Hiçbir çağrışımın
hiçbir tınısı sona kurulu saatin o demli yankısı belki de yakalandığımız
nüktedan rüzgâr çağırırken uzaklardan.
Zaman zaman yarım
yamalak bazen de bir o kadar anlamsız bir yol haritası hiçbir güzergâha denk
gelmeyen. Savruk bir nota kadar başıboş an’ı yarına taşıyan ya da dünün andaki
izdüşümü.
Seğirtirken ve
sezgileri ılıman bir sevecenlikle okşarken saçlarımı bir anne dokunuşu kadar
naif yeri geldi mi ölüm kadar soğuk. Tükenişin türettiği o huzursuzluk kadar
aşikâr gömütü hicap yüklü aşkı sonsuz belleyip de rest çekmişken hayata.
Sondan bir evvel ya da
yarından sonra güzü sineye çekip ortak olmuş iken hüzün yüklü gök kubbe.
Serzenişi isyan yüklü
bir münafık tüm kırılganlığıyla nöbette melekler aşk’a sirayet eden müşfik bir
yok oluş belki de ölümün gölgesinde soluklanıp vazgeçemediğimiz ne varsa: Belki
bir anı belki bir masal belki de yeniden doğumu müjdeleyen bir esinti
ürperirken belli belirsiz ve başımızı yaslayıp duyumsadığımız evren’in
hikayesi. Tınısı çok başka gönlü hoş tutan bir yabancı belki de bir kez dahi
karşılaşma ihtimalimizin olmadığı.
Güne aydın demek kadar
rehavet yüklü gönül, kıbleye göz kırpıp okunan kim bilir kaçıncı hutbe yüreğin
serkeş yalnızlığında düşmüş iken yola dört başı mahmur bir şarkının devinen
nakaratında yüklü iken sessizlik…
Sese malik olan bir
evren belki de evrenin tek sahibi yüce Yaratıcı gizemi payidar kılıp bilinmeze
gebe iken tahakkuk eden heybetli vasıfsızlığı biz insanoğlunun. Oysa neler
neler tahayyül ediyoruz da bir baltaya sap olamazken içimizde yaşattığımız o
huşu beslerken ruhumuzu usul usul.
Her yeni evrimde
nakşeden bir rota kadar asılsız tüketilmişliği kar bilen sefil yürek.
Kora dönüşen bir
tahakküm kadar yakıcı ve yok edici hele ki duyarsızlığı hak bilip de kan revan
içerisinde bir bellek düşünmekten bitap düşmüş. Kıdemli yalnızlığını sürrealist
bir sıradanlığa dönüştüren mizacı mı yoksa kaderin? Belki de sıradanlığı sıra
dışı bir sırmışçasına belleyip tek bir izleğe sığdırmak kadar mümkün hayatın
ivmesi işaretlerken yükümlü ve hükümlü seçenekleri.
Anlamsız serzenişlerin
hücum yüklü sıradanlığında nükseden amansız bir telaş, gündönümü eşlik ederken
yeni umutları kucaklarcasına.
Kırık yankısı o
enstantane miraç bellemişken aşkın izafi dokunuşunu.
Bir nüans mı bir
kıvılcım mı yoksa türetilmiş imgelerin meskensiz ithamları mı vara yoğa
hükmedip zincirleme bir telaşla yığmışken bir kenara o söz öbeklerini ki
içlerinde tek bir mizansen bile yakalamışken esir düşleri.
Yağmalanan bir dünyanın
kural bilmez nizamında saklı belki de o hicap yüklü belirsizlik
uzantısıymışçasına gönlün varlığını yok sayan bir teferruattan ibaret olsa da o
muğlâk görüntü tahammülsüzlüğünü pelesenk etmişken huzur katsayısı bir kez de
olsa çıkmışken menzilden.
Derinlerde bir aşk,
aşkın nüktedanlığı esir almışken ibret dolu o yakarıştaki izafi tanık olsa da
aşk meleği. Yaşamak adına vazgeçemediğimiz bir tutku mademki esir alan
sevmedeki yeteneksizliğimiz mi gönülsüz bir direnişle bir kez çıkmışken yoldan.
Olmayı istediğimiz her
kim ise ya da vazgeçmekten muaf tutulduğumuz hangi imge ise yükümlü
kılındığımız.
Ve sayaç bozulup da
sınırımızı ihlal eden berduş bir sanı: varlığın dokunulmazlığında belki de
aklın zorlandığı bir rabıta olmayı istemediğimiz her kim ise benlik, evrim
geçirip de nüksederken bir sonraki durakta ne yapmak istiyorsak mütemadiyen
ertelediğimiz bir seçenek kadar kural dışı hatta sırnaşık bir yordam gönül
hidayete çok yakın dururken.
Hangi sarmal ise içine
sıkışıp kaldığınız ya da hangi peyzaj ise görmekten imtina edip uzaklaşırken ya
da sığınırken gölgelere kaybolmuşluğun rehavetine kapılıp gitmişken…
Yazarın dediği bir o
kadar düşündürücü:’’Evren, bana ait değil: Ben, evrenim.’’
Ya, siz kime aitsiniz
yoksa siz de mi muğlâk bir görüntüden ibaretsiniz rest çekmişken düzene
düzensizliğin kıyısında bir kaybolup bir kaybediyorken?
Ne de olsa
yükümlülüğümüz bir gizem aslında, yaşamın bir bilinci olup olmadığını
sorgulayıp koymuşken son noktayı.