp kalkamayacağını çok merak ediyordum.
Birkaç gün sonra gelin
gittiği evden ziyarete geldiğinde onu enkazın altından ezilmeden kurtulmuş
halde gördüğüm için pek sevindim. O da rahatlamış halde, güller açıyordu.
“Nassı gidiyo evlilik
Safinaz abla?” diyerek sırnaştığımda bana bir sırıtışı vardı ki, evliliğin
nasıl gittiği kolayca anlaşılıyordu. “Ağzın kulaklarında olduğuna göre
tadından yenilmiyor herhal,”diyerek biraz daha sırnaşmaya kalkışınca;
“Ne diyon len sen, gel bakayım buraya!” diyerek başladı beni
kovalamaya.
Ben kıkırdayarak, o
sırıtarak avluda koştururken avlu kapısından ayı girdi.
Suratı bir karış.
Karısına, “ne yapıyorsunuz ulan böyle milletin ortasında!” diye bağırdı.
Safinaz
abla, “Hi-iç!” dedi. “Şakalaşıyorduk.”
Ayı, kızcağızın üzerine
varıp bir tokat çaktı. “Dün gece canım yanıyor diye benimle cilveleşmeye
yanaşmadın da, geldin, bu oğlanla mı cilveleşiyorsun, orospu?”
Donup kaldım. Safinaz
abla ağlayarak evin içine kaçtı.
Ayı bana doğru hareketlenince bir tokat da benim yiyeceğimi anladım, oradan
içeri, Safinaz ablanın yanına sıvışmaya çalıştım. O hızla bir tekmesi değdi
kıçıma.
Arkamdan, “Akranın kızarla oynaşsana lan, deyyus!” diye
bağırıyordu. “Bir da karımın etrafında görürsem seni, gebertirim!”
“İyi be! Karını yimeycez
heralde!”
Ayılar yavrularını
çocuklardan da kıskanırlarmış.
Kenan amca, oğluyla beraber sabahın köründe işine gittiği için evde yoktu.
Safinaz abla yediği tokattan sonra üvey annesine sığınmak istemişti, ama
güvendiği dağa karlar yağıyordu.
Ayı aşağıdan, “len Safinaz! Yürü len eve!” diye bağırınca kadın, kızı
korkutarak evden yollamak istedi. “Allah belasını Veresice! Yürü git
kocanla!”
Daha dün evlendiği
oğlandan yediği tokat, Safinaz ablanın çok ağrına gitmiş, “gitmeyeceğim
işte!” diyerek direnmekteydi.
Üvey anne, “baban
her gün ağzına sıçıyordu da gıkın çıkmıyordu; kocanın bir tokatı mı ağrına
gitti, şırfıntı?” diye azarladıkça, Safinaz abla, inadını arttırıyordu.
“O babam! Bu ne? Elin
adamı! Gitmeyecem işte!
“Allah belanı versin! O
da kocan! Nikâhlın! Kocaların vurduğu yerde gül biter!”
En sonunda onu yollamaktan
umudunu kesen üvey anne odanın penceresini açıp, “Sen yürü git
oğlum!” diye damadına dil dökmeye başladı. “Siniri geçince ben
yollarım onu sana.”
Ayı kibrinden de taviz
vermek istemeyerek, “istemezse hiç gelmesin!” diye söylenerek avludan
çıktı.
Ben, Safinaz ablanın
onunla gitmediğini görerek mutluluktan gülücükler saçmaya başlamıştım.
Eve koşturdum. Anneme
heyecanla, “gördün mü anne? Damat, Safinaz ablayı tokatladı. Gördün mü?
Beni de tutaydı dövecekti ya, ben kaçtım. Gördün değil mi?” diye bağırmaya
başladım.
Annem, “şışt!” diye
çıkışarak parmağını dudaklarına tuttu. “Yavaş!”
Doğru ya, bağırmanın âlemi
yoktu.
Annem, “yürü gidip
bir bakalım şu kıza,” diye kolumdan çekiştirerek beni kapıdan dışarı götürdü. “Daha
birinci günhaftası olmadan neymiş dertleri, bir anlayalım…”
Safinaz ablayı bir
köşede büzülmüş, içini çeke çeke ağlarken, üvey annesini de tepesinde dırdır
ederken bulduk. Kadın, “baban gelip de seni burada görünce, hoş geldin
kızım, diyerekten bağrına mı basacak sanırsın? Gör bak, kırılmadık bir kemiğin
kalacak mı!” diye söylenmekteydi.
Kenan amca, onu
kesinlikle döverdi. Annem de aralarına girer, elinden alır, bize getirirdi.
Benim döşeğimde beraber yatardık gene; kuşlar gibi…
Annem, söylenerek
odadaki karyolanın bir kenarına oturup, iyice bir yerleşti. “Otur hele
şöyle, varma kızın üstüne o kadar da! Anladın mı, ne derdi var kızın, neden
gitmek istememekte? İlahi komşu, azıcık suyunda git hele…”
Kadın, annemin iknasıyla
bağırıp çağırmaktan caydı. “Ne derdi olacak, bi tokat atmış diye tafra
ediyor işte…” diye söylenerek annemin yanı başına oturdu.
Annem, Safinaz ablaya
döndü. “Gitmeyip de ne yapacaksın a kızım? Var mı bir planın, yapacağın?”
Safinaz ablanın bir
planı yoktu elbette, öylesine, “Boşanacağım o ayıdan!” diye söylendi.
Üvey anne onu ciddiye
alarak yeniden söylenmek istedi. “Boşanacakmış! Sanki babası izin verir
de…”
Annem hemen susturdu
onu. “Sus bi'dakka be komşu!” Yeniden kıza döndü. “Kızım, bu
çocuk oyuncağı değil ki, dün evlendiğin adam ilen bugün boşanabilesin… Hem
babanın, hem oğlan tarafının namusudur, şerefidir artık bu iş; sen böyle
istiyorsun diye, boşan madem ki, demez kimse sana… Herkes namusu, şerefi için
yaşıyor. Madem evlendin, çaresi yok sürdüreceksin bu evliliği, yoksa namus
meselesi olur, bilesin!”
“Olursa olsun…”
“A be kızım iyi dersin
de, sen canından olursun, o elini kana bular. Bunca can yakmağa ne gerek?”
Safinaz abla, kan
dökülmesi ihtimalinden sonra korktu, çark etti. Annemin uzattıkça uzattığı
nasihatlerini sabırla dinledikten sonra, evine dönmeyi kabul etti.
Hiç değilse bu gece
kalsaydı da, yarın gitseydi… Onunla birlikte, kuşlar gibi uyuyamayacak olmanın
hayal kırıklığı ile, o an annemden nefret ettim.
Safinaz ablanın annemi
dinler gibi yaparken kafasında bambaşka planlar kurduğunu hiç kimse anlayamadı.
Meğer, evine gitmek üzere ayaklandığında, evine dönmek gibi bir niyeti hiç yokmuş…
Gidişini seyretmek içim kapı önüne çıktığımda, "Elveda yakışıklım,
elveda!" diyerek yol boyu uzaklaştı. O an anlamamıştım temelli gittiğini! Yoksa
peşinden ayrılmazdım, giderdim onunla ben de... Evet, oradan çıkıp gittikten
sonra, eve gitmemiş, alıp başını gitmiş Safinaz abla.
İstanbul’a gitmiş,
deniliyordu yaygın olarak. Almanya’ya gittiği bile söyleniyordu.
Aylarca hiçbir haberi
çıkmadı. Onun akıbetini ilk başlarda merak edenler de merak etmez oldular.
Bir tek ayı, o da nikâhından
düşürüp yeni bir karı alabilme derdiyle bırakmamıştı peşini. İki de bir gelip,
kaynatasına ya da kaynanasına, “kızınızdan bir haber yok mu hala?” diye
sorup gidiyordu. Bazen de oğlanın anası geliyor, üvey anne ve annemle saatlerce
oturup, olayı irdeliyorlardı.
Böyle buluştukları bir
gün, annem nereden duymuşsa, duymuş, “Kuyucu Hoca” namıyla meşhur bir hocanın
adresini öğrenmişti. Kızın akıbetini ona gidip sormayı önerdi. Üvey anne de,
kaynana da balıklama atladılar bu önerinin üstüne.
Hocadan günler önce randevu alındı. Bir orman köyünde ki hoca evine akşamüzeri
gidilecekti. Giderken yanlarına beni de aldılar. Ne de olsa başlarına bir erkek
gerek ya!
Koruluğun aralıksız
selvileri akşamı geceye bürümüştü. Her dal bir yılan, her kozalak bir kafa, her
kütük bir ayı kesilmişti. Her ne kadar erkek olsam da netice de bir çocuktum,
korkma hakkım vardı. Ben de korkudan annemin eteklerinden dışarı çıkamıyordum.
Hocanın evine
ulaştığımızda, beni o an fark etmemiş olan hoca, “istediğim çocuğu da
getirdiniz mi?” diye sordu.
Annem, “Getirdik
hocam, işte,” diyerek beni hocanın önüne doğru itti.
Meğer başlarına bir
erkek gerektiği için değil, hoca istediği için getirmişler beni. İyi de, beni
niye istemişti bu hoca? Hz. İbrahim’in oğlu Hz. İsmail yerine beni kurban
etmeye kalkışmasın şimdi bunlar? Korkmağa başladığımda, hoca, bir iki lakırdı,
dua, filandan sonra bizi alıp, evin avlusundaki bir kuyunun başına götürdü.
Kuyu dibindeki suyun şavkında, terk-i diyar edip, kendisinden bir haber
alınamayan Safinaz ablamın siluetini görürlerse sağ, salim olduğuna karar
verilecek; yok, her hangi bir siluet görülmez ise de, ölmüş olduğuna karar
verilecekmiş. Hoca efendi, şayet sağ olarak görür iseniz, evde bu sebile tas
içine baktıracağım ve de yerini ondan öğreneceğiz, diyerek açıklamalarını
tamamladı.
Annem, kuyunun başına
sokulmamamı tembih ederek, beni az geride bıraktı. Kendileri gidip kafalarını
kuyunun içine doğru uzattılar.
Beni diktikleri yerden,
avlu duvarlarının hemen dışındaki koruluktan yılanların, ayıların harekete
geçerek üzerime üzerime gelmeğe başladıklarını görerek korkuya kapıldım. O
korkuyla kuyu başına koşturup iki kadının arasına sığındım. Gözlerim kuyuda
değil, ayılar ve yılanlarda. Hayal gücüm bana doğru gelmekte olan yılan ve
ayıların önünü kesen Safinaz ablanın, elindeki sopayla onları kovaladığını
gösteriyordu.
Kadınlar, kafalarını doğrultarak Safinaz ablayı göremediklerini söylediler.
Onlardan ayrıcalıklı
olduğumu haykırırcasına, “ben gördüm Safinaz ablamı,” dedim.
Sözünü dinlemeyip kuyu
başına geldiğim için annem haşlamak üzereyken, Hoca efendi, “o
görmüştür,” dedi. “Kalp penceresi açık ya sebilin, görmüştür elbet.”
Günün birinde, babama,
"baba, artistler nasıl yaşar?" diye sormuştum. Abartarak, ballandıra
ballandıra anlatmıştı.
İş, hoca efendinin tasına bakıp da, penceresi açık kalbimin gördüğü şeyleri
anlatmaya gelince, hoca efendiyle üç kadına öyle şeyler anlattım ki, babam
duysaydı, ’ben bile bu kadar abartmamıştım be oğlum.’ derdi bana.
"Safinaz ablayı
görüyorum. İşte orada. Şimdi gadillaka bincek, subay elbiseli bi herif kapıyı
açıp tutmakta. Evinin kapısından gadillakın kapısına kadar bi halı döşeli yola
ki, iki yanında iki sıra hizmetçiler el pençe divan durmakta. Üff… Gökten para
yağmakta tepesine tepesine…”
Benim bu görgü şahitliğim üzerine Safinaz ablanın sağ salim
olduğuna ve zengin bir herifle yaşadığına karar verildi.
*
"Neredesin çipiş gözlü?"
"Buradayım ya?"
" Seni çok özledim."
"Niçin çok?"
"Çok olduğu için çok..."
"Yakında gene buluşacağız. Sabırlı ol..."
*