Düşlerimi bir kalkan gibi
kullanıyorum ve yere düşürmeden her birinin irili ufaklı tıkıştırıyorum
yastığın içine.
İçimde debelenen biri ya da birileri
var hala ve kimlik değiştiren sessizliği özlüyorum ve kuş bakışı tavaf ediyorum
içimdeki ekseni.
Renk körü bir saat gibiyim ve
karanlığın rengini ayırt edemiyorum beyazlıktan sonra da naylon düşleri
salıyorum boşluğa.
Seriyorum yüreğimi mevsimin
ayaklarına ve kış kış diyorum, kış güneşine.
Ufkun bitiminde bir kuş görüyorum
kanatları olmayan.
Düşler örüyorum saçıma konan
kelebekleri de ayrı ayrı iliştiriyorum her birine ve kollarımı kocaman açıyorum
bir yandan da su döküyorum giden Ocak’ın ardından ki Ocak da pek bir şaşkın ne
de olsa üç beş gün göstermişken kış, yüzünü şimdi kısacık boyuyla cüce
cüssesiyle içime sokuyorum adeta Şubat’ı.
En sevdiğim aylardan biri hele ki
annemin de Şubat’ta doğmasından mı nedir bilmem daha bir kanım ısınıyor bu
kısacık aya.
Artık yıllardan topladığım o ekstrem
yirmi dokuzuncu günü Şubat’ın elbet geçen senede kalan artık yıl ve atıl
sözcükleri de kaynattığım bir kazan adeta.
Sözcük ambarında ise aç bir tavuk
gibiyim ve her kuluçkaya yattığım şiiri özenle yayıyorum masaya bir örtü
titizliği ile kırlangıç seslerini de masa süsü gibi bir motif niyetine seriyorum.
Bir imgenin nazarında büyümeyi
erteleyen bir çocuk gibi en çok da iç sesimi meşgule verdiğim ömrün son
sapağında geçiş izni verdiğim bir içimlik günün bir içimlik satırlarına
seriyorum ömrü.
Buzlukta unutulmuş yemek gibi ya da
bozulmuş süt ile mayalanmış bitimsiz acılar gibi asla açılandıramadığım kış
güneşine nispet yapan içimdeki devasa buz dağları gibi hala açığa vuramadığım
hala tamamen açılamadığım.
Sözcük ırkının da bir namusu var
elbet ve edebi bir de ederi.
Tutumsuz yaşadığım yıllarda
tutturduğum şarkılar gibi tükenmişliğin verdiği hicap ile karesini aldığım
içimdeki yüzölçümü ve kökünü aldığım bitimsiz çiçek sepetim belki de sadece
kendime ısmarladığım bir çiçek gibi bir şarkı gibi binlerce kez dinlesem de
doyamadığım.
Doygunluk ise farklı anlamlara
tekabül ederken ve ısrarla aç kaldığım uzun yıllar geçmek bilmeyen uzun yaz
günleri ve içimdeki açlığı bir şekilde dindirebildiğim ve mideme verdiğim
emirlerle dikkatimi zihnime verdiğim.
Bir çöküş ise.
Ya da zincirleme bir kaza…
Molekül zincirinde yangına verdiğim
alt belleğim ve ilk kurtardığım illa ki mutlu yıllarımla bitimsiz hayallerim
iken.
Üst bilinç ise pek bir meşakkatli ve
üstünü örttüğüm geçmişin en azından rüyalarımı delip geçerken ve kalem de
sayfaya ok gibi saplanırken bu sefer tahliye ettiğim iç sesim ve dökülen
sözcüklerle pişirdiğim kurabiyeler ve asla altını yakmadığım bir yemek gibi ki
tek kaşık bile tadına bakmazken.
Adını bilmediğim insanlar ve de.
İmgeleri çarçur etmeden içimdeki
nizamı yitirmemek adına kendimce bulduğum bir çözüme odaklandığım elbet şiarım
sadece günü öldürmek ki koca ömrü bilfiil gasp ettikten sonra günü öldürsem ne
olacak günü kurtarsam neyi karşılık olarak sunacak bana cihan?
Belki de kendimi sorumlu tuttuğum ve
sorunlu addedilen fıtratımla kimi insanın çabucak benden uzaklaştığı ve bir
ömür belleğime kayıt etmekten kaçındığım ama artık kabullendiğim…
Sevginin marazi bir duygu olduğuna
inananlar ve her nasılsa severek bir yerlere varamadığım bu yüzden kendime olan
tutsaklığımı sonlandıramadığım hele ki kendimi sevmek adına sayısız sebep
varken sudan sebeplerle insanların beni ya geçiştirdiği ya da haz etmediği
duygusuna vakıf olmanın ertesinde kendimle olan uzlaşımda bir arpa boyu yol
gidemezken ki…
Fersah fersah gezindiğim iç dünyam yetmezmiş
gibi iç dünyasını içselleştirdiğim nice insan bu yüzden içimle dışımın bir
olması dışında bir suç da arz etmediğime inanmışken şimdilerde artık biliyorum
ki; insanların sevilmek gibi bir talebi kalmamış hatta sevmek için de güç
harcamadıklarına vakıf olduğumdan beri daha da uzaklaştım hayattan ama yine de
içimdeki o rüzgâr bir türlü dinmek bilmiyor.
Bağdaş kurduğum bir gök kubbe ve bu
duygu o kadar net ve belirgin ki yaşadığıma ve özgür olduğuma daha bir kani
olsam da bir türlü aşamıyorum bazı yasakları ve engelleri.
Koruyucu bir savunma mekanizması ve
psikolojinin ana temalarından biri iken gelişen sayısız alt kümesi bu savunma
mekanizmalarının ve artık kimin yalan kimin doğru söylediğine bir şekilde vakıf
olabilmekteyim. İçimdeki radara takılan eşkâller ve emsalsiz yan çizen
tutumları.
Sevilmek gibi bir kaygı asla
gütmediğimi söyleyemem elbette ve artık şunu biliyorum ki; sevilmek çoğu insan
için önem arz etmiyor ya da belli insanlar belli insanları severken ve belli
insanlar tarafından sevilmeyi arz ederken asla bir çıkış noktası bulamamaktan
da şikâyetçi iken bir ömür.
Yaratandan dolayı yaratılanı sevmekse
hep en kolayı gelmiştir bana ve ilk sırada kendimi sevmem gerekirken ve bunu
bir şekilde dünde başarmış olsam da insanlardan bana yansıyan o olumsuz esinti
ve bakış açısı:
Ya sessizliğe sığınanlar.
Ya da tazı gibi koşup kaçanlar görüş
alanımdan çıkanlar.
Öylesine bir durum zuhur ediyor ki
durduk yere ve insan kendini gerçekten sıra dışı hatta doğaya aykırı olarak
görebiliyor ki…
Bir şekilde uzağı güvenli bir alan
olarak görenler ya da tepkisizlikle cezalandırıldığım ve işte hipotezim bir
kere daha doğrulanıyor.
Kaçamak bakışlar.
Kaçamak sözcükler.
Her halükarda içime yerleştirdiğim
tüm sevdiklerim ve günbegün yiten birileri tıpkı yitip giden ömrün de yasını
tutmama vesile ve her nasılsa sevme güdüsünün saplantılı bir duygu olarak
addedilmesi.
Kimse artık dilinden sevgiyi
düşünmeyen…
Hangi dostumsa bir ömür beni terk
etmeyeceğini ve sonsuza kadar elimi tutacağını söyleyen üstelik gözümün içine
baka baka ve her nasılsa zaman aşımına uğrayan dostane ilişkiler.
En çok da şu son birkaç yıl yaşadığım
yıkımlar.
Hastalıkla sınanırken insan ya da
sıkıntılarla boğuşurken telefonun öbür ucunda kulağınıza gelen meşgul sesi
elbet müşküle düşüp de bir dosta sarılmaktan başka da bir şey istemediğiniz ya
da sizi görmezden gelen kim varsa gün içinde karşılaştığınız belki de acınızla
hüznünüzle mutlu olmayı becerenler.
Ve ben tüm suçu üstüme alıyorum
karşılaştığım tüm olumsuzluklardan da bir ders çıkararak üstelik sevebildiğim
ya da sevebileceğim insan sayısı dünde kalanlarla sınırlı değilken…
İlk başta yazma eylemine giriştiğim
ilk günden beri devasa bir gonca gibi açılan kalp gözüm ve gerçek manada Allah
rızası için yaşamanın ne anlama geldiğine vakıf olduğum ve…
Allah dostu denen mefhumun da net
açılımına şahit olmuşken.
Yazdığım kadar yaşadığım.
Yaşadığım kadar yazdığım.
Nihayetinde kendimle uzlaşmanın bir
çıkarım olduğunu da görebildiğim ki dünyanın en huysuz ve mızmız insanı olsam
da bu saçma yanlarım bile kendimi sevmek adına kabul görebildiğim de.
Bazen sönen neşem ama her halükarda
içimde saklı o bitimsiz coşku ve sevebilme yetim.
Alttan alsam da kızgın ve öfkeli
olduğumda taş üstünde taş bırakmazken kendime yönelttiğim tüm taşlarla başımı
yarıp yeniden kaldığım yerden devam edebildiğim…
Her yeni günde ve her insanda yeni
bir açılıma vakıf iken her acıdan ders çıkarıp en çok da iyi bir insan olmak
adına bir ömür verdiğim mücadelenin de karşılıksız kalmadığını görmek belki de
coşkuma ivme kazandıran.
Hüzün bulutlarında s/alındığım da
devasa bir gerçek iken basit bir detayda bile mutlu olmayı başarmak ve resmin
genelini görürken ufacık bir fırça izinde kendimi de kabullenmek adına ve kâinatın
en büyük ressamı ve bestekârı iken yüce Mevla’m ve bilsem de bir tek su
damlasına denk düştüğümü, sonsuzluğu müjdeleyen inancım ve bitimsiz sevgim ve
umudumla başarabildiğim kadar sevmeye ve yolumdan geri dönmemeye kararlıyım
hele ki bunca geç kalmışlığımla kendimi kucaklamak ayrı bir coşku ve huzur
verirken bana…
Üstelik yazılmayı bekleyen o kadar
çok hikâye ve şiir var ki ve ben aslında sadece sevgiyi yazar ve yaşatırken…