İki gündür kapalıydı telefonu. Günün her anını; kara delikten, dipsiz kuyuya düşmenin teslimiyeti içinde geçiriyordu. Gerçekler karşısında; çaresiz ve ödlekti. Adına açılan birçok davanın mahkemesine çıkmaya cesareti yoktu. Kaçmayı, kurtuluşun tek yolu olarak görüyordu. Dudaklarında aralıksız emdiği sigaranın, birini söndürmeden diğerini yakıyordu. Güneşin içeriye girmesini engellemek için, zindan kapısı gibi tedbirle kapatılmıştı perdeler. Odada, kederli bir loşluk egemendi. Boşalmış içki şişeleri, izmaritler, oraya buraya saçılmış giysiler…Dumanlar arasına gizlemişti kendini. Ömrünün geri kalanını bu odanın karanlığında geçirebilirdi. Ana rahmine dönmek isteyerek; küçüldükçe küçüldü yatakta ve baktığı noktaya hapsoldu. Kapının açılmasıyla, pantolonunu ıslatan gözyaşlarını gizledi. En yakın arkadaşı olması, güçsüzlüğünü saklayacağı gerçeğini değiştirmezdi.

-İyi misin? Kalk haydi ya olan oldu!  Cevapsız bıraktı arkadaşının sığ tesellisini.

-Kahvaltı hazırladım. Gel de bari bir bardak çay iç abi ya!

Kuyunun dibinden çekip çıkardığı sesiyle;

-Tamam.

Mutfağa geçtiler birlikte.

-Annenler defalarca aramış seni. Ulaşamayınca beni aramışlar. İyi, merak etmeyin dedim. 

İnatla sessizliği bozmaya devam eden arkadaşı;

-Gel abi bir deniz havası alalım. İyi gelir hem.

-Yok, yatacağım ben.

-Yat yat nereye kadar? Hayat devam ediyor. Ne kadar çabuk alıştırırsan kendini, o kadar iyi!

-Sigara var mı?

-Al. Uzattı sigarayı.  Ama dinlemiyorsun ki beni sen! Kabullen bir an önce, iyiliğine konuşuyorum.

            Çayı ve sigarası eşliğinde balkona attı kendini. Balkon kapısının camından, yansımasını izledi. Zaten küçük olan suratı iyice ufalmış; sivilce ve yara izleriyle dolmuştu. Dişlek haline göz altı morlukları da eklenince , yüzü iyice çirkinleşmiş, eskisinden de çelimsiz vücuduna uyum sağlamıştı. Bakışlarını aldı görüntüsünden, sokağın ıssızlığına bıraktı.

Yanına gelen arkadaşı;

-Telefonunu aç istersen artık. Bak çok merak ettiler.

Kimseyi aramak, konuşmak istemiyordu. Aklında; balkon demirlerine çıkıp, boşlukta kaybolmak düşüncesi vardı sadece. Akşam güneşi, usul usul portakal renginde uzaklaşırken; içini titreten sert rüzgâr vazgeçirdi isteğinden. İç sıkıntısıyla geçti odasına. Yastığın altındaki telefona takıldı gözü. Derince nefes alıp açtı telefonu. Onlarca cevapsız arama ve bir o kadar mesaj almıştı. Çoğu; şirketinden alacaklı olanlar ile beş aydır maaşlarını ödeyemediği çalışanlarındandı. Umursamayıp sadece annesini aradı.

-Alo, yavrum! Neredesin sen kaç gündür? Arıyorum kapalı, meraktan öldük.

-İyiyim anne, merak etmeyin beni.

-Nasıl etmeyelim oğlum, insan bir haber vermez mi?

-İyiyim dedim ya anne. Korkulacak bir şey yok. Kapatıyorum şimdi, yatacağım.

-Oğlum, paraya ihtiy…

Kadının yarım sözleri, odanın karanlığında kayboldu. Abisini de arayıp, bu işten bir an önce kurtulup, yatmak istiyordu.

-Abi, aramışsın. Konuşacak durumda değildim.

-Anladım zaten. Olsun üzülme, bizde gençken çok battık çıktık bu yollarda.

-Kendimi toparlamam zaman alacak haliyle. Ama mutlaka toparlanırım. Yani bir şekilde. Neyse kapatıyorum abi. Görüşürüz.

-Tamam, dikkat et kendine. Üzme canını.

-Teşekkür ederim.

            Telefonu bir köşeye atmışken çalmaya başlaması tadını kaçırdı iyice.

-off ne var ya! Söylenerek aldı telefonu. Ekranda yazan ismi görünce , yumuşadı. Aceleyle açıp;

-Alo, Özlem?

-Nihayet yaa! Neredesin oğlum sen?

-Buradayım, yok bir şey.

-Ayy çok üzülüyorum ama ben sana. Neyse ama olsun dert etme çözersin sen. Dedi sigaralı ses.

-Evet, sağ ol. Görüşürüz yarın şirkette.

-Ooo kulağa hoş geliyor. Okey görüşürüz

             Yaşamının, en dramatik anlarından birindeydi. Şu durumda aklından geçirebildiği şeylere şaşırdı. Elleri önce bacaklarında sonra da bacak arasında dolaşmaya başladı. Bu durum hoşuna gittikçe şehvetin kollarına bıraktı kendini. Özlem’i düşündükçe sıkıntısı hafifledi. Zaten kadın neydi ki onun için? Bacak arasındaki eli hızlı tempoda devam ettikçe, unuttu olanları. Tiz bir çığlığın ardından sona erdi, kısa süreli rahatlaması. Ağlama nöbetine tutuldu birden sarsıla sarsıla. Hiç çekinmeden döktü içini. Sonra uykunun çekiciliğinde, yitirdi debelenmesini.

            Sabahın erken saatinde, telefonun sesiyle açtı gözlerini.

-Günaydın Cenk! Avukatım bütün evrakları hazır etti. Bir saate kadar şirkette olacağım. Hemen gel de bitirelim şu işi!

-Tamamdır Muzaffer Bey.

Telaşla kalkıp giyindi. Yüzünü bile yıkamadı. Kendisini evden çıkmadan önce, boy aynasında bir güzel süzdü. Yeni bedenine bol gelen sadece giysileriydi. Eski sıkılmış ruhu, yeni bedenini alıp yola koyuldu.

            Nefes nefese geldi şirkete. Yeni patron görünürlerde yoktu henüz. Yedi katlı şirket binasının giriş kapısında, elleri önünde kenetli , süklüm püklüm beklemeye başladı. Nihayet beklediği an gelmiş, kurtulacaktı bu çıkmazdan. Eski yaşamını çıkarıp attı üzerinden. Beklenen araç, kıvrılarak girdi şirket avlusuna. Son model siyah arabanın, arka sağ kapısını çevik bir hareketle açtı Cenk.

-Hoş geldiniz Muzaffer Bey!

-Hoş buldum. Çok kibarsın valla ya.

Elinde deri, siyah evrak çantası, sırtında siyah kaşe montu, siyah takım elbisesi, uyumsuz gömlek ve kravatıyla; kırmızı al yanakları ve alık bakışları komik bir uyum içindeydi. Böbürlenerek indi araçtan, yürürken “ Az sonra bu koskoca şirket benim olacak. Sahibi olacağım, hem de tek! Ne istedim de olmadı ki zaten!” düşüncesi yüzünde tebessüm yarattı. Delikanlının; ürkek, ezik hallerini gördükçe rahatladı. Artık tüm hakimiyet ondaydı.

-Buyurun efendim, bu taraftan geçelim.

-Geçelim valla ya. Sabırsızlanıyorum valla. Arabadan indiğim an ne dedim biliyor musun?

-Ne dediniz?

-Seni görür görmez dedim ki; iyi ki burada karar kılmışsın oğlum Muzaffer! Dedim ki; bu hale düşmüş, yardıma ihtiyacı olan, kardeşimi öksüz bırakamam! Yardım etmeliyim. Kalkıp geldim, siz mazlumların üzerine güneş gibi doğmak için!

-Sağ olun , var olun. Yeniden hoş geldiniz!

            Asansörlerin hiçbiri çalışmıyordu. Yürüyerek dördüncü kata kadar çıktılar. Muzaffer , başını sağa sola sallayıp, söylenmekten geri durmadı. “ Vah vah “ . Nihayet büyük, aydınlık bir odaya girdiler. Oldukça şatafatlı döşenmişti.  Köşedeki büyük masa ve taht gibi deri koltuk; düne kadar Cenk’e aitti. Ön dişleri sırıtkan , dişlek delikanlı; içi yana yana makamını bırakmanın burukluğuyla ;

-Buyurun efendim, koltuk sizindir.

            Büyük bir gururla ilerledi koltuğuna, sarsarak kontrol etti sağlamlığını ve azametli bir şekilde kuruldu tahtına.

-Haydi bakalım Cenk, iki çay söyle de içimiz ısınsın. Memleketten ceviz getirdim, yeriz.

-Olur valla yeriz.

Evrak çantasından bir poşet dolusu cevizi çıkarıp, masanın üzerine boşalttı. Bilardo topu gibi her bir yana dağılan cevizleri topladı Cenk. Üzerlerini silip silip Muzaffer’in önüne bıraktı. Memnuniyet göstergesi olarak kafasını salladı Muzaffer.

Çantadan çıkardığı evrakları uzatıp;

-Anlaştığımız her konuyu avukatım yazılı hale getirdi. İmzala da bu işi bitirelim.

Zaten uzun süredir şokta olan Cenk, okumadan imzaladı evrakları. Artık şirket tamamen Muzaffer Bey’in oldu. Aktif ve pasifleriyle birlikte devredip, sorumluluklardan kurtuldu. Çok yüksek değerde sattığını düşünerek rahatladı.

-Hayırlı olsun. Ee anlat bakalım ne var ne yok?

-Durum çok vahim aslında. Çalışanlar, tedarikçi firmalar, onca alacaklılar kapıda her gün. Her şey durdu, can güvenliğim yok. Neyse artık sorumluluk sizd…

 Sözünü yarıda kesip, gelen çaydan iştahlı bir yudum aldı. Bir yandan da ceviz kırmakla meşguldü.

-Birkaç temsilci seçsinler aralarında. Çağırın gelsinler bakalım, dertleri neymiş öğrenelim. Bu nedir yahu! İnsan bu kadar da sık boğaz edilmez ki!

- Çağırayım hemen efendim. Zaten arkadaşlar üst katta, uzun zamandır bekliyorlar.

            Dişlek delikanlı az sonra yanında iki kadınla geri döndü.  Kadınlardan biri; kısa boylu, oldukça esmer, kıçı ve göğüsleri kocaman, yayvan bir yürüyüşe sahip, oldukça agresifti. Diğeri; daha uzun boylu, topluca, orta halli güzelliğe sahip olan , kıskanç fakat cesaretsiz biriydi.  Cenk; yıkık yürüyüşüyle, geçip oturdu bir köşeye sessizce. Ve başladı avuç avuç aldığı cevizleri dişleriyle kırmaya. Kadınlardan esmeri telaşlı bir konuşmaya hazırlanıyordu ki; 

-Buyurun hele oturun bayanlar. Bir soluklanın yaa. Ayıp ama! Bir çay için canım.

Esmer olanı koca göğüslerini öne sürerek;

-Muzaffer Bey! Ben ve arkadaşlarım aylardır maaşlarımızı alamıyoruz.

-Dur hele ya. Adın ne senin?

-Özlem.  Bakın ben yalnız yaşayan bir kadınım. Sizlerin beni düşünmesi gerekmez mi?

-Özlem Hanım , sakin ol ya!

-Ama kimse sahip çıkmıyor ki bana! Kendi kendime geçinmek zorundayım.  Deyip, bir masada tüm azametiyle oturan adama, bir de ceviz kırıp, yemekle meşgul Cenk’e manidar bakışlar attı.

            Derin bir soluk alıp yaslandı arkasına , söylenenlere aldırış etmeden , bohça ağzıyla ceviz yerken, diğer kadını fark etti.

-Siz hanımefendi, derdiniz nedir?

-Ben de kaç aydır ödenmeyen maaşımı istiyorum.

-Haa öyle yaa… para da para !

-Evet öyle. Dedi iki kadın bir anda.

Bu tavra sinirlenen Muzaffer Bey;

-Ben bütün çalışanların toplam alacaklarını eski patronunuza ödemiştim. Bilmem ne yaptı , o kadar parayı! Ona sorun! Benim kimseye borcum yok. Aha karşınızda sorun!

Bunun üzerine , kendisinden beklenmeyecek şekilde , hışımla kalkıp, masaya peş peşe üç kez vurdu Dişlek Cenk.

-Yalan konuşmayın. Ne zaman bana öyle bir ödeme yaptınız siz?

Cenk’in bu çıkışı, korkutacağı yerde keyiflendirdi Muzaffer Beyi .

Özlem;

-Bir cevap bekliyoruz sizden! Deyip, istemsizce göğüslerini öne çıkardı. Bu durum alışkanlık haline gelmiş, yerli yersiz öne fırlar olmuştu göğüsleri.  İyice keyiflenen Muzaffer;

-Siz beni en iyisi gece yarısı arayın Özlem Hanım!

Bu sözlerin etkisiyle, büyük göğüslerinin bile önüne geçen sinirle;

-Siz ne dediğinizin farkında mısınız? Doğru konuşun benimle!  Cenk’e bakıp, bunca zaman yaşadıkları hatırına yardım etmesini bekledi. Ancak Cenk şaşırtıcı şekilde sakinleşip, umursamaz halde, ceviz kırmaya başlamıştı. Tiksintiyle baktı yüzüne, zaten memnun edememişti kendisini yatakta.

            Olanlardan büyük bir haz duyan Muzaffer Bey, diğer kadına dönüp;

-Siz de gece ikide arayın beni. Konuşur , anlaşırız.

-Ben o saatte arayamam. Dedi ürkekçe, cesareti yoktu diğeri kadar.

Özlem, sinirini Cenk’ e yöneltip;

-Siz düne kadar buranın sahibi değil miydiniz?

Cenk, ne denirse densin , ceviz kırmaya devam etti, aldırmadan.

-Aha adam burada! Belli ki sizin paraları yemiş. Size bu saatten sonra avucunuzu yalamak düşer. Ya da beni gece aramak! 

            Kızıl suratıyla arkasına yaslanıp, bohça ağzının içine sakladığı kahkahalarını patlatmaya başladı. Hiç durmadan gülüyor, gülüşü at kişnemesini akıllara getiriyordu.

-Siz istediniz, ben de geldim işte! Kurtarıcı gözüyle bakıp, el üstünde tutacağınıza, nankör gibi para dileniyorsunuz! Utanmazlar!

Cenk’in tekrardan masayı yumruklaması üzerine;

-Ne var lan!  Havan kime zavallı! Benim masamı yumruklayamazsın sen, zibidi!

-Ne diyorsun lan sen?
            O sıra içeriye giren görevli, kadınları dışarıya çıkartıp, kapıyı arkalarından çekti. İçeriye kimseyi almadı. Kapı önü, personelle doldu bir anda. İçeriden; küfür, tokat, yumruk, cam kırılma sesi geliyordu. Bir mühlet sonra sesler kesildi. Herkes merakına yenik düşüp içeriye daldı. Kızıl yüzüyle koltuğuna yayılmış adam, şaşırtıcı şekilde sakin gözükürken; Cenk’in sağ gözü mor olduğu halde önündeki cevizleri kırıp, yemekle meşgul olduğu görüldü.

-Cenk kardeşim, kahve içelim yaa. Söyle söyle kahve getirsinler şöyle bol köpüklü. İçmez miyiz karşılıklı?

-Olur patron, içelim ya!

-Bak ben çikolatada getirdim. Ankara çikolatası bu, her yerde bulamazsın. Al al!

- Bulamam doğru.

 Gelen kahvelerin eşliğinde ikişer üçer ağızlarına tıkadılar çikolataları. Hiçbir şey olmamış gibi sohbete başladılar ardından. Bu umursamaz tutum, olup biteni izleyen insanlar için son damla oldu. Ne olduğunu anlamadan büyük bir kargaşanın ortasında buldular kendilerini. İki cambazın ipten inme zamanı gelmişti artık.

Muzaffer Bey can havliyle silahını çekip;

-Ben deliyim! Raporum var ona göre. Bana hiç kimse dokunmasın, yakarım! Şizofren tedavisi gördüm ben!

Haykırışları ve tehditleri boşunaydı. Cenkle beraber onu da ortalarına aldılar. Tekmenin tokadın sonu gelmedi.

            Muzaffer Beyi, eskisi gibi akıl hastanesine yatırdılar. Yuvasına geri döndü. Kendi kendine şirketler kurup, şirketler batırdı! Cenk, dayağın etkisinden kurtulduğunda, kendisini nezarette buldu. Baştan beri ertelediği korkularının mahkumuydu artık. Şişmiş ve morarmış yüzüne dokunurken, ağzının kenarında bulunan, sert bir şey takıldı eline. Çıkarıp, baktı. Kırdıkları cevizin kabuğuydu.

BENGÜL ALKAN

 

( İki Cambaz Bir İpte başlıklı yazı BENGÜL.A. tarafından 28.04.2020 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu