M.NİHAT
MALKOÇ
Kudüs’ün Sancısı
Tutsa Bunu Bütün Müminler Derinden Hisseder…
Akdeniz
ve Ölü Deniz’in kuzey sınırları arasında yer alan Kudüs, mâzisi altı bin sene
evveline kadar götürülebilen, dünyanın en eski şehirlerinden biri(ncisi)dir.
Kuruluşu tam olarak bilinemese de, milattan önceki üç binli yıllara dayandığı
söylenir. Sekiz yüz rakımlı bu kadim şehir, tarih boyunca nice istilâlara, el
değiştirmelere ve yağmalara maruz kalmıştır.
Kudüs,
şuurlu ve duyarlı her mümini heyecanlandıran esrarlı ve büyülü bir kelimedir.
Bu tılsımlı söz hepimizi alır bir yerlere götürür. Vicdanların kapılarını
aralar. Çünkü o müminlerin ortak paydasıdır. Kudüs’ün sancısı tutsa bunu bütün
Müslüman bedenler hisseder.
Mukaddes ve mahzun Kudüs,
ümmetin atan kalbi mesabesindedir. Müslümanların gözü kulağı bu kutsal
topraklardadır. Zira Kudüs insanlığın ortak vicdan(sızlığ)ının nişanesidir. Acı
bir medeniyet tecrübesidir. Zihnimizi ve gönlümüzü dizayn eden kutlu bir irade
abidesidir. Akdeniz medeniyetinin kadim yüzüdür. Tevhidin teslise direnen güçlü
kalesidir. Nebevî hatıraların altın beşiğidir. Kadim duvarları hüzün
sarmaşıklarıyla çepeçevre kuşatılandır. Miş’li geçmiş zamanların tenhasında
zamansızlığı yaşayandır.
Kudüs
Ümmetin Kara Kutusudur…
Kanadı
kırılmış yaralı bir kartalı andıran Kudüs, ümmetin yetim coğrafyasıdır.
Yüzyıllardan beri içine akıtmıştır ateşin gözyaşlarını. Bu yüzden, ağlasa da
ağladığını belli etmemiştir. Dik, diri ve iri durmuştur. Vakur duruşunu ve
metanetini hep muhafaza etmiştir.
Kudüs
mahzunsa ümmet de mahzundur. Onun tebessümü ümmetin ağız dolusu gülüşüne
sebeptir. Kudüs kederliyse bize neşelenmek ve eğlenmek haramdır. O bizim ayrılmaz
bir parçamızdır, biz de onun ayrılmaz bir parçasıyız. Kudüs ağlarsa ümmet de
ağlar; ağlamalıdır da. Zira Kudüs’le ümmet birbirinden ayrılmayan uzuvlardır;
et ve tırnak gibidir.
Kudüs
tevhit medeniyetinin şahikasıdır. Mukaddesatın harmanlandığı nurlu coğrafyadır.
Onun içindir ki Kudüs’ün lahûtî iklimi gönülleri çepeçevre kuşatır. Burada
dolaşanlar her an bir Peygamberin hayaliyle karşılaşacakmışçasına tecessüs
içinde olurlar.
Kudüs
ümmetin kara kutusudur. Üç semavî dinin kalbinin attığı yerdir. Onda ne acılar,
ne hüzünler, ne hayal kırıklıkları, ne faili meçhuller, ne bilinmezlikler, ne
sırlar saklıdır. Taşların dili olsa da bir konuşsa… Neler görmüş bu masum ve
mazlum diyar? Bir anlatsa…
Elden
Ele, Dilden Dile Kudüs…
Semavî dinlerin kadim yurdu Kudüs şehri kendisini
ziyaret edenlere Tanpınar’ın “Ne içindeyim zamanın,/Ne de büsbütün
dışında;/Yekpare, geniş bir anın/Parçalanmaz akışında” dizelerinde ifade ettiği
duyguları hissettiren ve tüm zamanları kuşatan müstesna bir şehirdir. Mistik
atmosferin ruhları kanatlandırdığı bu kutlu coğrafyada soluklanmak, insanı
zaman ötesinde nice manevî hazlarla buluşturur. Ayağınızın yerden kesildiğini
hissedersiniz.
Kudüs
üç büyük semavî din(Müslümanlık, Hıristiyanlık, Musevilik) tarafından da kutsal
bir şehir olarak kabul edilir. Bu öneminden dolayı, tarihî dönemler içinde bir
türlü paylaşılamamış, sürekli el değiştirmiş; neticede bu topraklarda barut
kokusu hiç eksik olmamıştır. Hz. Muhammed(sav)’in Miraç esnasında göklere
yükseldiği nokta olarak kabul edilen Mescid-i Aksa’nın bulunduğu bu kutlu yer,
Müslümanlar için de çok muteberdir.
Usta
yazar Doğan Hızlan Kudüs’ün kutsallığıyla ilgili şunları söylüyor: “Kudüs adını
kutsallığından alan bir şehir. Tarihi boyunca kırk defa kuşatılmış, üçünde
tamamen olmak üzere 32 defa yıkılmış olduğu için kutsaldır. 26 defa sahiplik
değiştirmiş olduğu için; Asurlular, Babilliler, Kıptiler, Yunanlar, Polemiler,
Selevsidler, Romalılar, Bizanslılar, Persliler, Müslüman Araplar, Selçuklular,
Fatımîler, Haçlılar, Moğollar, Memlûklar, Osmanlılar, İngilizler, İsrailliler,
Ürdünlüler, Mısırlılar, Suriyeliler, Lübnanlılar, Iraklılar ve nihayet
Filistinliler bu şehir için savaşmak durumunda kaldıkları için kutsaldır.”
Mescid-i Aksa’yı Gördüm Düşümde…
Kudüs deyince Mescid-i Aksa, Mescid-i Aksa deyince
de Kudüs gelir akıllara. Kudüs’ü farklı kılan ve diğer şehirlerin önüne geçiren,
şüphe yok ki Mescid-i Aksa’dır.
Kudüs’le ilgili rivayet edilen bir hadis vardır.
Rivayete göre Ebu Zer el-Gifari Hazretleri, Peygamberimize “Ey Allah’ın Resulü
dünyada ilk kurulan mescit hangisidir?” diye sorduğunda Peygamber Efendimiz
‘Mescid-i Haram’ diye buyurmuştur. “Sonra hangisi?” diye sorduğunda ise Peygamberimizden “Mescid-i
Aksa” cevabını almıştır.
Mescid-i Aksa’nın kelime mânâsı “en uzak”tır. Bu
mescit Mekke’ye olan uzaklığından dolayı “en uzak mescit” anlamında bu şekilde
adlandırılmıştır. Bu bina milattan sonra 638 yılında Hz. Ömer zamanında, Kudüs
fethedildikten sonra, Hz. Süleyman mabedinden kalan batı duvarına bitişik
olarak dikdörtgen şeklinde yapılmıştır. Bu mabet daha sonra Emevî
Halifelerinden Abdülmelik bin Mervan zamanında genişletilmiştir.
Semavî dinlerin büyük önem atfettiği Mescid-i
Aksa’yı “Beytül Makdis” adıyla ilk inşa eden kişinin Hz. Süleyman olduğu
söylenir. Burası bu yüzden “Mescid-i Süleyman” olarak da bilinir. Müslümanların
yaygın inancına göre Peygamberimiz Hz. Muhammed(sav) kutlu Miraç yolculuğuna
buradan, Mescid-i Aksa’dan başlamıştır. Bu yüzden burası Miracın ilk
basamağıdır; hakikat göklerine yükselişin ilk durağıdır. İlâhî aşkın soylu adresidir.
Miraç, Kur’an’da kendine yer bulan ilâhî bir
lütuftur. Yüce Rabbimiz İsrâ Suresi’nin birinci âyetinde Mescid-i Aksa'yı
bizzat ismiyle zikrederek şöyle buyurur: “Kulunu, kendisine birtakım ayetlerimizi
göstermek için bir gece Mescidi Haram’dan çevresini mübarek kıldığımız Mescidi
Aksa’ya yürütenin şanı pek yücedir. Şüphesiz o duyandır, görendir.”
Peygamberimiz bir hadis-i şeriflerinde şöyle
buyurmuştur: “Yolculuk ancak şu üç mescidden birine olur: Benim şu mescidime,
Mescidi Haram’a ve Mescid-i Aksa’ya.”
Mescid-i Aksa, bugün darmadağın olan ümmetin yetim
çocuğudur. Bulunduğu konumdan bîzardır. Edebiyatımızın son dönemlerinde “Yedi
Güzel Adam” olarak değer bulanlardan biri olan Mehmet Akif İnan “Mescid-i
Aksa’yı gördüm düşümde /Bir çocuk gibiydi ve ağlıyordu /Varıp eşiğine
alnımı koydum /Sanki bir yer altı nehr çağlıyordu” diyordu “Mescid-i Aksa”
isimli o hissiyat ve gözyaşı çeşmesini andıran güzel şiirinde. Bu boynu bükük
mescidin hüzünlü hâli duyarlı her mümin gibi onu da derinden yaralıyordu.
Öte yandan “Kalbimin bir yarısı Mekke, diğer yarısı
Medine; üzerinde bir tül gibi Kudüs vardır” diyor Yedi Güzel Adam’dan bir
başkası olan Nuri Pakdil… Aynı Nuri Pakdil Filistin’e, Kudüs’e ve Mescid-i
Aksa’ya olan sevgi ve muhabbetinin şiarı olarak Kudüs bilekliğini kolundan
çıkarmıyordu. Kudüs deyince dalıp gidiyor, gözleri nemleniyordu.
Osmanlı Döneminde Kudüs…
Müslümanların
ilk kıblesi olan Kudüs, altı asır boyunca üç kıtaya adaletle hükmetmiş
Osmanlı’nın ilk göz ağrısıdır. 1517’de Osmanlıların eline geçen bu güzide şehir,
tam dört asır egemenliğimiz altında kalmıştır. Osmanlı zamanında burası huzur
ve sükûn meskeni olmuştur. Ceddimiz buraya barış getirmiştir. Osmanlılar şehre
duydukları derin saygıdan dolayı buraya “Kudüs—i Şerif” adını koymuşlardır.
Kanunî döneminde şehre surlar, çeşmeler ve kapılar yapılmıştır. Mevcut surlar
Kanûnî’nin bu kutsal şehre bıraktığı güzel mirastır.
Osmanlı;
Filistin’e, Kudüs’e cami, medrese, han, hamam, kemer, köprü, burç, namazgâh, imaret,
çeşme, su kanalı, sur, külliye ve çarşı gibi birçok faydalı eser inşa etmiştir.
Yine El-Halil’e II. Abdülhamit, Saat Kulesi yaptırmıştır. Osmanlı’dan sonra
şehri ele geçiren İngilizler büyük bir tahammülsüzlük örneği göstererek bu
kuleyi yerinden sökmüşlerdir.
Eski
ihtişamından çok şey kaybetse de bugün de Osmanlı’nın ruhu bu kutsal şehirde
yaşamaktadır. Burada yaşayan vefalı Filistinliler hâlâ Osmanlı’ya dair övgü
dolu hikâyeler anlatmaktadır. Ümmetin yetimleri Osmanlı’nın insanî yönetimini
özlemle anmaktadırlar.
Mescid-i
Aksa, Kıyamet Kilisesi ve Ağlama Duvarı üç semavî dinin bu kadim şehirdeki
kutsallarıdır. Osmanlı Devleti bu kutsallara büyük bir saygı ve ihtimam
göstermiş; onları özenle korumuştur. “Ağlama
Duvarı”, Mimar Sinan tarafından tamir edilmiştir.
Kutsallığın
payitahtıdır Kudüs. Aslında bu topraklar bir zamanlar hoşgörünün de aynasıydı.
Şehirdeki camiler, kiliseler ve sinagoglar bunun en büyük delilidir. Zira
camiler, kiliseler ve sinagoglar iç içedir Kudüs’te. Bu mistik coğrafyada ezan
sesi çan sesine ve şofar sesine karışır. Seher vakitlerinde minarelerden okunan
ezanların içinize aktığını hissedersiniz.
Kudüs,
tenimizde nabız gibidir. Mekke’yi, Medine’yi ve Kudüs’ü görmeyen gözlerin feri
gerçek ışıltısından mahrumdur. Kudüs’ün tarihi, insanlığın yaratıcısıyla
kurduğu uhrevî irtibatın tarihidir de… Bir başka deyişle Kudüs’ün tarihi imanın
tarihine denk düşmektedir.
Bir Peygamberler
Şehridir Kudüs….
Bir peygamberler
şehridir Kudüs. Zira Kur’an’da ismi zikredilen peygamberlerin birçoğu bu
şehirde yaşamıştır; burada yaşamayanların da yolu bir şekilde buraya düşmüştür.
İnsanlığı tevhide çağıran söz konusu peygamberlerin
mabetleri de bu topraklarda bulunmaktadır. İnsanlık, dinler ve peygamberler tarihinin izini en doğru bir biçimde
ancak buradan sürebiliriz. Bu topraklarda dolaşırken insanlığın medar-ı
iftiharları olan Peygamberlerin çetin mücadeleleri ve dik duruşları gözünüzün
önünden geçer.
Coğrafî anlamda dış dünyamıza uzak kalsa da,
iç dünyamıza çok yakındır Kudüs. Tek tanrı dininin mihenk taşı İbrahim, bu
topraklarda sürdürmüştür o kutlu tevhit mücadelesini. Bu yüce şahsiyet bu
topraklarda uyumaktadır son(suzluk) uykusunu. Hz. İbrahim, Hz. İsmail, Hz.
İshak, Hz. Yakup, Hz. Yusuf, Hz. Davut, Hz. Süleyman, Hz. Musa, Hz. Harun, Hz.
İsa gibi daha nice peygamberin yolu kesişmiş bu kutlu topraklarla. Hepsi de
burada vermiştir hak ve hakikat mücadelesini. Hz. Âdem yeryüzünün ikinci
mabedini burada inşa etmiştir.
Kubbetü’s Sahra…
Kudüs’ün
kutsallarından biri olan Kubbetü’s Sahra, Musevilerin “Tapınak Tepesi” diye
adlandırdıkları tepedeki“Muallak Taşı üzerine Emeviler zamanında yapılmış bir
mescittir. Kudüs’le ilgili malumatları eksik olanlar Mescid-i Aksa’yla
Kubbetü’s Sahra’yı birbirine karıştırırlar. Kubbesi altın sarısı olan Kubbetü’s
Sahra’yı, Mescid-i Aksa zannederler. Oysa kubbesi sarı olan sekiz köşeli mabet
Kubbetü’s Sahra’dır. Bir zamanlar Haçlılar burayı ele geçirince bu mescidi
kiliseye çevirmişlerdir. Selâhaddin Eyyûbî, Kudüs’ü fethettikten sonra,
Haçlılar tarafından kiliseye döndürülen bu mabedi tekrar cami yapmıştır.
Osmanlı Döneminde birçok kez tamirat gören bu cami, ilâvelerle bugünkü hâlini
almıştır.
Kudüs’te
“Hz. Ömer Camii” adıyla bir başka ibadethane daha mevcuttur. Kubbetü’s Sahra’yla
bu camiyi birbirine karıştıranlar da çoktur. Aslında bu mescit Harem-i Şerif’in
dışında, ona beş yüz metre kadar uzaklıkta, batı tarafında yer almaktadır.
Kudüs’ün
Hıristiyanlar ve Yahudiler İçin Önemi…
Kudüs
üç dinin(Müslümanlık, Hıristiyanlık, Musevilik) ortak sevgilisidir. Sevgileri
çoğaltandır. Müslümanlar için Kâbe-i Muazzama ne ise Hıristiyanlar için
Kudüs’teki Kıyamet Kilisesi, Museviler için de Ağlama Duvarı odur. Bu farklı
dinlerin mensupları şehre bu yüzden gönülden bağlıdır. Bu yüzden herkes bu
şehirde kendinden izler ve gizler bulmaktadır.
Kudüs
Hıristiyan kültürü açısından büyük ehemmiyete sahiptir. Zira Hıristiyanlık bu
coğrafyada doğmuştur. Hıristiyanlar, Hz. İsa’nın çarmıha gerildiğine
inandıkları yere kiliseler yapmışlardır. Hz. Meryem'in mezarı surlar içinde
kalan kısımda bulunmaktadır. Buraya da kiliseler inşa etmişlerdir. İmparator
Konstantin’in yaptırdığı Yeniden Diriliş(Kıyame) Kilisesi Hıristiyanlar için
kıymetlidir. Kıpti Kilisesi, Ermeni Kilisesi, Benediktin Papazları Kilisesi,
Saint Georges Ortodoks Kilisesi, Apostolik Nons Sarayı buradaki diğer Hıristiyan
eserleridir.
Kudüs-i
Şerif, Yahudiler için de çok mühim bir mekândır. Özellikle buradaki “Ağlama
Duvarı” Yahudiler için çok derin anlamlar ifade eder. Ağlama Duvarı, Beytü’l Makdis’in batı duvarının bir kısmıdır. Burası Yahudiler
için bir çeşit ibadet mekânıdır. Yahudiler Hz. Süleyman'ın tapınağının batı
duvarının kalıntıları olan Ağlama Duvarı’nı kutsal mekân kabul ederler ve bu
duvarın önünde dua ederek ağlarlar. Beytü’l Makdis’in temeli kabul edilen
bu tarihî duvar 485 metre uzunluğundadır. Yahudiler buradaki ibadetlerini
hâlâ sürdürmektedir.
Kudüs’teki kutsallardan biri de “Muallak Taşı”dır.
Üzerine Kubbetü’s Sahra’nın inşa edildiği “Muallak Taşı”; Yahudilere göre
yaratılışın başladığı nokta, Hıristiyanlara göre ise yeniden dirilişin
merkezidir. Müslümanlar, Hz. Muhammed(sav)’in semavata yükselmesine basamak
olmasından dolayı bu taşa apayrı bir mânâ ve önem atfederler. Yahudiler bu
kutlu kayaya “Kuruluş Kayası”, Hıristiyanlar ise “Rabbin Adalet Kürsüsü”
demektedir.
Bir
Şehrin Hikâyesi Üç Dinin Hikâyesine Dönüşür Kudüs’te…
Kudüs’ün
hikâyesi üç dinin ve bu üç dine mensup insanların gizemli hikâyesidir. Zira
Kudüs deyince bu üç semavî din ve onların mensupları akla geliyor. Bunlar
olmazsa Kudüs de her şehir gibi taştan, ahşaptan, demirden ve betondan bir
şehirdir. Bu kadim şehri özel ve güzel kılan onun sıra dışı ruhudur. Bu gizemli
şehirde bütün nesnelere sanki ruh giydirilmiştir.
Yılın
on iki ayında ve dört mevsiminde maneviyat soluyan bir şehirdir Kudüs. Dünyada
ortalama bir kilometrelik daracık bir alana üç ayrı dini, bu kadar çok ve
çeşitli dinî mekânı ve dinî ritüeli sığdırmak nadirattandır. Kudüs bu maneviyat
ikliminin gözesidir.
Şiirlere,
hikâyelere ve romanlara konu olan sıra dışı bir şehirdir Kudüs. Kudüs’te insanı
evvela şehrin ruhaniyeti kuşatır. Bambaşka bir iklime girdiğinizi
hissedersiniz. Üç semavî dinin kutsallarının mevcudiyeti sebebiyle
paylaşılamayan mekândır aynı zamanda.
Zamanın
yekpare bir ân’a dönüştüğü bu kutlu diyarda Hz. Davud’un o yanık sesiyle okuduğu
mezmur nağmeleri okşar kulaklarınızı. Cümle âlem kulak kesilir bu kutlu sese.
Buradaki bütün müezzinler Bilâl’dir sanki. İbrahim’in ruhaniyeti kuşatmıştır
her yeri.
Filistin
siren seslerinin kulakları tırmaladığı,
acının yaprak yaprak açtığı diyardır. Kudüs, bu toprakların ruhunu açan
paslı bir anahtardır. Kudüs’ün tarihi insanlığın tarihine ayna olur. Kudüs’te
ibadethanelere duvar olan taşların bile bir ruhu ve dili vardır. Acı, Kudüs’ün
kara bahtına yazılmış kederli bir kaderdir. Bulutlar mazlumların dayanılmaz acılarının
tesirinde kalarak gözyaşı döker burada. Kalpler hüznü taşımaktan yorgun düşer.
Kudüs’te
Hıristiyanlarla, Yahudileri ve Müslümanları aynı kabrin başında buluşturan bir
Davut vardır. Bu topraklarda üç dinin sevgilisi İbrahim vardır. İnsanlığın ilk
atası Adem, ikinci Adem olarak nitelenen Nuh vardır. Hz. İsa, Hz. Musa, Hz.
Davud, Hz. Süleyman, Hz. Yahya, Hz. Zekeriya, Hz. İdris vardır. Bunca
güzelliğin cem olduğu yerde niçin taşlar, sopalar, silahlar
ve maskeler vardır? Niçin? Bu noktada sözü “Kudüs Şehrinde”
şiirinin şairi David Katz’a bırakmanın yeridir:“Kaldırımlar ağlarken
Meryem oğlu İsa’nın hikâyesine/Ne diye mahzun damarlarımda akar durur ki
kan?/Sadece Allah aşkıyla atan sufinin kalbindeki Kudüs/Her gün birkaç kez kalp
yetmezliğiyle sıkışırken…/Seçilmiş Mustafa’nın asil gözlerinden akarken
yaşlar/Kan kaybeden taşlara koşarken ağlayan ambülanslar/Bineği Burak’ın
Peygamberi miraca taşıdığı yerde/Af, rahmet ve merhametin Rabbine/Ağla ey Ehl-i
Kitap, kaybettiğin çocukların için…/Ablaları avutsun genç kızları,/İnancın
kardeşleri kucaklasın fenalıktan korkanları./İsa’yı sevdiğini
söyleyenler,/İbrahim’i seviyorum diyenler,/Musa’yı sevdiğinden
bahsedenler,/Muhammed sevgisinden söz edenler,/Bu yıldızsız gecede
ağlayın,/Ağlayın ki, yolcuların Rabbi kalplerinize mağfiret hissini
yerleştirsin.../Kudüs barış içinde bir geceye uzanabilsin böylece…
Son Söz Yerine:
Şekva ve Dilek…
Kudüs, mevcut tarihî birikimiyle adeta bir açık
teoloji ve etnoloji müzesi görünümündedir. Kudüs’ün
üç semavî dinin argümanlarını içeren bir hoşgörü başkenti olmasını hazmedemeyen
Siyonistler bu topraklarda huzur ve sükûn bırakmamışlardır. Bu kadim toprakları
tapulu malı gibi gören bu ırkçı zihniyet, burada yaşayanlara huzuru haram
etmiştir. İşgal, terör ve kaos bu toprakların kaderi olmuştur. Avrupalı
emperyalistlerden ve okyanus ötesinden aldıkları destekle taş taş üstünde
bırakmayan zalimler, 1948’de İsrail terör devletini kurarak buradaki yerleşik
Filistin halkını göçmen konumuna düşürmüşlerdir.
Filistin’de,
Kudüs’te, Mescid-i Aksa’da dostluğun, barışın ve huzurun ikame edilebilmesi
için Ömer’in emanına, Yavuz’un fermanına, Hamid’in dermanına ihtiyaç vardır.
Müslümanların
yüzünün gülmesi, dünyanın huzur ve sükûna kavuşması için Filistin’de kalıcı
barışın sağlanması olmazsa olmaz derecesinde mühimdir. Bunun için öncelikle
yapılması gereken şey, İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmesi ve
Müslümanlara baskı ve zulüm yapmamasıdır. Aksi takdirde ne Filistinliler ne de
İsrailliler aradığı huzuru bulabilir.