KENDİME ACIYOR MUYUM?
"…Ya bu çabalarımı bırakmak zorunda kalırsam, yenilip pes edersem ne olacak? Yine karanlığa mahkum olacağım niceleri gibi. Ya bir gün unutursam yazmayı ve kendimi? O zaman Hümeyra’nın bir filmde söylediği gibi ‘Kulağıma fısıldayın: Yalnız değilsin, bırakmadık seni..."
Adapazarı’ndan ayrılmadan önce yazmış olduğum hikâyemi yukarıdaki kısmını alıntılayarak Muzaffer hocam şu sözlerle yorumlamıştı: “Nihai karar senin olacak sevgili Çiğdem. Bırakmak zorunda kalırsan, bizim yalnız olmadığını fısıldadığımızda dahi yalnız olacaksın bence. Kendine ayırdığın zamanı rantabl kullanmak için seçim yapıp her şeyi öğrenebilmek, yapabilmek isteğini sınırlayıp edebiyat ise o alana müzik ise o alana daha kesif bir halde efor harcamanın yararına olacağı inancındayım. Bizler bıraksak da bırakmasak da yalnızlık bir seçim olacak senin için.Yenilip pes etmek zaten yalnızlığa çağrı olur sadece, o nedenle bizlerin fısıldamasına ihtiyacın olamaz, yürü yürüyebildiğince.”
Hayatıma yön vermek isterken tanışmıştım kısa boylu mavi gözlü bu adamla. Edebiyat üzerine bir kurs sırasındaydı. Ben ne kadar heyecanlıysam, Muzaffer hocam da bir o kadar sakindi. Sessizliği bile çok şey anlatırdı, susma erdemine ulaşan nadir insanlardandı. Düşünen, irdeleyen, okuyan ve yalnızlığın içinde var olan bu naif adamın karşısında niye ağlamıştım?
Ve şu an tekrar soruyorum: Kendimi ve yazmayı bugüne dek unutmuş muydum? Yaptığım sadece kendi kendime acımaktan başka hiçbir şey değildi. Ve geçmişten kendi geleceğime bir not bırakmıştım kulağıma yavaşça fısıldaması için. Tarihte yer almış ünlü devlet adamları ya da yazarlar gibi büyük öngörülere sahip biri değildim; lâkin benim gibi bir kadının yaşayacağı olayları az çok kestirmesi çok da zor değildi.
Yıllar sonra yeniden memlekete dönmek, yeniden var olma çabası, yeniden yeniden… Şikayetlenmek istemediğim zamanlarda en iyi bildiğim oyunu oynuyordum: Polyannacılık. Her yeni başlangıçta, her zorlukta bana yaşamımın güzel yanlarını gösteriyordu. Yazmak ise içimdeki fırtınaları bir nebze dindiriyor ve farklı bakış açıları sağlıyordu.
Farkındaysanız hâlâ koca bir çocuk gibi mızmızlanıyorum. Neden mi? Çünkü o karanlık dipsiz kuyu öyle etkili ki… Ama içimdeki o savaşçı ruh beni bir Amazon kadınına döndürüyor, bazen de dişi bir aslana dönüşüyorum sanki. Elbette kana susamışlık değildi içimde barındırdığım; bilgiye açlık, öğrenmeye ve üretmeye olan tutkumdu yalnızca. Bir ev kadının haklı mücadalesiydi sadece.
Bugün tesadüfi bir şekilde karşıma çıkan, yirmi beş-otuz yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim kadın, inatla tekrar yazmaya itiyor beni. Görmezden gelmek, inkâr etmek hata. Hikâyelerimin kahramanları zorla da olsa benimle tanışmak istiyor. Bu arada kahramanımın adını Süheyla koydum. Saman sarısı saçları büyük ihtimalle boya olsa da oldukça yakışmış.
Malumunuz birkaç gün içinde kurban bayramı, eşim ve ben tatlı bir telaş içindeyiz. Balıkesir diyince Hasan Baba Çarşısı’nı bilmeyen yoktur ve ismini aldığı din aliminin yatırı hâlâ yerli yerinde. Çok katlı, farklı yönlerden girişi olan bu çarşıda her türlü ihtiyacınızı karşılayabileceğiniz irili ufaklı dükkanlar mevcut. İşimizi bitirip tam çarşıdan çıkarken aceleci olduğuna kanaat getirdiğim kahramanım, eşimle beni hızla yararak geçti. Sol elinde tuttuğu irili ufaklı poşetler alışveriş yaptığını gösteriyordu, sağ kolunda tuttuğu mavi renkli çantasından çalan telefonunu çıkardı ve arkasına baktı. Gözleri buğulu bakıyordu Süheyla'nın. Telefonunu cevapsız bıraktı. Peşinde biri mi vardı? Karşı kaldırıma geçerken de sanki başka geçit yokmuş gibi yine aramızdan geçti. Oldukça bakımlı Süheyla, bacak hatlarını ortaya koyan kot pantolon giymiş, ayaklarında dolgu topuk sandaletler… Üstüne üstlük geriye her bakışında bir endişe, karşıdan gelen kalabalık gruba bodoslama çarptı işte.
Neyse, açıkçası çok sinirlendim elimde olmadan. Memlekete geldiğim ilk günden itibaren yayaların, özellikle de hemcinslerimin dikkatsiz manevraları beni ve eşimi çileden çıkartıyordu. Birçok şehirde yaşadıktan sonra istemsizce mukayese ediyorsunuz tavır, hâl ve davranışları. Trafik kurallarının sadece araçlar için olduğunu düşünmüyorum. Keza ağzımda bir düdük ile her yolda yürüyene, ona buna çarpmasın diye uğraşacak hâlim de yok, değil mi? Büyüklerimiz adap usul öğretirlerdi, yoksa o devirler çok mu geride kaldı?
“’Hayırlı günler’, ‘Müsaadenizle efendim.’, ‘Özür dilerim.’ gibi sözlere kıran mı girdi?” demeden edemiyorum.
H. Çiğdem Deniz