Kaçak
Bir orman içindeyim. Gitmem gereken yol meçhul, varacağım yer
meçhul… O kadar çok yürüdüm ki ayak tabanlarım su toplamaya başladı. Diz
bağlarım ağrıyor. Her yan ağaç. Güneş, ara sıra ağaçları aşarak bir “ce-e!”
deyip gidiyor. Orman, eşittir sonsuzluk! Kuşları seviyorum. Onlar ise beni
korkutmaya çalışıyorlar. Korku filmlerinin efektlerini andırıyor sesleri.
Güneşin olmadığı yerde gölge oyunları sahne alıyor, bir piyesin hareketliliği
içinde sarmaş dolaş olup çevremi kuşatıyorlar. Ne kuşlar, ne gölgeler
korkutacak kadar gaddar değiller, yok öyle bir his yüreğimde. Ama biliyorum ki,
korkacağım bir an da olacak. Er ya da geç kendi çığlıklarım dolacak
kulaklarıma. Korku öykülerinde bu kaçınılmaz sondan kurtuluş yoktur. Son çığlık
ve sonsuz suskunluk…
Yüreğim buz gibi. Ruhum güçlü pençelerime yakalanmış,
kıskıvrak. Ellerimle dokunduğum her şeyin enerjisi ruhumu yakıyor. Kaçıyorum.
Kaçmak kendi tercihim değil, hayır! Suçlarımın bedelini ödememek için de değil.
Kaçıyorum, çünkü…
Çünkü ben farklıyım. İnsanların içinde barınamayacak kadar
farklı. İnsanlar, beni aralarında barındırmak istemediler. Yok etmek istediler…
Buna üzülmemeyi öğrendim. Şimdi de kaçıp kurtulmayı öğrenmeye çalışıyorum.
Diz bağlarımın gövdemin ağırlığına tahammülü kalmadı artık.
Az dinlenmeliyim. Bir şeyler yemeliyim. Sırt çantamı omuzlarımdan alıp yere
koyuyorum ve yanına ben de çöküyorum. Çantanın içinden bir parça peksimet
çıkartıp yiyorum. Belimdeki kemere astığım mataramı çıkartıp birkaç yudum su
içiyorum. Suyum ve yiyeceklerim çok az, iki gün ya yeterler, ya yetmezler. Daha
sonra ormanın ikram edeceği bir şeyler olur herhalde. Son çığlığı atacağım ana
kadar! Kolay avlayamayacaklar beni, hayır! Çizmemin içinde tuttuğum büyük avcı
bıçağımı kontrol ediyorum. Duruyor yerinde. Bir saldırı anında kullanabileceğim
tek silahım o. Yorgunluk gözlerime uykuyu hissettiriyor, az bir şey de olsa
uyumalıyım.
Uyumaya başladığım an bilincimin yerini alan bilinçaltım beni
korkutmaya çalışıyor. Bir ses yumağına korkunç bir yüz takıp siyah bir cübbe
giydiriyor. Sesler, frekans ayarları bozulmuş bir radyonun ibresi yayın
istasyonları arasında dolaşıyor gibi. Ses düğmesi açıldıkça yükselerek
dayanılmaz bir gürültü halini alıyorlar. Bilinçaltımın bu oyununu altetmemin
tek yolu bilincimi yeniden devreye sokmak; öyle de yapıyorum.
Gözlerimi açtığım an cübbenin başlığı içindeki o korkunç
suratı karşımda buluyorum. Suratın göz çukurları karanlık birer boşluk. Attığım
korkunç çığlığın aynısını yaratık da atıyor. Sırt çantamı kaptığım gibi koşmaya
başlıyorum. Koşarken sırt çantamı da omuzlarımdan geçiriyorum. Ağaç dallarının
kuru çıkıntıları suratıma çarptıkça yaralar açıyor. Soluk soluğayım, nefes
seslerimi duyabiliyorum. O korkunç yaratığın hala peşimde olduğunu
hissedebiliyorum. İzimi kaybettirebilirim belki diyerek sürekli yön
değiştirerek koşuyorum. Kendimi bir aslanın saldırısından kurtulmaya çalışan
ceylan gibi hissediyorum. Kurtulmam mümkün olmuyor yaratıktan, nereye
yönelirsem o da peşimden geliyor.
Yönümü bir kere daha
değiştirirken başımı arkaya çeviriyorum. Tam o an bir boşluğu basıyorum ve
dengem bozuluyor. Yüksek bir yardan uçmaya başlıyorum. Ve yamacın dibindeki bir
göletin derin suları içinde buluyorum kendimi. Suyun içine gömülmüş haldeyim.
Su buz gibi, adeta bir buz kalıbının içinde gibiyim. Bir an önce yüzeye çıkıp
nefeslenmeliyim. Tam nefessizlikten boğulmak üzereyken su yüzeyine ulaşmayı
başarıyorum. Derin derin nefesleniyorum. Takatsiz kulaçlar eşliğinde kıyıya
ulaşıyorum. Tepemdeki Güneşin sıcaklığını hissetmeye çalışarak kendimi sırtüstü
yere bırakıyorum. Yattığım yerde çevreyi görmeye çalışıyorum. Bulunduğum
çukurluğun çevresi usta bir dağcının bile tırmanamayacağı yüksek yarlarla
çevrili.
Çaresizlik içinde ne yapabileceğimi düşünmeye çalışırken,
birden, göletin karşı kıyısında ki ejderhayı fark ediyorum. “Aman Allah’ım!”
Sonumun insanların elinden olacağını düşünerek kaçıp kurtulmaya uğraşırken dev
bir ejderhaya yem olacaktım. Sanki hiç kıpırdamadan, hatta nefes almadan öylece
durursam ejderha beni görmeyecekmiş gibi hareketsiz beklemeye başlıyorum.
Ejderha ise beni çoktan fark etmiş, gözlerini bana dikmişti bile! Bir
ejderhanın gözlerini dikip baktığı bir beden, sadece bir porsiyon etten
ibarettir. Sonumun geldiğini gözlerimle görebiliyordum. Acı çekmeden, bir anda
ölmeyi dilemekten başka yapabileceğim hiçbir şey yok. Yine de bir korkak gibi
ölmemeliyim. Kendimi toparlamalıyım ve savaşarak ölmeliyim.
Derin derin nefes alarak
vücudumu pozitif enerjiyle yüklüyorum. Bedenimi gerip tüm adelelerimi
şişiriyorum, tüm gücümü onlara yönlendiriyorum.
Çizmeme uzanıyorum ve avcı bıçağımı elime alıyorum. Sırt çantamı soyunup
yere bırakıyorum ve suya girip gözlerimi canavarın gözlerinden ayırmaksızın
karşı kıyıya yüzüyorum.
Kıyıya çıktığımda ejderha hiç kıpırdamadan durmayı sürdürüyordu.
Gözlerini kırpmadan benim hareketlerimi izliyordu. Derin bir nefes alıyorum ve
ona doğru yürümeye başlıyorum. Savaş başlayabilir!
Birden bire canavarın sesi gürlüyor. “Beni elindeki o çakıyla
öldürebileceğini mi sanıyorsun? Senin yerinde olsam bu sevdadan vazgeçerdim!””
Avcı bıçağımı ona doğru uzatıyorum ve “beni kolayca yemene
izin vermeyeceğim!” diye bağırıyorum.
Ejderha bir gagayı andıran uzun ağzını ayırarak sivri
dişlerini göstere göstere gülmeye başlıyor. “Ha ha ha ha! O kadar iğrenç
görünüyorsun ki, korkarım seni yedikten sonra ishal olacağım! Ha! Ha! Ha! Ha!
Ha!...” Dev bir kertenkeleninkini andıran kuyruğunun bir darbesiyle beni suyun
içine savuruyor. “Önce bir banyo yapıp temizlen!”
Suya düştüğüm an elimdeki hançer de düşüyor suya ve derinlere
kayıp gidiyor. Hemen toparlanıp tekrar kıyıya dönüyorum. Kıyıya ulaştığım an
ejderha doğrulup üstüme gelmeye başlıyor. Kaçabileceğim bir yer olup olmadığına
bakınıyorum. Yok öyle bir yer. Her yer sarp kayalık. Yine derin nefesler alarak
adelerimi geriyorum ve ejderhanın saldırısı anında ona karşı koymaya
hazırlanıyorum. Ejderha yaklaşıyor ve ağzını açıp sivri dişlerini bana doğru
uzatıyor. O an direncimin yok olduğu ve korkudan altıma sıçtığım an.
Gözlerimi yumarak beni ısırıp yutmasını beklemeye başlıyorum.
“Korkma! O bir otobur…”
Radyo cızırtısı böyle sesleniyor. Gözlerimi açıp bakıyorum,
ejderhanın arka tarafındaki kayalıklarda bir çıkıntı üzerinde oturmuş siyah
pelerinli yaratığı görüyorum. Ormanda beni kovalayıp bu çukur vadiye düşmeme
sebep olan yaratığın ta kendisi.
Sesten sonra ejderha da vaz geçiyor üstüme gelmekten. “Ya-aa…Niye mıncıkcılık yapıyosun yaa?” diye
söylenerek hoplayıp zıplamaya başlıyor. “Kıncıkcı sen de! Sen insanları
korkuturken ben karışıyor muyum?”
“Adam korkusundan altına sıçtı, görmüyor musun? Korkudan
öldürecek misin zavallıyı?”
“Sıçarsa sıçsın! Azcık eğleniyorum şurada…”
“İnsanlarla eylenirsin. Bu zavallıyla değil!” Kayalıklardaki
yerinden ejderhanın önüne atlıyor. “Otur oraya!” diye emrediyor. Ejderha itaat
edip olduğu yere çöküyor. Kendisi de yanıma geliyor. Kol yerine tüylerle kaplı
iki kanadı olduğunu fark ediyorum. Pelerininin başlığını indirip suratındaki
maskeyi çıkartıyor. Aman Allah’ım! Gördüğüm surat, normal bir surat değil. Bir
surat bile değil! Sadece bir gaga, ördek gagası gibi. Uzun ince bir boynun
üstünde, saç olduğunu sandığım koyu, siyah tüylerin altında. Dikkatlice bakınca
gaganın ucunda burun delikleri olduğunu sandığım iki deliği görüyorum. Gaganın
üst tarafında da denizaltı periskopunun uç kısmını andıran iki gözü var.
Konuşmaları duyup cevapladığına göre mutlaka kulakları da vardır, ama onları
göremiyorum. Konuştukları ağzından değil, boynundaki bir ses yükselticiden
çıkıyor. Sesinin cızırtılı bir radyo sesini andırması ondanmış demek ki!
Görüntüsü bu kadar komik olunca güleceğim tutuyor. Güldüğüm
için hemen utanıyorum. “Afedersin dostum görünüşün birden çok komiğime gidince
tutamadım kendimi,” diyerek özür diliyorum.
“Sorun değil,” diyen ördek adam önümde bir referans yaparak
kendini tanıtıyor. “Ben, Abdülmütekebbirrezzak Boğazlıkazzak. Bana kısaca ‘a’
diyebilirsin…”
Böyle kibar davranınca onlara karşı duyduğum korkuyu
yeniyorum. Hatta ikisini de sevimli bile buluyorum artık. Ben de aynı centilmen
tavırlarla kendimi tanıtıyorum. “Ben de Kemal Yavuz Paracıkoğlu’yum. Sen de
bana kısaca K diyebilirsin.”
Radyo sesli ‘a’ yanıma geliyor. “Ormanda vebalı görmüş gibi
benden niye kaçtın?” diye soruyor.
“Korktum!” diyorum.
“Seni korkuttuğum için çok özür dilerim! Sana zarar vermek
gibi bir niyetim yoktu halbuki.”
“Niye kovaladın madem?”
“Seni merak ettiğim için. Bu dünyadan olmayan bir yaratık
olduğunu görünce merak ettim seni.”
“Yanılıyorsun,” diyorum ona; “ben bu dünyadanım. Buraya başka
bir gezegenden değil, bu gezegenin geleceğinden geldim. Buradaki insanlardan eş
edineceğim karılarımdan yeni bir soy yaratarak geldiğim zamanın üstün ırkı olan
Türk soyunun oluşumunu başlatmakla görevliyim. Görevimi ifa etmek için
aralarına karıştığım ilkel insanların arasında uğraşırken ilkel erkekler
kıskançlık gösterip beni öldürerek görevimi engellemek istediler. Ben de
çaresiz kalıp kaçarak canımı kurtarmak istedim.”
“Gelecekten bu güne nasıl gelebilirsin? Zamanı geriye doğru
işletemezsin. Mantıksız!”
“Zaman makinasıyla hallediyoruz o işi biz,” diyorum..
“Sanırım sen de bu dünyadan değilsin. Dünyalılardan değişik bir tipin var.”
Pelerinin altından çıkarttığı kanadını (kolunu değil) omuzuma
atıyor. “Ben buraya Sarı Cüce’den sürgün olarak ışınlandım,” diyor. “Gezegenim
Kepler-452b’deki ülkemde demokratik yollardan seçilmiş bir cumhurbaşkanıyken,
ülkemi bir darbeyle ele geçiren diktatör beni buraya ışınladı.
“Seni anlıyorum,” diyorum ona; “Yabancısı olduğum konular
değil bunlar. Bu zamana gelmezden önce yaşadığım ülkedeki seçilmiş
cumhurbaşkanı da getirdiği başkanlık sistemi ile diktatörlüğünü ilan etmişti.”
İşin içine siyaset
girince herkesin çok iyi bildiği bir konu olduğu için devrik cumhurbaşkanıyla
sohbeti koyulaştırıyoruz. O arada ejderhanın oradaki varlığını bile unutmuşum.
Ejderhaya bir göz atarak. “bildiğim kadarıyla ejderhalar et
yerler. Otobur olanını hiç duymamıştım. Onun karnı acıkınca yiyeceği bitkileri
nereden temin ediyorsunuz? Burada gördüğüm kadarıyla ot bile yok, her yan
kayalık. Girip çıktığınız bir gizli kapınız mı var?” diye soruyorum.
Kısaca, “uçuyoruz, diyor.
“O da mı uçuyor?”
Ejderha oturtulduğu yerden, “ne oldu? Beğenemedin mi? Bok
kokulu herif sen de!” diye homurdanıyor.
Gerçekten de altıma kaçırdığım kakam ıslak giysilerime
bulaşmış ve leş gibi kokmaya başlamıştı. “Güneş batmadan önce şunları gölette
bir yıkayıp kurutsam iyi olacak,” diyorum.
Abdülmütekebbirrezzak Boğazlıkazzak, “ben de tam onu
diyecektim,” diyerek gülüyor.
Çıplak kalmaktan
utanarak soyunuyorum ve giysilerimi yıkıyorum. Az kuruduklarında da
giyiniyorum.
Abdülmütekebbirrezzak Boğazlıkazzak, “böyle daha iyi oldu,
diyerek yine gülüyor. Biraz alınganlık gösterdiğimi fark edince ciddileşiyor.
“Gelecek zamandan bu cilalı taş devrine Türk soyunu oluşturmakla
görevlendirildiğin için zaman makinanla geldiğini söylemiştin. Anlat K, o
görevini nasıl tamamlamayı düşünüyorsun?”
Pek fazla detaya girmeden ona bildiğim efsaneyi anlatıyorum.
“Dar ve sarp bir yer olan bu yerin adı Ergene Qon olacak ve ben burada kendi
soyumu üreteceğim. Benden dört yüz yıl sonra benim neslimden üreyen sülalem
çoğalıp buraya sığımaz olunca büyük bir ateş yakıp bu dağları eritecekler ve
Asena isimli bir dişi kurdun yol göstericiliğinde buradan çıkıp dünyaya
yayılacaklar.”
(
Kaçak başlıklı yazı
AliKemal tarafından
11.12.2016 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.