1
1719 da Fransa'ya geçici elçi olarak gönderilen 28 Çelebi Mehmet Efendi
Fransızların gönüllerini nasıl feth ettiyse 1742 de gönderilen oğlu Sait Efendi
de bir o kadar etkili oldu Fransızlar üzerinde. Ancak Fransa ve özellikle
başkent Paris bugün olduğu gibi geçmişte de modanın merkezi olduğundan Paris'te
başlayan bir modanın tüm Avrupa'yı etkilemiş olduğunu düşünmek hiç de yanlış
olmazdı. Ama bu etkilenmenin sadece
Fransa ile sınırlı kalmadığını da
biliyoruz. Mesela 1719’da
Dresden’de yapılan bir
kraliyet düğünü tam
bir Osmanlı düğününe
dönmüştü kurulan çadırlar-
görevlilerin ve düğüne
katılanların giydikleri
kıyafetlerle.
Öyle ki
bugün Avrupa Birliği
kıstasları içinde yasaklanmış
olan paça çorbasının
o günlerde Avrupa’da
düğünlerden sonra günü bile
yapılıyordu.
Peki 28 Çelebi Mehmet Efendi ve Oğlu Sait Efendi.. Sadece bu ikisi mi Fransa'da
hem de iki yüz yıl kadar sürecek olan Turquerie akımını sağladılar?
Tabii ki değil. Bu konuda özellikle 1699'da İstanbul'a gelip 1737'ye kadar
İstanbul'da yaşayan Fransız ressam Jean Baptiste Vanmour'un etkisi de çok oldu.
Bu ressam ve bundan sonra yine İstanbul'a gelip Saray çevresi ve İstanbul
halkının yaşayışını resmeden bu ressamlar özellikle Avrupa ( bilhassa Fransız )
sosyetesine- yüksek tabakasına ilham oldular.
Ama önceki bölümde bahsettiğim Lady Mary Montaqu dışında yine İstanbul'a gelip
daha sonra izlenimlerini yazan Julia Pardoe - W.M. Ramzey - Z. Duckett
Ferriman- D'Ohsson ve Lucy Garnet gibi hatunların rolü oldukça fazladır.
Evet.. Şimdi size komik bir durumu anlatacağım:
Fransa'da kraliçe başta olmak üzere soylu kadınlar Türk saraylarındaki
kadınların rahatlığını görünce ( bunu resimlerden ve seyahatnamelerden
görüyorlar tabii ki) '' Ulan biz ölmüşüz de haberimiz yokmuş'' demeye
başladılar.
Niçin mi?
Çünkü Kraliçe dahil bu soylu(!) hanımlar etekleri çemberli- belleri oldukça
sıkıştırılmış ve dahi sıktırıla sıktırıla insanı havasız bırakan korseler
sebebiyle giydiklerine giyeceklerine pişman oldukları kıyafetler içinde olup
bir taraftan da bu kıyafetlerle oturmak- uzanmak mümkün olmadığından neredeyse
sabahtan akşama kadar sap gibi ayakta dikilirken Türk hanımları geniş ve bol
elbiseler içinde rahatça hareket edebiliyorlar dahası hem kadınları hem
erkekleri geniş sedirler üzerinde kuş tüyü yastıklar üzerinde uzanıp
kahvelerini yudumluyor- çubuklarını tüttürüyor - şerbetlerini yudumluyor hatta
yemek yiyor- muhabbet ediyordu. Türk
kadınlarının diyet ve
zayıflama gibi bir
derdi de yoktu
zira padişahlar da dahil
erkekler göbekli kadınlardan
hoşlanıyorlardı. ‘’ Bir dirhem
et bin ayıp
örter’’ Sözü bir
Türk atasözüydü.
'' Bizim başımız kel mi?'' demeye başladılar ki erkekleri genelde kel olsa da
bayanlar hiç de kel değil aksine son derece güzeldiler.
Evet.. İşin
aslına bakılacak olursa Turquerinin doğmasının asıl sebebi Türklerin gündelik
hayatlarındaki bu rahatlıktı.
Artık Avrupa'daki zengin ve soyluların şato- köşk ya da malikanelerine en
azından bir '' Türk Odası '' daha eklenmeye başlandı. Artık bu mekanlara Türk
işi bizim hol ya da sofa dediğimiz mekanlar hatta Türk hamamları eklenmeye
başlandı.
Artık mobilyalardan halılara- halılardan porselene Avrupa'da hayatın her
alnında Türk etkisi kendisini ziyadesiyle hissettiriyordu. Öyle ki artık Türk
tipi kıraathaneler bile Avrupalının hayatına girmişti.
Fransa'nın '' Turquerie'' Avusturya'nın ''Allaturca'' ve Almanya'nın
''Turkenmode'' dediği bu akım aynı zamanda bir sosyal statü göstergesiydi. Kim
ne kadar kendisini Türk'e benzetirse o derece günümüz tabiriyle fenomen
oluyordu.
Fransa'nın en önemli kraliyet saraylarından biri olan Fountaniebleau Sarayına
bile şu meşhur Mari Antuanet ( Hani ''Ekmek bulamıyorsanız pasta yiyin'' dediği
iddia edilen kraliçe) bir Türk odası yerleştirmiş ve bu odayı tamamen Türk
usulü döşetmişti. Fransız ihtilali ile oda yakılıp yıkılsa da daha sonra
Napolyon'un gözdesi Josephin tarafından yine Türk odası olarak yaptırılmıştı. ( Mari
Antuanete Türk işi olarak
yaptırdığı yatakta yatmak
nasip olmasa da
Josphin doya doya
yatmıştı )
Bugün bizim bazı vatandaşlarımız Starbucks Coffee'den başka kahve içmeyerek
hatta Starbucks Cofee’ de bir
masa kapmak için
kuyrukta bekliyor ve kendisine bir hava veriyor ya işte o
dönemde de Avrupalı Türk kahvesi içerek havalı oluyordu.
Düşünebiliyor musunuz bu öylesine bir çılgınlık haline gelmişti ki Viyana'da
pek çok Türk çay bahçeleri yanında parklar içinde minareler yapılıyordu sırf
Türk'e benzemek için.
Türkler özellikle 18. Yüzyılda Avrupa'nın fazlasıyla ilgisini çekiyordu. Öyle
ki bunu müzikte de görmekteyiz. Mesela Mozart'ın 1782'de bestelediği Saraydan
Kız Kaçırma Operası ve yine Mozart tarafından ilk kez 1784'de sahneye konan ve
bizlerin '' Türk Marşı'' olarak bildiğimiz '' Rondo Alla Turca'' dışında da
büyük bestekarların ( Örneğin Beethoven ) Türk Marşları besteledikleri bir
gerçektir.
Evet.. 18. Yüzyılda Avrupa'da bir Türk rüzgarı esmekteydi. Peki 19. Yüzyılda ne
oldu?
19. Yüzyıl bilindiği gibi sömürgeciliğin de en hızlı olduğu asırdı. Bu asırda
Avrupalı her millet kendisini başka milletlerden üstün görüyordu. Görmek
zorundaydı aksi takdirde sömüremezdi.
Artık Yahudiler gibi Avrupalılar da Tanrının
diğer insanları kendileri
için hizmet esin
diye yarattığına inanmaya
başlamışlardı. Bu çerçevede Osmanlı Devleti henüz onların öyle tepeden
bakacağı bir devlet olmasa da artık sıkı takipçisi olmak da gerekmiyordu. Yani
Tuquerie'in yerini almış olan Oryantalizmde Türk kahvesi içip Türk lokumu
yemenin yine bir mahsuru yoktu ama bu artık hiç kimse için bir üstünlük ve ayrıcalık
değildi 19. Yüzyılda.
Peki 19. Yüzyılda Osmanlı Devletinde durum nasıldı?
Çok kısa özetleyeyim şimdilik: Öylesine bir batılılaşma daha doğrusu batı
taklitçiliği söz konusuydu ki mesela II. Mahmut yenilik adına Mehterhaneyi
kaldırmış- yerine kurdurduğu Mızıka-i Hümayûn'un başına koskoca Osmanlı
ülkesinde müzisyen yokmuş gibi bir İtalyan'ı hem de paşa rütbesi ve unvanı
vererek getirmişti. ( Don İzetti Paşa )
Gelecek
bölümde biraz da bizim batılılaşmamız ile noktalayacağım.