1950 Yılında bilindiği gibi ülkemizi 1923 den beri tek başına bir iktidar ve ülkedeki tek siyasi parti olarak yöneten CHP nin iktidarına son verildi ve yönetim artık Demokrat Parti İktidarına devredildi.

Demokrat Parti iktidara geldikten sadece bir ay sonra 1932 yılından bu yana Türkçe olarak okunan ezan kamet ve selayı ( Hatta Kur’anı ) tekrar Arapçaya çevirdi.

[ İşin aslı DP ve Adnan Menderes – zannedildiği gibi - ezanı tekrardan Arapçaya çevirmedi. Yapılan şey Arapça olarak okunmasının suç olmaktan çıkarılmasıydı. Gerisini halk yaptı. Halk ezanı 16 Haziran 1950 den itibaren yine Arapça okudu. Herhangi bir camide Türkçe ezan kamet, sela okunmadı.  ]

İşte bu yeni dönemde 1951 Yılında kızların da yüksek din eğitimi alması gerektiği düşünüldü ve bunun alt yapısının hazırlanması için kızları İmam- Hatip Okullarına hazırlayan kurslar açıldı. Akabinde kız öğrenciler de İmam- Hatip okullarına alındı ve mezunları içinde İlahiyat Fakültesini kazananlar oldu.

Bu öğrenciler 1966 yılına kadar  gerek İmam- Hatip okullarında gerekse İlahiyat Fakültelerinde başları açık olarak öğrenim görürlerken ilk kez 1966 Yılında Nesibe Bulayıcı adlı bir kız, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesine  baş örtüsü ile gelmek istedi ama bu mümkün olmadı tabii ki.  Ancak Nesibe Bulayıcı’nın reddedilen isteği  sadece onun isteği olarak kalmadı. 

1967 de Yine Ankara İlahiyat Fakültesinde  Hatice Babacan adlı bir kız  yapılan tüm baskılara rağmen başını açmadı ve ondan cesaret alan diğer kızlarla birlikte başı örtülü kız öğrenci sayısı bir anda 6 ya yükseldi. Ancak Hatice Babacan, bu eyleminin cezasını okuldan atılarak ödedi.

Hatice Babacan’ın İlahiyat Fakültesinden atılması üzerine protestolar yapıldı bu protestolara millet vekilleri de katıldı ve böylece ilk kez başörtü ( sonraki adıyla türban ) sorunu Türkiye’nin siyaset gündemine de girmiş oldu ve girmekle kalmayıp günümüze kadar devem eden bir sorun oldu. ( Hatice Babacan Deva Partisi Genel Başkanı Ali Babacan’ın halasıydı.) 

Hatice Babacan 1968 de Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinin öğrencisi oldu. Okula bir süre türbanla gidip gelmeye başladı. İlk zamanlarda fark edilmese de sonradan fark edildi, uyarıldı, uyarılara kulak asmayınca 11 Nisan 1968 de Fakülteden atıldı.

1968 Yılında başörtüsü konusu artık konferansların panellerin konusu olmuştu ve bu konuda başı çeken de pek yakın zamanda yitirdiğimiz ve benim 1970 li yıllarda Şule Yüksel Kars olarak bildiğim  Şule Yüksel Şenler idi.

Şule Yüksel Şenler baş örtüsünün en hararetli savunucusu olmanın yanı sıra yepyeni bir baş örtme şekli de getirdi ülkemize ki buna bugün hâlâ türban diyoruz.  Oysa Türban çok çok farklı bir şeydir ve ilk zamanlar ‘’Sıkma baş’’ veya ‘’ Şule baş’’ denilen baş örtme şeklinin gerçek türbanla uzak yakın bir ilgisi yoktur. (Alttaki resimlerde görüldüğü gibi. Asıl türban onlardır.)  

Her neyse, Hatice Babacan ve Şule Yüksel Şenler ile başlayan bu akım bir bakıma da köyden kente göçte ‘’ Köylü olarak mı kalmalıyım yoksa kentli mi olmalıyım?’’ İkilemi yaşayan yeni şehirlilere yepyeni bir alternatif sunuyordu: ‘’ İlle de köylüler gibi  annenin yazmasını örtüp babaannenin şalvarını giymek zorunda değilsin. Yine  başı örtülü ama aynı zamanda modern olabilirsin.’’  Yani köyden gelen vatandaş mesela İstanbul’da  hem köyündeki gibi başını örtmeye devam edecek  hem de modern bir giyiniş tarzıyla ‘’ Allah’ın köylüsü’’ Diye dışlanmayacaktı. Bu bakımdan da zamanla türban adını alacak olan bu örtü ilk olarak köylerden kentlere göç edenler arasında büyük taraftar kitleleri edindi kendisine.

Evet baş örtüsü kendisine hayli taraftar elde ederken bir o kadar da karşıtı vardı.  Hatta 1960 lı, 70 li, 80 li hatta 90 lı yıllarda karşıtları taraftarlarından çoktu  ama taraftarların mücadeleyi bırakmak gibi bir niyetleri yoktu.

İşin ilginç tarafı  ülkemizde aslında kırsal yaşamda bir başörtüsü sorununun olmamasıydı zira köylerimizde hatta kasabalarımızda yaşayan kadınlarımız genelde köylerindeki her ortamda yani evde harmanda, düğünde başı örtülüydü. Başörtüsü Türk Milleti için yepyeni bir şey değildi.  Yeni olan şey: Köyde kalıp oradan hiç dışarı çıkmaması (!) gereken başörtüsünün biraz da şekil değiştirerek köyden kentlere taşınmasıydı ki asıl sorun(!) da buradan kaynaklanıyordu. Nitekim  bir dönem ‘’ Biz köylerimizde ninelerimizin, annelerimizin  giydikleri yazmalara, örtülere bir şey demiyoruz’’ Dendi  ama ‘’ Madem öyle kızlarımız  türbanla değil de köylerde ninelerimizin örtündüğü gibi yazmayla gelsinler üniversiteye ‘’ Denildiğinde ‘’ İstemezük’’ Demekten geri durmadılar.

Evet, türban ya da başörtü sorunuyla ilgili yaşananlar asıl konum olmadığı için bu giriş bölümünü daha fazla uzatmadan burada noktalıyorum ve asıl konumuz olan ‘’ Başörtüsü kimlerin örtüsüdür?’’ Konusuna geçiyorum.

Başörtüsü, ünlü Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ ve onunla aynı dili kullanan pek çok gazeteci, yazar, araştırmacı ve politikacının iddia ettiği gibi  tapınak fahişelerinin giysisi midir?  Başörtüsü aslında Yahudilerin giysisi midir? ( Özellikle çarşaf  ) Başörtüsü  veya örtünmek bir Hıristiyan geleneği midir? Biz Müslümanlara  bu kültürlerden geçmiş ve mesela biz Müslümanlar aslında Sümer Tapınak fahişelerinin giysisini alıp  ona bir de kutsallık atfedip  mi giymekteyiz?

Hepsinin cevabı gelecek bölümlerde inşallah.
( Başörtüsü Kimlerin Örtüsüdür? ---1. Bölüm --- başlıklı yazı Sami Biber tarafından 16.04.2021 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu