Dünyaya gözlerini açmak nasıl bir duygudur?
Emeklemek, yürümek ve bazen de koşmak? Oynamak bahçede, parkta! Ve o çok
sevdiğin yemekleri yemek; kaşık, çatalla! Ekmeği kopartmak kendi ellerinle.
Nasıl bir şeydir ki? Ya da bir bardak çay içmek, bardağın sıcaklığını
hissederek çekirdek çitlemenin eşliğinde. Elini, yüzünü yıkamak, tuvalete
işemek, banyo yapmak köpüklerde ve saçlarını tarayıp, örmek her sabah, fiyonklar
bağlamak renk renk. Bunların ve benzerlerinin nasıl bir his olduğunu
öğrenemedim hiçbir zaman.
Ana
rahmine düştüğüm an çizilmiş kaderim. Çığlık çığlığa bu âleme atıldığımdan bu
yana boynumdan aşağısı felçli biriyim. Bu ne demek bilir misiniz? Bırakın bilmeyi
de hayal edebilir misiniz? El ne işe yarar? Söyler misiniz? Hiç elim olmadı ki
benim. Varsa da ben bilmiyorum! Hiç oynatamadım, kullanamadım. İki elimle bir
bardak soğuk suyu içemedim kana kana! El denilen şey ne ise sadece adını duydum
ben! Gözlerim mi? Yalnızca puslu karanlıklara alışkındır.
Dört
duvar arası odamdaki yatağımda geçiririm tüm zamanımı. Saat yoktur duvarda,
bilmem zamanı veya geceyi, gündüzü. Her an aynıdır benim dünyamda işte. Kaç yıl
geçmiştir? Kaç yaşındayımdır? Bilmem ki! Neden dünyaya gelip bu işkenceleri
çekmeme müsaade etmişler anne, babam? Ya kâinatın sahibi? Neden göz yumdu acaba
bu halime?
Bunu
anneme sorduğum bir gün: “Aman kızım aman! Tövbe de yavrum, günaha girme. Ne edelim,
yapacak bir şey yok. Sen de böylesin işte. Farklısın!” Der. Elindeki fasulyeleri
kırmaya devam ederdi. Fasulye dediğimiz yemeğin rengi yeşilmiş ama piştikçe değişirmiş
rengi! Ya ben, bu kadar yangınlarda neden hiç değişmem ki? Doğuştan kör bir insana
renkleri nasıl anlatabilirsiniz, nasıl tarif edersiniz ki? Bir tek siyah, ne
siyahı? Sadece simsiyahı bilirim ben. Her şey simsiyahtan oluşur. Renklerin
çeşitliliğini örter karanlıklar. Katran karası, zifirdir her yer. Siyahtan
evler, arabalar, siyah insanlar ama elleri var siyahtan, yemekler hep
simsiyahlar.
Bir
yüzüm varmış benim yemek yememe yaradığı için o da bir kısmını
kullanabildiğimden. Hiç görmedim yüzümü, göstermediler. Hep merak ederim neye
benzediğini, acaba simsiyah mıdır, nasıldır gözlerim? Ne renktir hiç bilmem.
Rüya görürüm bazı geceler. Hep karanlıktır rüyalarım. Bir kere olsun insan yüzü görmedim. Çok
istedim aslında, yalvardım, diledim, niyaz ettim Allah’tan. Galiba duyuramadım sesimi
veya sevmiyor beni.
Seslerden
bilirim, tanırım çoğu şeyi. Ayak seslerinden tanırım evin bireylerini.
Alışmışımdır yıllardır. Gözleri görmeyen bir insanın kulaklarının daha iyi
duyduğunu öğrenmiştim ablamdan. O bilir.
Çoğu merak ettiklerimi ona sorarım.
O da bıkmadan anlatır her şeyi. Madem bir organı eksik olanın, diğer
organı güçleniyorsa benim her yerim eksik! Bu kurala ben neden tabi olamıyorum
ki?
Kız
olduğumu söyledi evdekiler. O kadar yani. “Kız olmak nasıl bir şeydir?” Diye
sormuştum ablama bir keresinde. O da “Prenses gibi!” Cevabını vermişti. Ama ben hala bir şey
anlamadım bundan. Allah Allah ben şimdi bir prenses miydim yani, prenses her
neyse! “Nasıl bir yer, dünyamız
dediğiniz şey?” Diye merakla sorduğumda ise: “Etrafımız kapkaranlık. Herkes bu
karanlıkta koşuyor.” Demişti.
“Gerçekten
karanlık mı dünyamız?”
“Evet,
ne sandın? Karanlık tabii ki.”
“İnsanlar
nasıl gözüküyor?”
“İnsanlar
beyaz beyaz. Gölge gibidir bu siyahlığın içinde.”
İnanamamıştım
ablamın sözlerine. Tıpkı hissettiğim gibi anlatıyordu. Neredeyse dünyamızı ve insanları görüp
avuçlayacakmışım gibi sevindim.
“Haydi,
sana bir kitap okuyayım. Ama inanma sen. Dünyada öyle ağaçlar ve gezilecek yerler
yok ki. Uydurup anlatıyorlar! Siyah, dümdüz bir yer işte!”
Beni
avuttuğunu düşünsem de bazen ablamın, işime geliyordu belki de hep inanırdım
ona. Yatağımda her gece dünyayı ve insanları görebileceğime, inanmaya
başlamıştım. Gölgeler dolaşıyordu hafif hafif, yarı belirsiz simsiyah bu
evrende. Bu gölgeler insandan başka ne olabilirdi ki? Keşke beyaz olsalardı.
Tek eksiklikleri buydu. İyi ama ben beyaz renk nasıldır bilmem ki! Ya beyaz
rengi de görüyorsam rüyamda? Bir umudun filizlenmesinde uykuya bırakıyorum
artık hayallerimi.