Mevsim Gülbahar - Torpil...
Halil ile Hülya yemek masasının birer kenarına oturmuşlar, Cemal’in
önlerine koyacağı yiyecekleri bekliyorlardı. Hülya beklerken, bir taraftan da
ızgara başında et pişiren Cemal’le itişiyordu.
Onun kırmızı ete düşkünlüğüne bir türlü alışamamış olan Hülya, “her akşam
pirzola yemekten keçiye döneceksin,” dedi. “Yakında meleyerek dolanmaya
başlarsan şaşırmam…”
Cemal, meleyerek karşılık verdi ona. “Me!”
“Dediydi dersin bak, elli yaşına giremeden kolesterolden paçaları dikersin!”
“Atın ölümü arpadan olsun, varsın!”
Hülya, Bu defa Halil’e anlatarak, “üstüne birlik, dana eti, koyun eti de
yemiyor. Beyefendiye illa ki…” demekteyken, söyleyeceği sözcüğü birden
hatırlayamayınca, “o, keçilerin yavrusu neydi yahu, unuttum birden?” diye
sordu.
Halil, “kuzu,” deyince;
Cemal onu düzelterek, “oğlak,” dedi.
Hülya, “hah, oğlak! Gidip, illaki oğlak pirzolası bulup geliyor,” diye lafını
tamamladı. “Üstelik, Eskişehir’de keçi eti pek tutulmadığı için, öyle her
kasapta da satılmaz.”
Cemal, “Eskişehirliler ağzının tadını bilmiyorlar,” diyerek lafa girince,
Hülya, bu defa ona, “ne ağız tadı ama, ekşi ekşi…” dedi.
Halil, “adamın, onu oğlak etsiz bırakmayan özel kasabı var,“ dedi.
Cemal, “bu devirde öyle…” dedi. “Her yerde bir adamın olacak, işleri
yürütebilmek için! ”
“Aman bütün adamlar senin olsun. Ben, nizami yollarla da yürütürüm hayatımı.”
Cemal, kasılarak, “Bu gün komiser yardımcısını nasıl asker ettim ama,” dedi.
“Emniyet Müdürü adamım olmasaydı, yapabilir miydim öyle bir şeyi?”
Halil, “Herkesin üzerine düşeni savsaklamadan yapacağı bir yaşam, daha keyifli
olmaz mı?” diye sordu.
Cemal, “Nezih hoca da senin adamın değil miydi? Onun desteği olmadan, hani,
girebildin mi yardımcı doçentliğe?” diye sorunca,
Halil ona hak verdi. Bu devirde bir yerlerde dayın yoksa, hiç şansın yoktu.
“Senin adamlarından yararlanarak kotarsaydık ya mademki, üniversitedeki işi…”
Cemal, ızgaranın fişini çekerken, “olur,” dedi. “Kotaralım.” Etleri masadaki
tabaklara servis etmeye başladı. “Bunlar, ihracat müdürü hanımefendinin tavuk
etleri,” diyerek Hülya’nın tabağına iki parça tavuk eti bıraktı. “Gidelim
Ankara’ya, babamı sıkıştıralım, senin işi kotarması için…” Hülya, ekmek
dilimlerken, o da getirdiği çoban salatayı ortaya bıraktı. “Haydi, etleri
soğutmadan başlayın yemeğe,” diyerek, yemeğini yemeğe başladı.
Halil’in, onunla Ankara’ya gitme işini iyice konuşarak, garantiye almadan yemek
yemeğe niyeti yoktu. “Soğursa soğusunlar. Söylediğinde samimi misin? Gider
miyiz Ankara’ya? Şu benim iş için baban yardım eder mi, gerçekten?”
Cemal, elinde tuttuğu pirzoladan kocaman bir eti ısırıp çiğnemeye başladı.
“Eder! Hadi, karnınızı doyurun da erkenden yatıp, sabah serinliğinde yola
çıkalım madem…” Cebinden arabanın anahtarlarını çıkartıp, Hülya’nın önüne
koydu. “Zorunlu olarak sen de geliyorsun kanka, çünkü uzun yolda araba
kullanabilecek bir sen varsın içimizde.”
Hülya, anahtarları eline aldı. “Sen istemesen de gelecektim zaten, ikinizin de
şoförlüğüne güvenemezdim bu yolculuğunuzda.”
*
Celal Kabaloğlu, oğlunun kendi arabasıyla geldiğini duyunca tepki gösterdi.
“Eskişehir’den buraya kadar araba sürecek şoför müsün sen de, kendi arabanla
geldin! Seninkine cahil cesareti denilir!”
Cemal, “ben sürmedim,” diyerek Hülya’yı gösterdi. “Hülya hanım sürdü. Kendisi
İstanbul trafiğinde yetişmiş bir şofördür.”
Hülya, Cemal’in kendisinden ‘hanım’ tanımlamasını kullanarak bahsetmesinden
hoşnut olarak ona gülümsedi.
Celal Kabaloğlu, Hülya adı geçince, bakışlarını ona çevirdi. “Bizim oğlan,
kendi arabamla geldim deyince, şaşırdığımdan sizleri ihmal ettim; kusura
bakmayın! Hoş geldiniz!”
Cemal arkadaşlarını, “Halil Kaya, biliyorsun, ev arkadaşım. Hülya hanım da,
sınıf arkadaşım,” diyerek takdim ederken, onlar da Celal Kabaloğlu’nu “Hoş
bulduk!” diyerek selamlamaktaydılar.
Celal Kabaloğlu, Hülya’yı tepeden tırnağa gözden geçirdikten sonra Cemal’e,
“Hülya hanım, telefonda öve öve bitiremediğin yeni ihracat müdürümüz mü?” diye
sordu.
Hülya, “Yalancının mumu yatsıya kadar yanar, dedikleri bu olsa gerek!” diye
düşünerek Cemal’e dikti gözlerini. Hoş, kendisine iş teklifini babasına
danışmadan yaptığını söylediğinde, zaten pek inanası gelmemişti.
Cemal, babasının sorusundan sonra Hülya’nın ona işi babasına danışarak teklif
ettiğini düşünerek anlamlı baktığını fark ederek, babasına cevap vermek yerine,
Hülya’ya durumu izah etmeyi tercih etti. “Size işi teklif ettikten sonra, kabul
ettiğinizi babama bildirmiştim de…”
Celal Kabaloğlu, oğlunun sözünü keserek Hülya ile Almanca konuşmaya başladı:
“Oğlum, Almanya’da doğup büyüdüğünüzü ve Almancayı çok iyi konuştuğunuzu
söyledi.”
Hülya da ona Almanca karşılık verdi: “Evet efendim, doğru.”
Onlar aralarında Almanca konuşmayı sürdürürken, Cemal, Halil’e işaretle, ne
konuşuyor bunlar, diye sordu. Halil, ona gülümseyerek susmasını işaret etti.
Cemal Kabaloğlu, “güzel,” diyerek devam etti. “İhracat işlerimize bakan adam,
yıllarca Avusturya’da çalışmış. Bizim ihraç ettiğimiz maden ile ilgili işler
yapmış. Tecrübesiyle işi götürüyor. Fakat, altmış yaşında ve artık bırakmak
istediğini söylüyor. Ona, işi size iyice öğrettikten sonra bırakabileceğini
söyleyeceğim. Ne dersiniz?”
Hülya, “çok iyi olur,” diye cevap verdi. “İş hakkında hiçbir tecrübem yok.
Eksikliklerimi onun sayesinde tamamlamak isterim.”
“Zor bir iş değil. İşi takip etmekten ve yeni pazarlar araştırmaktan ibaret bir
iş. Çabuk öğreneceğinizi umuyorum.”
“Teşekkür ederim. Umarım size mahcup olmam.”
Celal Kabaloğlu, “Olmazsınız. Cemal de genel müdürünüz olacak. Birbirinizi
takviye ederek, birbirinizi destekleyerek yürütürsünüz…” dedikten sonra Türkçe
olarak, “inşallah!” diyerek konuşmasını tamamladı. Cemal’e hitaben Türkçe
konuşmayı sürdürerek, “Hülya hanımı tanıştırmak için gelmiştiniz, değil mi?”
diye sordu.
Cemal, nihayet geliş sebeplerini anlatabilecekti. “Gelişimizin asıl sebebi, ev
arkadaşım, dostum Halil Kaya’dır,” diyerek başladığı konuşmasını, “Halil,
Sosyoloji doktorasını tamamladı. Okulunda öğretim görevlisi olarak başlatılmayı
bekliyordu, ama üniversite rektörü kalleşlik ederek ayağını kaydırdı, kendi
akrabası olan Fen-Edebiyattan mezun birini işe aldı. Senden bu duruma müdahale
ederek, Halil’in işinin olması için yardımcı olmanı istemek için geldik
buraya,” diye sürdürdü.
Celal Kabaloğlu, bir an düşündükten sonra, Halil’e hitaben, ”üniversiteler,
biliyorsunuz, milli eğitime bağlı değiller,” dedi. “Özerk yerler… Rektörlere
sözümüz pek geçmiyor, maalesef. Onlar da meydanı boş bularak, istedikleri gibi
at koşturuyorlar. Bir araştırıp soruşturayım; bakalım size bir yardımım
dokunabilecek mi?”
Halil’in tüm umutları, bir anda suya düştü.
Cemal, babasının bu olumsuz tavrı üzerine öfkelendi. “Baba! Halil, baştan
savılacak birisi değildir. Dediğim gibi benim en yakın dostumdur. O işe
ihtiyacı var. Ne yapıp edip hallet o işi!”
Celal Kabaloğlu, oğlunun bu öfkeli tavrını gülümseyerek karşıladı. “Dur hele,
kızma hemen! Dostunu işsiz bırakacak değiliz ya! Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı
çok samimi arkadaşımdır. Ne istersek yaptırırız ona… Eğer kabul ederse, Sağlık
ve Sosyal Yardım Bakanlığında uzmanlığına uygun bir işe yerleştiririz dostunu.”
Halil’e hitaben, “Doktoranızı ne üzerine yapmıştınız?” diye sordu.
Halil, “Yetiştirme Yurtları üzerine, efendim,” dedi.
Celal Kabaloğlu, bir şaşkınlık geçirdikten sonra, “tamam işte,” dedi.
“Yetiştirme Yurtlarından birinin başına müdür yaparız Halil beyi.”
Halil, adeta şok geçirerek duyduklarına inanamadı. Yetiştirme Yurdu Müdürlüğü
onun tahminlerinin üzerinde bir teklifti.
Celal Kabaloğlu, “Ne dersiniz, Halil bey?” diye sorduğunda;
Halil, “çok memnun olurum efendim,” diye cevap verdi.
Celal Kabaloğlu, bir tereddüdünü gidermek için, “tayin için tercih ettiğiniz
bir şehir var mı?” diye sorduğunda da,
Halil, “Hayır,” dedi. “Türk bayrağının dalgalandığı her yer tercihimdir efendim.”
Adam bu cevaptan mest oldu. Aklına birden gelivermiş gibi, “Bizim Bulanık
Yetiştirme Yurdu’nun şimdiki müdürü başka yerde görev isteyip duruyordu; onu
istediği yere kaydırıp, gitmeyi kabul edersen, tayinini hemen bu hafta içinde
Bulanık Yetiştirme Yurduna yaptırırım senin,” dedi.
Onun yerine sevinç çığlığını Cemal attı. “Bulanık’ı kabul eder! Yaptır sen!”
Celal Kabaloğlu, ona, “dur be oğlum, kendisi cevap versin hele,” diyerek
gülümsedi.
Halil, “kabul ederim, efendim,” dedi.
*
Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığındaki Müsteşar Yardımcısı, bakan beyin
isteğine, “doğrudan doğruya müdürlük kadrosuna atama yapamayız, efendim!”
diyerek itiraz etti.
Bakan Bey anlayamadı. “Nedenmiş o?” diye sorarak açıklama istedi.
“Müdürlük kadrosuna atamasının olabilmesi için, asaleti onaylanmış, kadrolu bir
elaman olması gerekir; oysa bu arkadaşımız memuriyete henüz başlayacak.”
“Tamam da, asaletini onaylayıveririz. Ne var bunda?”
“Asaletinin onaylanabilmesi için yöneticilik görevi yapmayacağı bir alt kadroda
altı aylık bir deneme süresi geçirmesi gerekiyor. Bu arkadaşımızı, doktorasına
uygun olarak uzmanlık kadrosuyla yerleştirip, altı ay sonunda asaleti onaylanır
onaylanmaz müdüriyet kadrosuna atayabiliriz.”
“Of bre birader! İşin gücün, işlerimizi yokuşa sürmek! Genel başkan yardımcıma
ne diyeceğim ben şimdi. Asaletmiş, kadroymuş, filan, bana zor anlattın durumu,
ona hiç anlatamayız valla!”
Oysa Celal Kabaloğlu, leb demeden leblebiyi anlayan tiplerdendi; bakan dostu
durumu kem küm ederek anlatamazken o, her şeyi anlamıştı bile.
“Anladım sayın bakanım. Uzmanlık kadrosuyla başlatılmasında, bizim açımızdan
hiçbir sakınca yoktur.”
*
(
Mevsim Gülbahar - Torpil... başlıklı yazı
AliKemal tarafından
12.01.2016 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.