Son durakta şoför, dışarıda sigarasını içerken binenler akbimini okutmadan geçmesinler diye kapıları kapalı bırakmıştı. İşe yetişecekler kapının önündeki kuyruğa eklenip uzun süre onun sigara keyfini bekledi. Nihayet hareket saati gelip de yerine geçen şoför kapıları açınca yolcular sükunetle içeri geçmeye başladı. Otobüs bir anda doldu. Kız, şişman bir kocakarının başını tuttuğu koltuğun öbür tarafına geçip oturabilmek için müsaade istedi. Kocakarı kalkmadan bacaklarını şöyle bir çekip kızın geçmesini bekledi; bacaklarıyla ön koltuğun arasındaki bir karıştan daha dar aralıktan geçmeye çalışan kıza ters ters baktı. Kız, ayağındaki ayakkabının sivri topuğunu kocakarının ayağı üstüne koyup abandı.
“Ayyy!” diye bir feryat koptu kocakarıdan; sonra, “dikkat etsene kızım!” diye bağırarak azarladı kızı.
Kız, “bilerek basmadık heralde! Kıçını camın önüne kadar kaydırıvereydin sende!” diye söylenerek geçip oturdu.
Her ikisinin mimiklerindeki gerginliği belirleyen kırmızı boyalı pikselleri telefonumun ekranında donduruyorum. Bu şişman kocakarının ve çakma sarışın genç kızın yazacağım öykünün iki karekteri olmasına karar veriyorum. Onlar için nasıl bir öykü kurgulayacağım? Kafamın içinde beliren her kurgu öncekini öteleyerek kendini var etmeye çalışıyor. O arada ikisine de birer isim bulmam gerektiğini fark ediyorum. Evet, kocakarının ismi Şadiye mi olsun, Şaziye mi olsun diye düşünürken ani bir kararla bana hep aksi kocakarıları çağrıştıran bir isim olduğu için Mücella koymaya karar veriyorum. İyi de bu muzır kıza onun bu munzurluğunu çağrıştıracak bir isim bulmam zor olacak. O da… Cadı anlamına gelen Muzu olsun.
Muzu’ya ikide bir genç kız deyişime bakmayın, aslında karnında beş aylık erkek cenin taşıyan bir anne adayıydı. Şişko Mücella’nın kendi koltuğundan sonra onun koltuğunun da yarısına kadar yaydığı kıçıyla cam kenarında iyice sıkışarak otururken eline telefonunu alıp gelen mesajları okudu; çoğu banka gibi yerlerden gelen ıvır zıvır şeylerdi, onları sildi. Üç dört durağı böyle geçmişken, ön kapıda beliren gürültüyle başını kaldırdı. Herkes aynı yere bakmaya başlamıştı. Duraktan binenler biter bitmez şoför otomatik kapıyı kapatmış, son anda yetişen biri daha binmek isteyerek açması için kapıyı yumruklamış, şoförde açmış, kapıyı yumruklayan adam kendini içeri attıktan sonra otobüs hareket etmişti.
Muzu ayaktakilerden ne şoförü, ne de yeni yolcuyu görebiliyordu. Seslere kulak vererek ne olduğunu anlamaya çalıştı.
“Taksim’e gitmiyor musun?” diye bağıran yeni yolcu olsa gerekti.
“Taksime gidiyorum!” Tabii ki, bu da şoför.
Laflaşma bu ikisi arasında sürdü.
“E? Beni niye almıyorsun madem?”
“Aldım ya!”
“Az kalsın almayacaktın. Korktun da aldın!”
“Niye korkayım senden lan!”
“Çünkü ben korkuncum!”
Muzu, yolcunun bu lafını duyunca, onun sarhoş olduğuna hükmetti. “Sabah sabah kolonya içmiştir,” diye geçirdi aklından.
Şoför, “tamam, çok korkunçsun, korktum senden,” diyerek aşağıdan aldı. “Akbimin yok mu? Okutup geç arka tarafa!”
“Akbimin de, icadedenin de…” diye küfür etti yolcu. Önünde dikildiği yolculardan birine, “benim için senin akbimini okutuver emmi!” diye emretti.
Emredilen adam beladan sakınmak isteyerek, “tamam, okutayım,” diyerek onun için kendi kartını optik okuyucuya tuttu.
Yıpranmış kılığı içinde kir pas içinde bir oğlandı. İrin gibi bir koku saçıyordu. Arkaya doğru ilerlerken herkes ona değmekten sakınarak yolu açıyordu. Geldi, Mücella’nın tepesine dikilip koltuğunun kenarına tutundu. Şişko Mücella, sabah sabah başına gelen bu ikinci belaya korkudan bakamadı bile, Muzu’yu cama doğru daha da sıkıştırarak oğlanın temasından kurtulmaya çalıştı. Yanına oturan şu terbiyesiz kızın dediği gibi, keşke kıçını kaydırıverip cam kenarına otursaydı! Hırpani oğlan belini bir sicimle sıkmış olduğu bol pantalonunun cebinden çıkarttığı bir poşeti burnuna götürdü. İçindekini derin derin soludu. Poşet, o nefes alıp verdikçe şişip söndü. Ortalığı keskin bir tiner kokusu kapladı. Otobüstekiler gözlerini ona çevirip nefretle bakmaya başladılar. Oğlan bakanları hissettiği an, “ne bakıyonuz lan? Lanet olasıcalar! Ya sen neye bakıyon lan? Ya..ak mı var burda? Bir otobüs dolusu o..spu çocuğu.” diye çıkıştı. Bakanlar, hiç bakmamış gibi kafalarını çevirdiler.
Onların morarmış suratlarına ait pikselleri telefonumun ekranında dondurdum. Tinerci oğlan öykümün içine bu kadar girmişken ona da bir ad koymalıydım. Bir zamanların meşhur tinercisi Feliçita Mehmet’in adını koyayım, hem böylece ölüp giden o zavallıyı yadetmiş olurum. Aslında bu aşamadan sonra karnında bir bebek taşıyan Muzu’yu beladan uzak tutmam gerekir; vicdanlı bir yazar öyle yapar, ama Muzu’nun beladan uzak durmak gibi bir tavrı yoktu ki!
Muzu, başını çevirmiş Feliçita Mehmet’e bakıyordu. Kendini iyice sıkıştıran Şişko Mücella’dan acı bir intikam almaya karar vermişti. Oturduğu yerden doğruldu, “müsaade et!” diyerek kendini koltuğun dışına attı. Feliçita Mehmet’e, “otur!” diyerek boşalttığı yeri gösterdi.
Şişko Mücella kızın kalkmasına sevinerek kendini boşalan yere kaydırıyordu ki, Feliçita Mehmet kendisi için boşaltılan yere kaymaya yeltenen Şişko Mücella’ya, “abla orayı bana verdi, sen geç yerine kocakarı!” diye çıkışarak ona mani oldu. Korkuyla toparlanan Şişko Mücella’nın bacaklarına sürtünerek geçip cam kenarına oturdu. Yine poşetini açtı, salgıladığı sümükler ağzına kadar inerken burnunu daldırdı içine. Şişko Mücella bu tinerci sapığı yanına oturtan Muzu’ya nefretle baktı. Ona yapılacak şey miydi şimdi bu? Manyak kız! Nefret duygusunun karşılıklı olduğunu söylememe gerek yok tabii ki! Şişko Mücella, otobüsün ilk durduğu durakta sinirli, ayaklandı.
Feliçita Mehmet, bir an onun elindeki poşeti kapacağını sanarak poşetini sımsıkı tutup yanına gizledi.
Şişko Mücella, “İnecek var şoför efendi!” diye seslenerek kapıya doğru ilerlemeye başladı. İndikten sonra hareket edip önünden geçen otobüsün camından hem Muzu’ya, hem Feliçita Mehmet’e nefretle baktı.
Telefonumun ekranında onun nefretle baktığı anın sarı pikselleri dondu, kaldı. Tamam, Şişko Mücella’nın öykümdeki rolü bu kadar! Şimdi elimde sadece iki kahramanım kaldı. Bakalım, ikisi öyküme nasıl bir katkı yapacaklar?
Herkes Feliçita Mehmet’in yanına oturmaktansa yolculuğu ayakta sürdürmeyi tercih etti. Otobüs tam Halaskargazi caddesinden çıkıp Taksim Meydanı’na saptığında Feliçita Mehmet birden altına işedi, zaten leş gibi kokan pantolonu iyice battı.
Muzu, bu iğrenç görüntü karşısında karnında taşıdığı bebeğin yarattığı hassas durumu yüzünden bir öğürdü, ağzına gelenleri tutamayarak ağız dolusu kustu. Kusmukları olduğu gibi Feliçita Mehmet’in üstüne döküldü. Utanç ve korku duygularını bir anda yaşamaya başladı. Özür dileme telaşına kapıldığı o an, üstüne kustuğu oğlanın tepkisini fark edemedi bile.
Feliçita Mehmet, bir anda üstüne kusulmuş olması nedeniyle çıldırmıştı. “Naptın lan sen, orospu!” diye çığlık atarak ayaklanmış, Muzu’ya saldırmıştı.
Muzu, “Özür dilerim! İstemeden oldu!” demeye çalıştı. Sözünü tamamlayamadı.
Feliçita Mehmet’in elinde beliren bir çakının ucu karnına girdi çıktı.
Muzu birden durakladı. Karnına bir gaz sancısı mı girdi, yoksa başka bir şey mi, ne? Korkarak karnındaki sancının geçmesini bekledi. Elini karnına koydu ve bebeğin içinde kıpırdadığını hissetti.
Telefon ekranımda onun korkulu mimiklerine ait mor pikseller dondu, kaldı.