Uyumsuzluğun
tezahüründe yitip giden bir söylenceden her ne kadar medet ummasam da
belirsizliğin tokadında ansızın sızan bir hegemonyada vuku bulan dirayeti
sınanan kırık bir cümle.
Bağdaş kurmaksa en
alası hele ki sonsuzluğun izdüşümü yine soyut bir surette kanayan bir yara
kadar da acısı derine işleyen...
Mantığın birincil
işlevi: Doğruyu yanlıştan ayırmak yine de göreceli hangi seçeneği eleyeceksiniz
de varacaksınız doğru edime? Yüklü bir fatura şu sessizlik hem de en gürültülü
hezeyan, anlam bulmazken ve her nasılsa anlamlandırmakla yüklü ömrün seyrinde,
tokalaştığınız kaderin pek de rağbet etmediği mutluluk.
Pervasız olduğu kadar
anlık bir peyzajda daldığınız o derin huşu ve her nasılsa imgelemin gücünden
sızan sayısız ve reşit olmamış söz öbeği ki müsebbibi tüm tahakkümlerin gölgeli
ve revnak sancısından yine güzeli ve beyazı katleden.
Ne çok söz oyunu.
Ne kadar yapsanız
mantık cambazlığı, erip ereceğiniz hidayet aslında tek kazanımınız. Bu yüzden
varsıl bir bakış açısında güme giden doğurgan buyrukları evren denen çıtayı ne
kadar yükseltseniz de varmaktan haz etmeyen kim ise yeter ki boyunduruğuna
gömsün aczini ve nefretini.
Evren…
İnsan…
Görsel bir hakkaniyet
olsa da İlahi Adaletin tecellisi değil mi teselli bildiğiniz her ne kadar
gecikse de asla umudu kesmediğiniz.
Hırpani bir var oluş ki
hiçlikle imtihanı asla göz ardı edemediğiniz.
Bildiğimiz mi,
bildiğimizi sandığımız mı?
Kesin bir çizgi
olmadığı çok aşikâr; bu değil mi yeni günü teğet geçmeden asılı kaldığımız o
pervazda hayata bakış açımızı biçimlendiren ve tüm ayrımcılığı tek hamlede es
geçen insan sevgimiz…
Kımıltısız dünyalar
nasıl ki us’a bir anlam yüklemiş o zaman bir önemi kalacak mı mantık dâhilinde
yaşamayı maharet bilmekten de öte varlığını sorgulamayan her kim ise, tüm
sakıncaları yok sayıp, altına attığınız o imza ile yeni bir keşfin sancılı
doğumu ve akabinde eşlik eden en mutlandırıcı o mutlak gerçek: haz etmenin
ötesinde haiz olduğunuz.
Yabancı kılmak mı
yabancı kalmak mı?
Bakış açısını
biçimlendiren bir öngörü ve değişmez tek gerçek: Kendimize yabancılığımız…
Sokrates’in ‘’kendini
tanı’’ söyleminin değeri işte bir kez daha kıymete biniyor:
Günahlarımız,
bilemediğimiz hangi sevapsa nasiplendiğimiz, erdemli olmak adına bağdaşmakla
mükellef kılındığımız soyut izdüşümü yine mekândan ve zamandan bağımsız bir
açılımla, rağbet etmenin de ötesinde hayatın merkezine yerleştirdiğimiz ki
anlam bulmaktansa adlandırma gayesi ile saf tuttuğumuz o kavşakta beklemek
kadar yorucu bir edimle tüm ömrü idame ettirdiğimiz.
İstemek ki mahiyeti
tartışılır doğrusu ve ne çok çelişki pek rağbet etmesek de maruz kaldığımız
yine de devinen rahmetin avucumuza düşen ikbalinde sığınak bilmekle eş değer
bir muafiyet tüm göreceli gölgelere paye verirken ve bir yandan kaybolmuşluğun
yarattığı arayıştan yarına uzanırken istiflenen onca ön yargı ve yetinmeyi
bilemezken âdemoğlu, sarmalında döngünün ve bıçak sırtında hangi taarruzu ise
bertaraf etmekten öte ummak ve dilemek içten içe…
Dünyanın gerçekleri
uyuşmasa da gerçeklerimizle bulmak adına o orta yolu, hakkından gelmek belli ki
olumsuzlukların tek bariz sunumu hissiyat denen olgunun ve tüketirken türetmeyi
meziyet bilen bir zihniyet yine hem de varsıl bir eksende kayıp gitmenin de
ötesinde her gün defalarca ölüp, can bulmak adına o canhıraş telaşımız.
Ve tek gerçek…
Varlıklarımızın
sınandığı o sırat köprüsünde külfeti yine bağnaz ve muhalif düşünceler kadar
sıkıntı yaratan ve sahip olduğumuz o kaygı eşiği.
Heidegger’in ele aldığı
o ölçüt:
‘’Kendini yitirmiş
insan için çabucak geçip giden, kısacık bir korkudur bu kaygı.’’
Hele ki bilince
yaklaştıkça devinen bunalım denen sirkülasyon ve yeniden kendini bulan o var
oluş.
Ölüm bilinci ki
kaygının çağrısı ve kendi içinde çelişen bilinç denen evre. Uyanık kalma
kaygısıyla, yıkıntılar arasında yolunu aramakla eşleşen bir devrialem.
Ardı arkası gelmeyen
cümleler iken basireti bağlanmış bir teselli yine addedilen belki de
Kierkegaard’ın sunumundaki şu ibare teskin etmekte tüm kaygılarımızı:
‘’Sessizliklerin en
kesini susmak değil, konuşmaktır.’’
Mademki dünya denen
olgu mantığa aykırılıklarla çevrelenmiş, tek gerçek değil mi; işte bu açık,
demek ama sadece göreceli bir sonuç zira her birimizin çevresinde onca duvar
konumlanmışken, her şeyin kaos olduğu gerçeğini nasıl bertaraf edeceğiz?
İçimizdeki çağrı ve
dünyanın koşullanmış handikabında nasıl bir sunumsa ömür, özlem duyduğumuz
sadece erişeceğimiz noktada bulduğumuz en kestirme yol, tüm uyumsuzlukları tek
kalemde erişilebilir bir yaşam evresine taşımak.