Psikiyatri servislerinde çalışan hemşirelerin yüzde doksan dokuzu, ilaç saatinde dağıtımını yaptığı ilaçları, odalarında kilit altında tutarlar ve dağıtacakları ilaçları her hasta için, bilemedin iki hasta için, avuçlarında götürüp içirtirler, yani ilaçları toplu olarak böyle tabla içinde taşımazlardı. Nedeni ise malum, uyuşturucu etkili hap kullanma alışkanlığı olan bir hastanın saldırısına uğramak riski… İsmail’e ilaçlarını getiren hemşire, psikiyatri polikliniğinde görevlendirilmemesi gerektiği kadar gençti, zira bu yüzden memuriyet hayatının en önemli tecrübesini yaşamak üzereydi.
İsmail’in kendisi de bilinçli ve planlayarak değil, tamamen iradesi dışında, bir anda gözüne kestirdiği beyaz haplara uzandı ve onları avucuna alır almaz ağzına götürdü. Su içmeden hap yutmaya çok alışkındı, ağzına attığı hapların sayısı biraz fazla olunca, haplar ağzının içinde ıslanıp birbirlerine yapışarak koca bir topak oluşturmuşlardı, birkaç kere yutmak için uğraştı, ama bir türlü yutamadı.
O arada ilk şoku atlatan jandarma er, kapı aralığından “Salih! Salih! Ulan Salih!” diye bağırmaya başlamıştı. Öteki asker çağırıldığını duymuş, hışımla geldi. Er, “hemşire hanımdan hapları kapıp ağzına attı bu şerefsiz!” diyerek durumu çabucak açıkladı. İki er birden, aynı anda İsmail’in üstüne atılarak acımasızca vurmaya başladılar. Bir taraftan da çıkışıyorlardı. “Çıkar ulan o hapları ağzından!”
İsmail, ne yediği yumrukları umursuyor, ne de açılmağa çalışılan çenesini açıyordu. Onun derdi, ağzının içindeki topağı bir an önce yutabilmekten başka bir şey değildi.
Erler ağzını açtırıp çeneyi açtıramayınca iyice hiddetlenip daha sert vurmaya, hatta tüfek dipçiği ile vurmaya da başladılar.
İsmail ilk yapması gereken şeyi akıl etti, yutma uğraşından vazgeçerek ağzının içindekileri çiğnemeye başladı. Ağız içindeki yufka haplar, dişler devreye girince kolayca dağılıp ufaldılar ve kendiliklerinden boğazı aşmaya başladılar. Kısa sürede, ağzının içinde ne var, ne yoksa yutmuştu. Haplar sanki ilk anda etkilerini göstermekteydi, başındaki hışırtılı ağrılar hızla yok olmuşlardı.
Hemşire dışarı koşturdu. Doğruca hemşire bölmesine giderek telefona sarılıp nöbetçi doktoru çağırdı.
Genç doktor, telaşla geldi. “Nasıl kaptırdınız ilaçları hastaya?” diye sordu.
Hemşire mahcup, “tablanın içinden kaptı hocam,” dedi.
Doktor kızdı ona. “Tablayla ne işin vardı hastanın yanında! Alıp götürseydin ilacını!”
“Düşünemedim efendim!”
“Düşün! Vazifeni doğru dürüst yapmak için! Çağır şuradan iki hastabakıcı da gelsinler!”Hemşire koşturup giderken erlere döndü. “Bi zahmet kollarını arkasından kelepçeleyin şunun!” İsmail’in yüzündeki darp izlerini fark etti. “Ne yaptınız? Darp mı ettiniz buna?”
Erlerden biri İsmail’in bileklerini arkasından kelepçesiyle zincirlerken diğeri doktora cevap vermeye başladı. “Hapları geri alabilmek için biraz zor kullandık doktor bey!”
“Alabildiniz mi?”
“Maalesef alamadık. Yuttu.”
“Hastalara bu şekilde zor kullanmak vazifenize dahil mi sizin?”
“Gerektiğinde…”
“Gerektiğinde de bu şekilde dövemezsiniz hastalarımızı! Bu sizinki maksadını aşmak olmuş! Cezanızı komutanlarınız versin! Hakkınızda vukuat defterinize yazacağım!” Vukuat defteri, jandarma komutanlığı yetkililerinin, görevlendirdikleri personel hakkında hastane yetkililerinin vukuat bildirmeleri için hastanede bulundurdukları bir defterdi. “Aslında hasta hakkında bir darp raporu tanzim edip mahkemede yargılanmanızı da sağlayabilirim, ama bu defalık komutanlarınıza havale etmekle yetineceğim!”
Erlerin paçaları tutuştu, kıvranmaya başladılar.
Hemşireler ile hastabakıcılar geldiklerinde bir fırça da onlar yedi. “Beyzadelerimiz çağırılmadan da gelmiyorlar!”
“Odada birer cigara içelim dediydik doktor bey…”
“Bu devlet müstahdem odasında çay sigara için diye maaş ödemiyor size! Tutun şu hastanın iki kolundan, asker arkadaşların refakatinde, aşağı acile indirin! Midesi yıkanacak!”
*
Ayakkabıcı Metin kızları kendi evine götürmüştü. Eşinin hazırladığı masada yemeklerini yiyerek sohbete koyulmuşlardı.
Lale, “Bankadan çektiğin parayı nasıl ödeyeceğiz sana, Metin amca?” diye sordu.
“Dükkanda çalışacaksın ya, keserim haftalığından.”
“Haftalığımın tamamını kes.”
Metin, sevecenlikle, “Tamamı olmaz. Hem ben bilirim ne kadarını keseceğimi. Sen işine bak!” diye çıkıştı.
Lale sabırsızdı. Bir an önce kötü anlarla başbaşa kalmak istemediği evden uzaklaşmak derdindeydi. “Bir an önce başlamalıyım çalışmaya.”
“Tek kolla mı? İyileş de öyle başlarsın…”
“Tek kolla yapılacak işler de vardır be Metin amca! Bir an önce başlamak istiyorum ben.”
Metin, kızın kararlı olduğunu görerek, “Tamam. Kendini iyi hissettiğin zaman başlarsın,” dedi.
*
İsmail, midesi yıkanıp da henüz erimemiş haldeki haplar dışarı alındığında, hiç hap yutmamış haline geri dönmüştü. Onca dayağı boşu boşuna yemişti ve üstelik öğürte öğürte boğazına sokuşturdukları hortumun sıkıntısı cabasıydı.
O günden sonra, onun üzerindeki önlemler daha da arttırılmış, nöbetine ise bir onbaşı ile usta bir er verilmeye başlanmıştı. Birkaç gün sonra geçireceği bir uyuşturucu krizi sırasında kırıp dökmeye başlayınca deli gömleği giydirilip yatağa bağlanarak zar zor zapt edilmişti. Sakinleştikten sonra da ilaçları değiştirilerek serumla birlikte sıvı ilaçlar verilmeye başladı. Bu yeni durumda, sıkıntıları günbe gün azalmış ve sonunda bol bol uyumaktan başka bir istek duymaz olmuştu.
*
Kazım Köseabdi, uyandırıldığında dün akşam yattığı bir uykudan uyanmış gibi hissetti kendini; oysa bu gün ameliyattan sonraki dokuzuncu gündü. Hemen tek kişilik bir servise alındı. Orada kızlarından öğrendi dokuz gündür uyuduğunu. Hayret etti. Konuşamıyordu, soru soramıyordu, ama mutluluk çığlıkları atan kızlarının söyledikleri her şeyi duyuyor ve anlıyordu.
Birkaç gün sonra, o da Lale’nin işgüzarlığından hastane masraflarının had safhaya ulaştığını duydu ve kendi kendine kara kara düşünmeye başladı.
O arada Lale ayakkabıcı dükkanında tezgahtarlık işine başlamıştı. Sabah erkenden hastaneye geliyor, vizite saatine kadar babasını ziyaret ediyor, vizite saatinde doktoruna görünüyor, sonra da işine gidiyordu.
Akşam altı olup da işinden çıktığında yeniden hastanenin yolunu tutuyordu. O saate kadar babasına refakat etmiş olan Sinem’i eve yollayıp kendisi beklemeye başlıyordu. Saat onbir sularında Çiğdem gece refakatçiliği için gelince, bu defa da Lale tutuyordu evin yolunu.
Kaldıkları ev hala Metin’in eviydi; kendi evlerine gitmeye hala hazır değildiler ve bunun için babalarının taburcu olmasını beklemek kararındaydılar.
*
Lale, gene bir akşam üstü paydostan hemen önce, her gün yaptığı gibi yerleri paspaslıyordu. O, akşam temizliğini tamamlar tamamlamaz paydos edeceklerdi.
Paşmak Ayakkabı Evi’nde işler bu gün de, dünün, dünden önceki her günün tıpkısıydı. İnsanlar gene akın akın ayakkabı almaya gelmemişti. Gene, gelen sekiz on kişinin yarısı, zulüm edercesine onlarca ayakkabıyı raflardan indirtip, denedikleri ayakkabıları beğenmeyerek çekip gitmişti.
Lale’nin, zulüm ederek çekip giden müşteriler de, alıcı müşterilerin kıtlığı da hiç umurunda değildi. Şartlar ne olursa olsun, şikâyetçi değildi. İki, üç çift ayakkabı da satsa, yirmi çift ayakkabı da satsa, o, bu işin emek faktörü değil, müteşebbislik yönünü çözmeye çalışan stajyeriydi.
Ayakkabıcı olmak kararını verdiğinden beri; bu iş, yapmak istediği işti. Metin’in yanına tezgâhtar olarak işe girmesindeki maksadı mesleğin sırlarını öğrenecek, sonra da kendisi küçük bir ayakkabı mağazası açacaktı. Hayallerinin tamamı bundan ibaretti...
Dükkân sahibi Metin, masasındaki dağınıklığı toparlayıp çekmecelerini yerleştirirken, onun tam zıttı şeyler düşünüyordu. O, oturduğu yerde bir karış suratla, elindeki paspasa yakışıklı bir kavalyeyle dans ediyormuşçasına figürler yaptırarak akşam temizliği yapan şu hayalperest kızın, bu işin gerçeklerinden bihaber idealine sinir ola ola, giderleri gelirlerini çoktan aşmış olan şu dükkânı yağlı bir müşteri bulduğunda gözünü kırpmadan devretmek istiyordu.
Ayakkabıcılar sokağında ki diğer vitrinlerde istediği modelde bir ayakkabı bulamayan Cem, geldi, yeni bir umutla Paşmak Kundura evi’nin vitrini önüne dikilip vitrinde sergilenen ayakkabıları incelemeye başladı. Vitrinin iç tarafındaki açık kumral, lüleli saçları fark edince aklından ayakkabı çıktı, gitti. Bir süre bekleyerek sırtı dönük kızın yüzünü görmeye çalıştı, ama kendini paspas yapmaya kaptırmış olan kızın yüzünü dönme ihtimali yok gibiydi. İçeri girmeye karar verdi.
Lale dükkâna bir gelen olduğunu fark etti. Paspası bir kenara bırakarak, gelenle ilgilenmeye yöneldi. Dönüp baktığı yerde sadece, ama sadece simsiyah, üzüm gibi bir çift gözle karşılaştı. Hayatında ilk defa bu kadar güzel bakan bir erkeğe rastlıyordu.
Cem de, kızın ela-yeşil karışımı gözbebeklerindeydi. Bakışların birbirine kilitlendiği o hipnotizmadan çıkamadan; duyulur duyulmaz bir sesle, “hayırlı işler!” diye seslendi. Vitrinde, önceden beğenip seçmediği, hemen o anda rasgele parmağını uzattığı yerdeki bir ayakkabıyı göstererek, “vitrindeki şu ayakkabının kırk üç numarasını çıkartabilir misiniz!” dedi.
Kendini toparlayan Lale, genç adamın işaret ettiği ayakkabıyı görmeye çalışarak baktı. “Şunun mu?”
Cem, gözlerini kızdan ayırıp kızın gösterdiği ayakkabıya bakmadı bile. “Evet,” diyerek kestirip attı. Mağaza duvarına monte edilmiş raflardan istediği ayakkabıyı indirirken de, ayakkabıyı kutusu içinden çıkartıp tekini ona uzatırken de, o adeta kızın güzelliğini ölçüp biçmekle meşguldü. Güneşin yakmaya kıyamadığı, açık bal renkli,yeni doğmuş bebe gibi tazecik, körpecik, bir güzellikti kızınki...
Lale, genç adamı daldığı yerden çağırır gibi seslendi. “Şöyle oturup bir deneyin isterseniz.” Kız bir pufu işaret ediyordu. Cem, gösterilen yere oturdu; hızlı hareketlerle ayağındaki ayakkabısını çıkartıp verilen ayakkabıyı ayağına geçirdi. Aynı hızla inceledikten sonra çıkartıp iade etti ve kendi ayakkabısını giyerek ayağa kalktı. “Tamam. Alıyorum bunları. Bir zahmet paketleyiverin...” Hayatında ilk kez bu kadar hızlı inceleyip beğendiği bir ayakkabıyı satın alıyordu. “Fiyatı?”
Lale, ayakkabıları kutusuna yerleştirip bir poşet torba içine sokuştururken, yıldırım hızıyla satış yapılan bu kolay müşteriyi, aslında kırk beş lira olan ayakkabı fiyatında indirim yaparak ödüllendirmek istedi: “Kırk lira.” Genç adamın cebinden çıkartıp uzattığı paraları almayarak Metin’i işaret etti, “Kasaya lütfen!”
Cem, Metin’in önüne gidip parayı ona teslim etti.
Metin aldığı parayı masanın çekmecesine koyarken, “Allah bin bir bereket versin!” diye mırıldandı.
“Bereketini görün.”
Cem, kızın elindeki poşeti almak için uzandı. Gözleri Lale’yi tavlamaya çalışırken eli gitti, Lale’nin poşeti tutan elinin üstüne kondu. Bu temas, her ikisini de çok heyecanlandırdı.
Lale, o, ayakkabı mağazasını terk ederken, hala ona bakmaktaydı.
Metin, masasından “Senin maaşından keseceğim yaptığın indirimleri; ona göre…” diye söylenmekteydi.
Metin’in söylenmesi bir kulağından girip ötekinden çıktı. Genç adam gözden yitinceye dek ardından baktıktan sonra, “İçimden geldi, be Metin abi. Alışverişini çabucak yapıp, beni üzmediği için,” diyerek paspası tekrar eline alarak yarım kalan temizliği yapmaya koyuldu. Elindeki paspasa figürler yaptırarak dans ettirirken herhangi bir yakışıklı kavalyenin kollarında değildi artık; kavalye belirlenmişti.
Metin, zoraki gülümseyerek, “sırf onun için mi?” diye sordu.
Lale de gülümsedi. “Eh, yakışıklılığının da etkisi oldu elbet…”
“Her yakışıklı müşteriden beş lira noksan alırsan bu dükkân iflası çeker. Hoş, zaten çekti ya…” Metin, masasındaki çekmeceleri kilitleyerek ayaklanırken, “hadi artık, bitir şu temizliği de çıkalım,” dedi. “Yarın sabah bankaya uğrayıp, öyle geleceğim. Dükkânı sen açarsın, emi!”
“Olur.” Lale, paspası dip taraftaki yerine götürüp, oradaki askılıktan ceketini giyinerek döndü. “Hazırım…”
Metin dükkânın önüne çıkarak dükkânın kepenklerini kapatmaya koyuldu.
Lale, dükkândan çıktıktan sonra, “ hayırlı akşamlar!” diyerek dükkândan uzaklaşmaya başladı.
“Hayırlı akşamlar!