Küçük
balkonun korkuluk demirini yalamak en büyük zevklerimden. Bütün çocuklar sokaktayken
ben neden evdeyim anlamıyorum. Uysal bir kabullenişle içten içe isyanımı biriktiriyorum
geleceğe. Sütçü Minik az sonra gelir duvar kenarına. Tek arkadaşım… Aslında
sokakta olsam elimi bile süremem. Yanından geçsem çığlıklarımı tutamam. Ama
burada aramıza giren mesafe bizi yakınlaştırıp aynı kaderi paylaşmamızı
sağlıyor. Ona ekmek atıyorum çoğunlukla. Anneannem başka bir şey atmama izin
vermiyor. Bazen de o görmeden dolaptaki sütü döküveriyorum sokağa. Zaten
balkonla yer arasındaki mesafe oldukça az. Sütçü Minik biraz uğraşsa kollarıma
bile sığınabilir. O zaman korkar mıyım ondan, bilmiyorum…
Çocukların
çığlıkları sinirime dokunuyor, çoğunlukla kendimi Heidi çizgi filmindeki
yürüyemeyen kıza benzetiyorum. Sanki ben hastayım, eksiğim de onlar gibi
olamıyorum. Bir seferinde mahallenin en bilmiş ve en güzel kızı, balkonumun
altında ip atlarlarken sormuştu bana.
“Sen
neden inmiyorsun aşağıya?”
“Yok,
ben gelemem. Anneannem kızıyor.”
“Niye
kızıyor? Bir hastalığın mı var senin? Niye sokağa salmıyor seni, biz sana ne
yapacağız ki?”
Çok
zoruma gitmişti sözleri. Tüm çocuklar oyunu bırakıp giriş kattaki balkon kızına
bakmışlardı hep bir gözden.
“Bilmiyorum
işte.” diyebilmiştim sadece.
Anneanneme
olanları anlatınca da onların sokak çocuğu, pis ve arsız olduklarını, sokağa
çıkarsam eve bit getireceğimi benim de onlar gibi olacağımı söylemişti. Onlar
gibi olunca ne oluyordu ki, onlar gibi olmanın nesi kötüydü? Anlam
verememiştim. İşte Sütçü Minik geliyor.
Anneannem hazır uyuklarken dolaptaki sütten bir kaba doldurup sokağa döküyorum.
Öyle bir içişi var ki sütü. O içerken gözüm yaşarıyor nedense. Asfalttaki
ıslaklığı silip süpüren dili dışarıya sarkmış haldeyken bir ses işitiyorum.
“Oh
be! Sağ ol Balkoncu Kız.”
Sesin
kimden ve nereden geldiğini biliyorum. Kimse inanmasa da birçok eşya ve
hayvanla konuşabiliyorum. Şimdi bir gören olsa, “Zavallı balkonda durmaktan
kendi kendine konuşur oldu. Kafayı yedirdi o huysuz ihtiyar çocuğa.” derlerdi.
Hiç kimseyi umursamadan yanıtımı veriyorum.
“Sen
sağ ol Sütçü Minik. Hep gel ne olur. Canım öyle sıkılıyor ki. Sadece şu balkon
ve sen varsın. Çocukların gürültüsü ben de aralarına karışırsam güzel, onun
haricinde kirli bir ses topluluğu benim için.”
Nereden
de öğrendiysem bu sözleri. Sanki karşımda tavlamam gereken sevgilim var… Bütün
gün televizyonun karşına oturtuyor beni kadın. E olsun o kadar! Sütçü Minik
yanaklarını yalayıp söyle diyor.
“Geceleri
çok soğuk oluyor mahalle. Bak sana bir teklifim var. Sen beni her gece koynuna
al. Ben de bütün gün burada durup senle arkadaşlık edeyim. Aman ha o cadı
kadına bulaştırma beni. Dayanamam tırmalarım o çakmak gözlerini!”
“Tamam,
anlaştık!”
Gece
olmasını iple çekiyorum. Anneannemin uyuduğundan emin olunca usulca balkona
çıkıp köşedeki sepeti aşağıya salıyorum. “Sütçü minik, sütçü minik” iki kere
seslenmemle nereden peyda olduysa gelip sepetin içine atlayıveriyor. Ağzı açık,
dişleri de inci gibi. Usulca kucağıma alıyorum. Huysuzlanarak kendisini yere
atıp doğruca -sanki öncesinde defalarca gelmiş gibi- patisiyle koymuş gibi buzdolabını
buluyor.
“Ölüyorum
açlıktan, aç şu dolabı.”
Sözlerini
ikiletmeden açıyorum dolabı. Uzun ve iştahlı bakışlarla süzdükten sonra en
köşede duran anneannemin yarın için hazırladığı çiğ balık tabağında karar
kılıyor. Bana danışmadan kaptığı gibi tabağı, yatağımın içine yerleşiyor. Hiç
konuşmuyor sadece yiyor. Biraz yalandıktan sonra da hırıltılı bir uykuya
dalıveriyor. Kendimi kötü hissediyorum. Ama olsun söz vermedi mi her gün gelip
senle arkadaşlık edeceğim diye. Sütçü Minik benim tek arkadaşım hiç insan
arkadaşına küser ondan şüphe eder mi? Ödüm kopa kopa sabahı zor ediyorum. İyi
ki anneannemin uykusu ağır yoksa şimdiye kapının önüne koymuştu hem beni hem
Sütçü Miniği. Gün ışırken uykuya yenik düşen gözlerimi açtığımda yatağın boş
olduğunu görüyorum. Anneannem avaz avaz bağırıyor.
“Balık
nerde? Nerde?”
Ben
sesimi çıkarmadan yatağın içinde doğruluyorum. Suç delilinin yorganın altında
olduğunun farkına anneannem “Kalk, öğlen oldu. Balık yok zaten sinirim bozuk.”
deyip de yorganı üzerimden çektiği an varıyorum. Bir süre çakmak gözleri bir
bana bir de boş çiğ balık tabağına bakıyor. Ardından:
“Çiğ
balık mı yedin? Ne yaptın sen? Zehirlenirsin. Kalk hemen doktora gidiyoruz!”
Ne
yapacağımı ne diyeceğimi bilemiyorum. O balıkları her gün balkonun önüne gelen
beyaz kedi yedi, hem de kendisi seçip yatağa taşıyıp afiyetle yedi diyemezdim
ki. İnanmazdı. Zaten büyükler hiçbir şeye inanmıyor ki buna inansın!
“Kalk
diyorum sana kalk!”
Çaresizce,
elimden ağlamaktan başka bir şey gelmiyor. Hastahaneye gidiyoruz, tahlil
sonuçları geliyor. Sapasağlamım. Anneannemi bir kuşku sarıyor bir kere,
bırakmaz peşini. Ben yemediysem, kendisi de yemediğine göre bu eve hırsız girse
balığı mı çalacaktı? “Kim yedi bu balıkları?” sorusunun peşine takılıp kısa
zamanda tüm mahalleli kadınlarla cevaplar aramaya başlıyor. El birliğiyle
mantıksız ve kesin bir cevap buluyorlar da. Bu apartmanın altında yatır vardı.
Ne yaptıysak ölüyü rahatsız etmiştik o da gece kalkıp evin içinde dolaşmaya
başlamıştı. Bir de bana çocuk derler, hayalci derler. Kendilerine baksınlar
önce! Şu dediklerine çocuklar bile güler.
Karşı
komşumuz şişko, falcı teyze:
“Bak
ablacığım bazıları çiğ yiyeceklere bayılır. Demek ki çok değerli bir ruhu
huzursuz ettiniz.”
“Benim
kime ne zararım olur? Etse etse bizim torun etmiştir.”
“Aaa
geçende gördüydüm senin torun kendi kendine konuşup duruyordu balkonda.”
Kadınların
hepsi birden sanki yatırdan hortlayan ruh benmişim gibi titreyerek kıpırdanıyor
yerlerinde. Hemen kaçıp tuvalete saklanıyorum. Kaç gündür Sütçü Minik de
uğramaz oldu. Arkadaşız sanıyordum meğer değilmişiz. Belki döner, kim bilir…
Ben yine de her gün balkonda onu bekliyorum. Mahalleli kadınlar da her gün değişik
şeyler yapıyor buzdolabının önünde. Bir gün mum yakıyorlar bir gün tütsü bir
gün okunmuş tasla suluyorlar bir gün dualar okuyup salyalarını yolluyorlar.
Bense
yine aynı yerimde bekliyorum. Mahallenin en bilmiş ve en güzel kızı balkonda
olduğumu görünce yaklaşıp alay ederek laf atıyor.
“Yazık, üzülüyorum sana tek arkadaşın vardı o da yok artık.”
Nasıl,
nereden biliyordu ki yokluğunu Sütçü Miniğin?
Sessiz
kalıyorum. Dudaklarını büzerek; “Pis mideli kim bilir ne yiyorsa şu köşedeki
çöp bidonunda leş gibi ölüsü kokuyordu.”
Sözlerinin
ardından demir korkuluğu sımsıkı kavrıyorum. Parmaklarımın sancısına mahalleli
teyzelerin dua mırıltıları eşlik ederken gözyaşlarımın Sütçü Miniğin her zaman
durduğu asfalta damlamasını durduramıyorum.
BENGÜL ALKAN