Tek tük araba sesleri geliyor açık penceremden. Gecenin demi iyice çöktü kalbime. Sessizliğimi, düşüncelerimi, hak-adalet üzerine kurguluyorum. Acaba bu dünyada ben haklıyım diyen her kişi gerçekten haklı mı? Haklı olmasına, onu ispat etmeye çalışan senaryosuna inanmalı mı? Her işin o işte rolü olan herkesin bir bütün olduğu varsayımı, hak denilen gerçeğin eksik ve fazlalıklarıyla ortaya dökülmesi, sonucunda herkesin içinde bulunduğu dört duvarlara yansıttığı, katkılarında ki paylaşımlarda değil mi?
Dört duvar arasındaki çığlığı göremeyiz, duyamayız bazen, her ne kadar orada bulunsak da… Her ego, hep ben türünden haykırış, bastırır bu çığlığı… Hani veren el gibi, hizmet görende laf söylemeye kendini haklı hisseder. Hani verenin verdiğini yüzlere vurması gibi! Bağırır, çağırır, hep haklıyım der… Bunu dinleyen Allah korkusundan, sevgisinden susar, sabır eder, içinde patlayan yanardağına izin vermez. Verse, bilir ki, her yeri yakar… Yaşanmaz olur nefes alınan her yerde… Boyun büker, çektiği acı olsa bile susar… Tüm enerji boşalması bitene kadar, umursamamaya gayret eder başka yanardağın yakışlarını!
Ömür ve paylaşım Allah'ın "Ya Sabır!" ismiyle devam eder. Ya sabır! Bu yakış, enerji boşalmasının ardından o dört duvar arasında en sonunda hayatın içinde normale döner. Hani bu kadar zarar vermese ne olurdu? Her şey yerli yerine gelecekse, kısaca zaman dilimine acıyı serpiştirmesine, bu sınava ne gerek vardı ki… Dile değen kadar dilden çıkan da çok önemli o zaman. Ben haklıyım, benim dediğim olmalıydı diyen, acaba yanardağın patlamasına neden eleştirisi olmuyordu? Yanardağ, doğasında istediği zaman patlıyordu, yakıyordu, doğanın yaşamına son veriyordu… Ama insan yanardağ gibi olamaz… Lavlarını dışarı çıkaramaz, sınav yüküne neden olmamalıdır da.
Ne kadar seviyoruz desek, ne kadar saygı duyuyoruz desek, ne kadar kişinin özgürlüğüne zarar vermemeyi istesek, uygulama da bizim ölçülerimizi de aşan davranışlarımız oluyor. Kendimizi o dört duvardan dışarı atsak, dışarıda da bu davranışın yansımaları kendimize de zarar verir, verdiğimiz sınav yükü, aslında kendimizde fazlasıyla ortaya çıkar. Verdiğimiz ders, bizi de bağlar. Acıyı fazlasıyla yaşatır.
Ben haklıyım demek, her bağırışımızda bizi haklı yapmıyor ki… Herkes kendine göre farkında olmadan bir oyun kurgusu içinde işte! Her bağırışında, haykırışında… Karşısındakine verdiği acıyla mutlu olacağını sanıyor. Oysa hak, ancak ikna olana kadar konuşarak bulunabilir. Bu parlayışla çıkan ateşin soğumaya başladığında, insan kabul etmese bile pişman olur bu yaptıklarına, içinde vicdan onu rahatsız eder de!
Seven neden ısrar eder ki, yahut yanardağın yakışını bilmez mi bu karşı gelişte? İnsan eğer acı çekecekse bile bile lades der mi? Hissettiklerinde belki de hayır vardır. Kibarca derdi olduğunu, anlayışa muhtaç olduğunu ima eder belki de… İşte o anda haklı da olmak yetmiyor. Talep eden kendini haklı hissediyor ve zamana onun kararı hükmediyor. Hani sonradan haklı olduğunu görse ve dese ki, bak gördün mü o kadar bağırdın, çağırdın benim dediğimde hayır varmış… Ama bunu hatırlatmaya da gerek kalmıyor. Bu sohbet bile başlı başına başka acının nedeni oluyor, yakışında. Hani derler ya, kişi beşinde neyse yetmişinde de odur. Haklıyım diyen bu sefer başka telden çalıyor, başka acıları yaşatıyor. İşte oldu bitti, sonu ne olursa olsun unutmalı demeyi öğreniyor… Sevgisinden dolayı buna alışıyor insan!
Matematik formülü gibi bu… Bunun böyle olduğunu ispat edersen kabul görüyor. Ancak, ispat etmek paylaşım içinde bir kazanç veya kazanım değil ki?
Eğer sevgi varsa, nefsinizin isyanını susturabiliyorsunuz! Şeytanın kışkırtmalarına ise, ilahi sevgiyle sabır gösteriyorsunuz. Susmak konuşmaktır aslında. Ve içten içe doğru sonuç için sınavına katlanmaktır. Yapıcı olmaktır. Haklıyım diyene işte hak neymiş yaşa ve gör demektir. Artık tek reçete, olduğu gibi karşımızdakini kabul etmektir. Sevmek bu herhalde… Ben çok fena seviyorum ya! Sevmek ne güzel şey, o olmasa dünyanın sonu gelir herhalde, yaşarken ölü gibi gezer insan. Ben seviyorum çok şükür.
Saffet Kuramaz